Kendimizi herhangi bir sokakta yürürken düşleyelim. Neler görüyoruz? Birbiri ardına dikilmiş irili ufaklı, farklı formlara sahip binalar. Örnek olarak İstiklal Caddesi’ni ele alalım. Bölgenin sürekli kentsel dönüşüme maruz kaldığını bir kenara koyarsak, her taraf kahve dükkanları, giyim mağazaları ve restoranlarla dolu. Doluluk ara sokaklarda da devam ediyor. Paris’teki Rue De La Huchette sokağına bakalım. Burada da İstiklal Caddesi’ndeki manzaranın aynısıyla karşı karşıyayız. Örneklere bakarak tüm kentlerin aynı yapılanmaya sahip olduğunu ve bu yapılanmanın kenti kimliksizleştirdiğini söylemek yerinde bir deyiş olmaz mı?
Kulelerin ve gökdelenlerin hakimiyetine girmiş olan kentlerin bir ‘yer’ olmaktan çıkıp ‘yok-yer’ halini almasını sorgulayan ‘Atopos’ sergisi Versus Art Project’te açıldı. Rafet Arslan’ın küratörlüğünü yaptığı, 14 sanatçının çalışmalarının yer aldığı bu sergide Marc Auge’nin “yok-yer”ine , J.G. Ballard’ın “içuzay”ına ve Guy Debord’un “psikocoğrafya”sına dair okumalar bulunuyor. Sergideki çalışmaların yarattığı içuzayda psikocoğrafik bir yürüyüşe çıkıyoruz.
Yürüyüşe İrfan Önürmen’in ‘El’ isimli yerleştirmesiyle başlıyoruz. Bu yerleştirme masa üzerine inşa edilen tamamı beton kaplamalı irili ufaklı binalardan oluşan bir kenti, bu kentte bulunan dev boyutta yine betondan yapılmış kolu havada ama eli ve yüzü olmayan bir beton adamı, duvarlarda ikişer yüz ve bir pençe gibi duvara yapışan bir eli kapsıyor. Çalışma Sercan Apaydın’ın Galata’daki Portekizli bir mimar tarafından inşa edilen Doğan Apartmanı’ndan aldığı ahşap parçalarla kendisine ait mavi renge boyadığı çıtaları birleştirerek oluşturduğu kule ve Mehmet Çeper’in Mardin’in Kızıltepe bölgesinde hasımlar arasında kavgaya neden olan arazi haritasının üzerindeki elde ettiği verilerle oluşturduğu ağlarıyla diyalog kuruyor. Sercan Apaydın, “Atopos Towers” adını verdiği bu çalışmasında Black Mirror dizisindekine benzer ütopik bir kule yaratmak istiyor. Böylelikle Mehmet Çeper’in arazi haritasına Sercan Apaydın’ın kulesi ve İrfan Önürmen’in beton şehri cevap veriyor.
Burada Jean Baudrillard’ın da altını çizdiği mutenalaştırma kavramıyla karşılaşıyoruz. Bu mutenalaştırma uğruna hasımların kavgası, İstanbul’daki inşaat şirketlerinin ihale savaşlarına benziyor. Bu kavga ve savaşların hepsinin birbirine benzeyen kuleler uğruna yapılıyor olması, kentsel anlamda farklı planlamaların yapılmadığına işaret ediyor. Bu da bizi Marc Auge’nin deyimi olan ‘yok-yer’lere götürüyor.
