14. Venedik Mimarlık Bienali küratörü Rem Koolhaas ile eski hocası, mimarlık kuramcısı Charles Jencks bir araya geldi, bienalden, paradigmalarından, moderniteden, geçmişten, şimdiden, kendilerinden, Venedik’ten konuştu, ortaya zihinlere şenlik bir sohbet çıktı. Haziran 2014’te Architectural Review’da yayınlanan söyleşinin ilk bölümünü Yağmur Yıldırım’ın giriş yazısı ve çevirisi ile yayınlıyoruz. İkinci bölüm önümüzdeki günlerde Sanatatak’ta…
Geniş Arsenale koridorları, mis kokulu Giardini Bahçeleri ve şehrin “calle”lerine gizlenmiş büyüklü küçüklü gotik sarayların kapıları, serin gölgelerini sıcak bir Venedik yazının başında on dördüncü kez mimarlık için açtı. 14. Venedik Mimarlık Bienali’nin, bu yıl küratörü Rem Koolhaas’ın ve “Mimarinin Temel Unsurları” (Fundamentals) temasının henüz adını anması ile birlikte en hafif tabirle “yer yerinden oynadı”: bir nevi “mimarsız mimarlık” kutlaması niteliğindeki kavramsal çerçeve, kendisinden önceki ve sonraki tüm bienallere karşı ortaya koyduğu meydan okuyucu tavrını sergide radikal bir (anti)manifestoya mı evriltecekti?
Vaatlerine, isimlerine ve sorularına tav olan benim de muazzam bir heyecanla, ilk haftasında “gişesinde” (!) bittiğim 14. Bienal’den Rem Koolhaas’ın hınzır mizahı ve ince zekâsı ile mest olmuş, işlerin, tüm sergi bölümlerinin ve ilk kez davet edilen dans, müzik, sinema, tiyatronun ortaya koyduğu hoşgörülü sinerjiden beslenmiş, pavyonların “modern zamanlar” anlatılarından (izleyiciden beklendiği gibi) öğrenmiş fakat umduğumdan az sürprize uğramış, Koolhaas’ın pratiğinde önemli bir yer kaplayan “şehir”in eksikliğini hissetmiş ve “yıldız mimar-lar”ın ego bahçeleri çağında bir mimarsız mimarlık paradoksunu düşünür ayrıldım. Kendisini “araştırma temelli” addeden kurgusunun da etkisiyle, bu bienal benim için “paragraf”lardan ziyade “maddeler” ile örülmüş, çok dilli, biraz satır aralı, çok renkli, fazlaca parıltılı bir kitap hissiyatıyla keyif verdi, beklenenden çabuk okundu, dilenenden hızlı bitti.
Rem Koolhaas ile AA yıllarında hocası olan, bienalin burduğu gönüllerin (titiz okumalarla nazikçe agresif) sesi, mimarlık kuramcısı Charles Jencks’in nefis söyleşisiyle tam olarak bu noktada karşılaşmak iyi geldi. Erbapların The Architectural Review’da yayımlanan sohbeti, geçtiğimiz ay Hale Eryılmaz çevirisi ile yayımlanan Peter Eisenman söyleşisine hem bir yanıt, hem de yeni bir kapı niteliğinde.
CHARLES JENCKS: Arkadaşın Oswald Mathias Ungers sana “Uçan Hollandalı” diyor çünkü sen hiçbir zaman yerinde durmazsın, fakat iki yıldır Venedik’tesin; Harvard öğrencileri ve araştırma ekibin AMO[1] ile çalışarak, mimarlığa yeni bir paradigma getirmek üzere. Araştırma boyunca aktif bir rol almış mıydın?
REM KOOLHAAS: Evet, hem de oldukça yakın bir ilgi ile. 12 Harvard öğrencisi ve 12 AMO araştırmacısı ile iki yıl boyunca çalıştık, ayrıca bağımsız araştırmacılar da vardı. Harvard’ın en iyi yanı, bize gelerek “in house” çalışmalarıydı. Sonrasındaysa dersleri, tüm sömestr boyunca kalabilecekleri şekilde organize ettiler; biz de böylece projede onlardan faydalanabildik.
CJ: İşte sinerji… Konuya girersek, esas anlatın olan Mimarinin Temel Unsurları bölümünde; 15 unsur (kapı, pencere, duvar vb.) bize, artık her şeyin daha ince ve daha hafif olduğunu anlatmaya çalışıyor. Bu anlatı, sanalın ortaya çıkışı ile devam ediyor ve özellikle daha hafif malzeme ve teknolojinin zaferiyle, sembolizm ve ikonografinin ortadan kayboluşu ile sona eriyor: Bu kabul edilebilir bir özet mi?
