A password will be e-mailed to you.

Ses araştırmasından ışık araştırmasına, yabancılaşma faktörü uygulayışında ‘klasik’ ve taviz vermeyen ama dediğim gibi minimalizm tercihiyle ‘hikaye"yi aşan, aşıran, Tim Burton’dan, Daft Punk’a güncel bir "hoş olmayan"ı, ‘sanat olan’ı sunmasıyla bulunmaz bir deneyim Üç Kuruşluk Opera. 

Ses araştırmasından ışık araştırmasına, yabancılaşma faktörü uygulayışında ‘klasik’ ve taviz vermeyen ama dediğim gibi minimalizm tercihiyle ‘hikaye"yi aşan, aşıran, Tim Burton’dan, Daft Punk’a güncel bir "hoş olmayan"ı, ‘sanat olan’ı sunmasıyla bulunmaz bir deneyim Üç Kuruşluk Opera. 

Baştan aşağıya ironi ve insanın her hali, hem toplumsallığı hem özerkliği, aslında özgürlüğü üzerine kurulu Brecht metni ve Cyndy Lauper’dan bile dinlediğimizde bayıldığımız Kurt Weil şarkıları yani Üç Kuruşluk Opera, Weimar döneminden neredeyse 100 yıl sonra bugün bize ne söyler?

Robert Wilson’ın direktörlüğü bu ‘söyleyişi’ ne kadar güncelleyebilir?

Güncellemek eğer söz konusu Brecht ve onun 3 Kuruşluk Opera’sıysa beklentimiz olmamalı mı?

İşte bu sorular dün gece itibariyle Zorlu PSM’in dev sahnesinde karşımıza çıkan Berliner Ensemble tarafından oynanan Robert Wilson’ın yönettiği Üç Kuruşluk Opera için aklımızdan bir çırpıda geçenlerdi.

Onları İstanbul’da hiç izlememiştik. Yılların eskitemediği başyapıtı Brecht’e çok da ihtiyaç duyduğumuz ve Brecht’i hiç olmadığımız kadar iyi anlayabileceğimiz zamanlarda Robert Wilson yönetmenliğinde Berliner Ensemble’dan izleme fırsatını İKSV 20. Tiyatro festivalinde bulduk.

Artık ekranlarla bölünmüş, çok parçalı hayatlarımızda oturup iki saati aşkın bir sürede Brecht izlemek ve Kurt Weil dinlemek söz değil miydi biz dünyalılar için?

Çoook yanılıyorsunuz.

Oyunda Polly’nin düğününde Jungen’lardan birinin de söyleyeceği gibi:

"Bu sanat ve bu hoş değil."

Ancak bir sirkte ve aynı zamanda bir Charlie Chaplin filminde ve aynı zamanda Hamburg devlet müzesinde bir Christian Schad resmi ya da Berlin Neue Galerie’de bir Otto Dix resmi karşısında alınabilecek nice hazlardan oluşan bir yerleştirme Wilson’ın Üç Kuruşluk Opera yorumu. Bununla da kalmıyor. Minimalist bir heykelcinin ‘hikaye" dışlayıcılığıyla sahneye dekoru sokmadığı gibi ışıkları dekorlaştırıyor. Ancak "asfalt ne kadar heykel’ olabilirse öyle… Akla ışıklı heykelleriyle dün kaybettiğimiz Fransız Francois Morellet’yi getiriyor zaman zaman. Bu ışıklı, hiper sade tanzimin önünde /yanında /içinde, Weimar dönemi resmi portrelerini andıran köklü oyunculuğun zaman ‘oynamama’ya, çoğu zaman pandomime, bir Chaplin filmi kovalama sahnesine, çocuk oyununa, kukla tiyatrosuna, Jest’e doğru azalması, iyice kendini çözmesi, seyirciyi ilüzyondan uzak tutarken ‘gerçek’te kalmasını sağlarken seyircinin çok şükür ki gerçeküstüye doğru taşmasını da önlemiyor.

Wilson’ın ışıklı heykellerinden oluşan yerleştirmesinde gezinti yaparken, Macheath’in kolay girip kolay çıktığı hapishanesini, SSM’de hala açık Heinz Mack sergisinde sanatçının Türkiye’deki düşünce suçlularına adadığı kafes heykeline de benzetirken, insan sesinin, insani ve gayri insani çeşitli kıvrımlarını ifşa eden şarkılardan, artık hiç duymadığımız kartlarımızla parmaklarımızla tuşladığımız maddi varlığımızın sembolü Para’nın ancak bir korsan hikayesinde define bulunduğunda duyulabilecek şilin sesi’nden ve nice açılıp kapanan perde sesi’nden oluşan bu terkip karşısında bu bir "assemblage" demek düşüyor sanırım bize…

Pekala bir Berliner ‘Assemblage’.

Ayaklanmış, tablodan fırlamış bir ‘Schad’ karakteri diyebileceğim Jenny’nin bütün yorgunluğu ve hayat karşısındaki kamburluğu, Macheath’ın David Bowie’yi aratmayan dandy’liği ve hayatperestliği, Polly ve Lucy’nin neredeyse bir Daft Punk klibinden çıkmışcasına ritmik hareketleri, Komiser Tiger Brown’un nefesiyle doldurduğu timsah gözyaşları, tiyatrodan, sergiden, romandan işte büyük harfle Gösteri’den bugün vaktin nasıl geçtiğini unutturmasını bekleyen, sıkılmaktan o derece tırsan, oyuna cep telefonuyla Işık’ta katkı sağlamaya cüret eden günün izleyici’sini utandırmalı.

Ses araştırmasından ışık araştırmasına, yabancılaşma faktörü uygulayışında ‘klasik’ ve taviz vermeyen ama dediğim gibi minimalizm tercihiyle ‘hikaye"yi aşan, aşıran, Tim Burton’dan, Daft Punk’a güncel bir "hoş olmayan"ı, ‘sanat olan’ı sunmasıyla bulunmaz bir deneyim Üç Kuruşluk Opera.

Keşke çeviri de bu başyapıta ve bu kıymetli uyarlamaya layık olabilseydi. Almanca bilmeyenleri boşlukta, bilenleri büyük hayalkırıklığı içinde bırakmasaydı. Bilinmeyen ırklar, Brecht’in hiç istemeyeceği gibi ırkçı bir anlama gelecek şekilde ‘sarı ırk’ anlamına gelmeseydi mesela…

Finalde Macheath’in meşhur izleyiciye dönerek Bayanlar ve Baylar diyerek başladığı ve banka soymanın mı banka kurmanın aynı derecede kötü olduğunu vurguladığı ve Türkiye 68 sol kuşağına en büyük tartışma konusunu böylelikle armağan ettiği (banka soymak suçtan sayılmaz mı) tiradı altyazıda koca bir siyah boşluk olarak belirdiyse de bu akşama umarız telafi edilir.

Üç Kuruşluk Opera’yı bir kez kusursuz izlemek hevesiyle…

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:29:05