Psikocoğrafik yürüyüşümüze Amiga ve Commodore oyunlarındaki sanal mekanlara inşa edilmiş olan bir Türk köyünün Nejat Satı tarafından yapılmış bir tasviriyle devam ediyoruz. Burası bir banliyö, yani Aristoteles’in deyişiyle bir ‘ara yer’. Metropollerdeki rezidansların ve alışveriş merkezlerinin birlikteliğinden oluşan ‘yok-yer’ler, bu ‘ara yer’i de kapsıyor ve ortaya günümüz kenti çıkıyor. Bu kentte harap olmuş bir yapı olarak Yiğit Koç’un resim kağıdına damga tekniğiyle yapmış olduğu, çocukluğunda yaşadığı apartmanı yansıttığı çalışması karşımıza çıkıyor. Bu harap binada yaşayan çocuklara ait belli belirsiz imgeler ayrı bir çalışma olarak büyük boyutta ve toplamı 50 kilo ağırlığında olan kontraplak üzerine beton harcı dökülerek yapılandırılmış alt zeminde, çeşitli boyutlardaki galvaniz halkalarla oluşturulmuş portrelerle ayrıntılı olarak tasvir ediliyor. Bu çalışmada Yiğit Koç’un anılarının ağırlığını ve derinliğini hissedebiliyoruz.
Nalan Yırtmaç’ın çalışmasıyla beraber dış dünyadaki kaosu ve bunun yarattığı kaotik düzeni geride bırakıp J.G. Ballard’ın içuzayının kozasına dalıyoruz. Nalan Yırtmaç kolajlarında doğanın güzelliğini ve çocukluğun saflığını, kentsel dönüşüm, politika ve bürokrasiyle bir arada işliyor. Yüksek kulelerin etrafında karınca sürüsü gibi gezen insanlar aynı zamanda doğadaki canlıları katlediyor. Küresel ısınma ve ozon tabakasındaki hasarlar nedeniyle denizlerin suyu çekiliyor ve kayalar kente hakim olmaya başlıyor. Bu durumda kuraklık yaşanıyor, nesli tükenen hayvanların sayısı artıyor ve insanlar açlıktan ölüyor. Bu çalışma aslında her gün televizyonda duyduğumuz, gazetelerde okuduğumuz haberlerle aynı değil mi? Nalan Yırtmaç’ın işlediği doğanın yok oluşu, İsmet Doğan’ın triptik çalışmasında bir çiçek üzerinden detaylı olarak işleniyor.
Sanatçı bir şehir paftasının üzerine, ilk önce gövdesiyle, yapraklarıyla ve zarıyla bir bütün halinde olan lilyum çiçeğini gerçek malzemelerle oluşturuyor, ikincisinde bu çiçeğin solmuş halini, üçüncüsünde ise yapraklarının toprağa dökülmesiyle beraber çiçeğin yok oluşunu tasvir ediyor. Bu bir bakıma bana Gezi Parkı vakasını anımsatıyor. Taksim Yayalaştırma Projesi kapsamında yerinden sökülen ağaçların bir benzeri, beton şehir yaratmak için yok olan çiçeklere benziyor. Debord ‘yerinden edilme’ kavramıyla bizi selamlıyor. Hemen sonrasında gördüğümüz Zeynep Beler’in Bursa’da ve Düseseldorf’ta çekmiş olduğu fotoğraflardaki her kentte görebileceğimiz manzaralar, Ballard’ın içuzayının kozasında Nalan Yırtmaç’ın iş makinalarının, İsmet Doğan’ın çiçeklerini yok etmesinin sonucunu gösteriyor. İşte burada ilk paragrafta bahsettiğim ‘aynılık’ kavramının yeniden söz konusu olduğunu görüyoruz.
İç uzayın kozasından çıktıktan sonra Ezgi Yakın’ın suluboya işlerinde yer alan, doğadaki benzer formların yarattığı belirsizlikteki çıkmaz ve Nevzat Sayın’ın Sarıgöl’deki kentsel dönüşüme dair fotoğraflarındaki çöküntü ile beraber oluyoruz. Bu çöküntünün ardından bir rüzgar sesi duyuluyor. Tamamen karanlık bir odada Deniz Örnek, Baryum Memleketi’nde adlı çalışmasıyla bizi bir adaya götürüyor. Örnek, rüzgarın sesi ve tuvaldeki ada resmiyle bize hayalimizdeki şehri yansıtıyor ve ortasına ışık yerleştirilmiş bir heykel “Keşke” diyor, “Keşke yaşadığımız şehir, bu tuvaldeki kadar temiz ve doğayla iç içe olsa”. Sadece bu çalışma sergideki varoşlaşma havasını yumuşatıyor.