RK: Bir yere kadar. Fakat mimarinin ideolojisi ve çekirdeği, 1850’den bu yana temel unsurların değiştiği görüşüne karşı inanılmaz bir direnç gösterdi. Hafifliğe ya da ağırlığa dair olmasa da, o zamandan beri tekniğe dair çok şey değişti. Delirious New York’u 1978’de, asansör ve klimanın mimari repetuvara radikal eklemeler olduğu iddiası ile yazdım; bu üzerine düşünülmeyen bir repertuvardı ve şimdi, kırk yıl sonra bu hâlâ düşünülmüyor…
CJ: “Hâlâ düşünülmeyen” –tam olarak, nedir????
RK: Yüzyıl boyunca gerçekleşse de, değişimin mekanik aygıtlar üzerindeki etkisi mimari düşünce ile, gökdelenlerin ve şehirlerin morfolojisi üzerindeki etkileri ile birleşmedi. Bu ihmal 140 yıl sonra, yeni teknolojilerin gelişiyle bile hâlâ sürmekte. Bu daha çok, mimari düşüncenin modernizasyonu ile ilgili bir şey.
CJ: Eski hocam Sigfried Giedion bunu Mechanization Takes Command (Mekanizasyon İdareyi Ele Alıyor) ile Space, Time and Architecture’ın (Mekân, Zaman ve Mimarlık) kavramsal çerçevesinde ele alıyor ve bahsettiğin teknolojileri sorguya açıyor; asansör gibi. Ve bu teknolojiler modernist anlatıların standart bölümlerinden.
RK: Biz de buna eğildik; fakat ben bu unsurların ilave anlatılar, ya da yeni fenomenler olarak tanımlanışına takılmıştım, düşüncenin özüne eklenmiş değillerdi. Şunun gibi; önce mimarlık vardı ve sonra mekanik sistemlerimiz oldu – “şimdi mimarlık bu mekanizmalar oldu” şeklinde değil.
CJ: Choisy, Banham ya da Bucky Fuller’in[2] zaman içindeki evrimine paralel olarak senin konumunda da, elbette, teknolojik determinizm sorunu var. Fakat biliyoruz ki teknolojik tevekkülün problemi, onun “şey”lere entegre olamayışı; daha geniş bir algıda sosyal değişimler gibi –bugün insanların nasıl yaşadığı, “akıllı duvar”lardan daha önemli.
RK: Bir şey daha. Son otuz yıldır, “parçalarına ayrılma”ya yönelik bir politik değişim var; bunun, piyasanın inovasyonu dikte etmesi gerektiği ve mutlak söz sahibi olduğu ideolojisi ile birleşmesi ile beraber refah hali ortadan kayboldu. Bu değişim de müthiş bir inkâr içindeki mimari ve mimarların konumunu tamamıyla kaydırdı. Ben bunu ve bugünün aciliyetini belgelemek istedim. Mimar bugün bir “çifte inkâr” içinde –düşüncesinin repertuvarını genişletmeyi özümsemiş değil, konumundaki değişimi de.
CJ: Pekâlâ, söylediğini kanıtlamak için elindeki zarları attın, fakat bu iyi bir polemikçinin işi ve daha sonra buraya tekrar geleceğim. Gösterin Bernard Rudofsky’nin 1964’te MoMA’daki, safkan olmayan mimarlığın algısı ve bilgeliği üzerine sergisi ve kitabı Architecture Without Architects’i (Mimarsız Mimarlık) akla getiriyor. Bu polemiğinin bir bölümü. Her neyse, “mimarsız mimarlık” ortalıkta hiç güncel mimar olmadığını ima ediyor; ya da onların hafife alındığını –Hollanda Pavyonunuz’daki Bakema gibi[3]. Fakat ortada var olan paradigmayı kesinlikle alaşağı etmişsin; Bienal’in gelecek düzenleyicileri ya seni çürütmek ya da başlattığın düelloyu devam ettirmek zorundalar. İyi olan, Bienal’i Haziran ayına alman[4] ve üzerine iki yıllık bir çalışma koyman –bunu inkâr edemem. Fakat Death in Venice’ten (Venedik’te Ölüm) beri geçerli tema hep bu, şehrin sürekli batıyor oluşu ve sonbahar tarihleri; bence bahar zamanına programlanmalıydın. Burası, Gritti Sarayı bile baharda, mimari kültürün doğduğu zamanda daha iyi olurdu. Bienal paradigmasında yaptığın manevrayı alkışlıyorum, fakat merak ediyorum; tüm bu olan biteni izleyip şöyle diyecek olan birisine yanıtın ne olurdu: “Evet, bu mimarsız mimarlık, gösterinin tamamı kendisi olan tek bir mimar hariç.”
RK: Pekâlâ, bu çok açık oldu ve gerçeklik payı da var, fakat etkinliği izleyen herhangi birinin mutlaka bu düşünceye kapılacağını düşünmüyorum. Monditalia bölümünde kırkın üzerinde mimar var ve onlar da kendileri hakkında konuşmuyorlar.
CJ: Mimarların –özellikle de “Antik Roma’ya gittiğimde ve klasik unsurların güzelliğini gördüğümde kendimi yeniden doğmuş gibi hissettim” diyen on beşinci ve on altıncı yüzyıl Hıristiyan Modernistlerinin -belki yeniden doğmuş- bir keşif biçimi olarak araştırmaya karşı senin, sözünü ettiğin on beş temel unsurun izini sürmen yeni bir tutku oluşturmanı sağladı. Bu İsa üzerinden bir yeniden doğuş; bir Rönesans metaforu da ruhsal yeniden doğuşun bir biçimi. Brunelleschi’nin, Giorgio Vasari’nin[5] unsurlar üzerinden yeniden doğuşunu biliyorsun. Temellere geri dönüş, sende böyle coşkun bir kendinden geçiş yarattı mı?
RK: Mimariyle yeniden tanışıklık beni şüphesiz yeniden işin içine girmiş hissettirdi, yeniden doğmuş değil.
CJ: Fakat sen araştırmayı, tıpkı Leonardo’nun Rönesans’ta öğrenmeye yönelişi gibi pozitif, yaratıcı bir olgu olarak ele alıyorsun. Mücadeleye on beş ufak yarış atı ile başladın ve daha önce farkında olmadığın şeylerin yeşermesini gözlemledin; bu gerçekten heyecan verici. Fakat, analize dayalı bir araştırma genellikle yaratıcı olarak düşünülmez.
RK: Evet, fakat bu her zaman benim antifelsefem ya da otomatizm düşüncem olageldi. Buna engel olamıyorum; zihnim böyle işliyor. Bunu tanımlamak için, yalnızca Salvador Dalí’nin, analizin alternatif bir görüye tekabül ettiği Paranoid-Critical Method’una (Paranoyak-Eleştirel Yöntem) paralel olduğunu söyleyebilirim.
CJ: Polemiğini, Ruskin ile, Vitruvius ile ya da Alberti gibi[6] temel unsurlar üzerine yazan yazarlarınki ile karşılaştırdığımda eksik olan çok açık bir kısım fark ediyorum. Sözünü ettiklerimin tümü, üst bağlamları da işin içine katıyorlar; örneğin güzellik, sağlamlık, maddesellik, hoşnut edicilik için bu unsurları nasıl bir araya getirdiğin gibi. Kompozisyonun kuralları üzerine niçin konuşmuyorsun?
RK: Aslında, kompozisyona inanıyorum, fakat “kural”lara değil. Çünkü tüm bu gelişmelerin, aynı zamanda on beş unsurun da evrimini sağlayan etkisi, kompozisyonun ve kuralların elzem niteliğini istikrarsızlaştırmak ve inkâr etmek üzerine. Keşfedilecek yeni kalıp ve modellerde sorun yok, fakat ya yeni kurallarda? Bilmiyorum. Kurallar için, kural fikri ile tutarlı olacak politik ve kültürel bir ideolojiye ihtiyaç duyarsın. Fakat son 30 yılın bir yeniden-düzenlemeye adandığı ortada. Bugün, kurallara karşı teknolojik ve sosyal bir dogma var; alaka dışı olma gibi…
CJ: Hem evet hem hayır; söylediklerin seni öncelerden iki ekole yaklaştırıyor. İlk olarak Metabolistler[7] örneğini verebilirim; temel unsurlara farklı döngüler içinde ve bağımsız evrimleşen kavramlar olarak yaklaşıyor oluşundan ötürü –fakat onlar, unsurların arasında metabolik bir ilişkinin varlığına inanıyorlardı ki bu sayede verimli bir değişim mümkündü. İkinci olaraksa, Peter Eisenman gibi[8] konuşuyorsun; onun dilin istikrarsızlaşmasına yönelik-
RK: Eisenman mi? Nasıl?