Çünkü yine tam karşıdaki karanlık odada Can D- Chew Z ikilisi, ters perspektif yaratacak şekilde yerleştirilmiş iki ekrandaki manzaralar ve bu ekranlardan gelen osilatöre bağlı ses kaydı ile ‘şehrin loşluklarında’ dijital bir ‘zihin haritası’ yaratıyor. Arkadaki glitch efektle yansıtılan doğa ise şehrin yapaylığını gösteriyor. Karanlık oda ve doğanın yapaylığıyla yaratılan atmosfer insanın geleceğe yönelik umutsuzluğunu yansıtıyor. Karanlıktan sonra görünürde aydınlık, ama bizi çıkmaz bir karanlığa sürükleyen Alper İnce’nin ‘Hoşgörü ve Hoşgörü Müzesi’ adlı çalışmayla karşılaşıyoruz. Çalışmalarda kemiklerin öğütülmesiyle oluşturulan zemine, ipek baskı tekniği ile basılan Hoşgörü Müzesi ve yanında başka bir iş olarak bir başkent manzarası görülüyor. Alttaki projeksiyonda ise karşımıza İsmet Doğan’ın tasvir ettiği doğanın yok oluşunun sonucu olan Zeynep Beler’in tamamen betondan inşa edilmiş olan kentindeki mimari bir yapılanma olan alışveriş merkezinin katları hareketli bir halde karşımıza çıkıyor.
Alışveriş merkezlerinin, farklı formlardaki ayni malzemeden yapılmış binaların oluşturduğu bu kaotik ortam doğal olarak güneş ışığını kesiyor ve bizi karanlığa sürüklüyor. Karanlık Yusuf Murat Şen’in siyah beyaz işlerinde karşımıza çıkıyor. Güneş yüzü görmeyen doğanın siyahlığı ile içerideki az miktardaki beyazlık, koyu gri bir görünüm yaratıyor ve ortaya iç karartıcı bir görsel çıkıyor. İrfan Önürmen’in betondan yapılmış kenti, Nejat Satı’nın tasvir ettiği köy, Yiğit Koç’un harap binası, Mehmet Çeper’in arazileri, Sercan Apaydın’ın kuleleri, Nalan Yırtmaç’ın ve Ezgi Yakın’ın tasvir ettiği belirsiz formlardaki makinaların Nevzat Sayın’ın fotoğraflarındaki yapılara zararı işte bu iç karartıcı görsellerin bileşenleri diyebilir miyiz? Yusuf Murat Şen’in işiyle beraber psikocoğrafik yürüyüşümüz sonlanıyor.
Guy Debord’un sanat yapıtı üzerinden ele aldığı détournement kavramını Rafet Arslan, ‘Atopos’ adlı sergide kent üzerinden ele alıyor. Bu da bu serginin sitüasyonistlere bir gönderme yaptığının göstergesi. Peki sergide gördüğümüz çalışmaların alt metinleri üzerinden kentlerdeki birbiri ardına yıkılan binaların ve kesilen ağaçların yerine yenilerinin yapılmasının, kentin kendinden soyutlanmasına neden olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani doğanın katli ve kısa süre içerisinde dikilen rezidanslar ve alışveriş merkezlerinin yarattığı varoş ortamlarda, insanın kontrol edilemez bir biçimde yaşamak için tükettiğini değil de tüketmek için yaşadığını söylemek yerinde olmaz mı? Bu kaotik ortama yeni yapıların inşa edileceğini tahmin etmiyor muyuz? Bu soruların cevapları sanatçılar tarafından kendi çalışmalarıyla verilmeye çalışılsa da önemli olan kentte yaşayan tüm insanların bu sorular üzerinde düşünmesi değil mi?
*Atopos Project sergisi Versus Art Project’te 24 Mart 2018 tarihine kadar görülebilir.