CJ: Yani, özellikle de Dekonstrüksiyon yönünden; bütün ile parçaların otonom ilişkilerini inceleyişi bakımından. Ve Ad-hocizm yönünden; 1969’da unsurların, bağımsız olarak parçaların bir brikolajına evrilişini yazmıştım. Senin yaptığın, doğal bir brikolaj gibi. On beş unsuru ele alalım; her birinin izinde giderken, sonunda birbirinin üzerine binen eklentilerden bir bütün ediniyorsun. Eisenman’in Dekonstrüksivizmi’ne göre bu iyi bir şey; en azından stabiliteyi sorguluyor. Bu yüzden sende Metabolizm, Eisenman ve Ad-hocizm görüyorum…
RK: Pekâlâ, özellikle sözünü ettiğin Ad-hocizm bu noktada var, fakat bugünkü mimarlığa dair ilginç olan şeyin, değişimin farklı ivmeleri olduğu fikri daha ağır basıyor. Önceleri, unsurların az ya da çok birbirine paralel evrildiğine inanabilirdin, fakat şimdi, mutlak unsurların evrimlerin koşullarına sadık kalması halinde bir kısmının hızlanması durumu, diğerlerinin evrim tarafından tehdidine yol açıyor. Dolayısıyla, tek bir hareketin oluşu yerine unsurların her biri farklı hızlarda evriliyor ve hatta bir kısmı geriye gidiyor; yani bir brikolajdan ziyade, ortaya çıkan temelde eşitsiz varoluşların bir birleşmesi.
CJ: Yani teknolojik determinizm konusuna yeniden geliyoruz.
RK: Doğru. Fakat bu eşitsiz varoluş halinin ilginç olan tarafı -ki bu yüzden her şeyin hafifleştiğini onaylamakta tereddüt ediyorum-, mutlak şeylerin kesinlikle çok ağır kalmaya devam edişi; bu sırada da diğerleri giderek ağırlaşıyorlar.
[1] AMO (Architecture Media Organization / Mimarlık Medya Organizasyonu), OMA’nın mimari pratiğine paralel çalışan, Rotterdam merkezli araştırma merkezidir.3535
[2] Auguste Choisy, Reyner Banham ve Buckminster Fuller, on dokuzuncu yüzyıl sonu-yirminci yüzyıl başında yaşamış ve modern mimarlık üzerine düşünce üretmiş mimar ve kuramcılardır.
[3] Bu yılki bienalin Hollanda Pavyonu’ndaki sergisi Open: A Bakema Celebration (Açık: Bir Bakema Kutlaması), yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşamış Hollandalı avangard mimar Jaap Bakema’nın işleri üzerinden açık bir toplum fikrini sorguluyor.
[4] Tarihinde ilk kez, bienal yaz sonu yerine haziran ayında kapılarını açıyor ve altı ay boyunca devam ediyor.
[5] Filippo Brunelleschi ve (aynı zamanda bir ressam olarak ünlenen) Giorgio Vasari, on dördüncü yüzyıl sonu-on beşinci yüzyılda yaşamış, Rönesans mimarlığının öncüsü sayılan mimarlardır. Yapılarında kemer, tonoz, kubbe gibi Roma mimarisinde görülen unsurları kullanmışlardır.
[6] İngiliz John Ruskin (19. yy), Romalı Marcus Vitruvius Pollio (1. yy), İtalyan Leone Battista Alberti (15. yy) dönemlerinin sanat ve mimarlık düşüncelerinin oluşumuna önemli katkı sağlamış isimlerdir.
[7] Savaş sonrası dönemde Japonya’da gelişen bir mimari düşünce hareketi olan Metabolizm, biyolojik gelişmeden ilham alan organik megastrüktürleri savunur.
[8] Peter Eisenman, Rem Koolhaas’ın akıl hocalarından olan ve dekonstrüktivist mimarinin öncülerinden ABDli mimar ve kuramcıdır. Eisenman’in 14. Mimarlık Bienali üzerine verdiği ve Koolhaas’ı sert bir dille eleştirdiği söyleşi, Hale Eryılmaz çevirisi ile geçtiğimiz ay Sanatatak.com’da yayımlanmıştı.