Yılın en çok konuşulan filmlerinden biri Babamın Kanatları. Uzun süren ve ödüllerle döndüğü festival yolculuğunun ardından film vizyondaki yerini aldı. İnşaat işçisi İbrahim ve Yusuf’un hikayesini odak noktasına alan film aslında inşaat işçilerinin yaşadıklarını, dertlerini, ölümlerini ve kan parasını tüm çıplaklığı ve gerçekçiliği ile gözler önüne seriyor. Günde en az üç işçi hayatını kaybediyor ülkemizde ve şu sıralar dört bir yanımızın inşaatlarla çevrili olduğunu düşünürsek filmin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Filmin başrollerinde ise Menderes Samancılar, Musab Ekici, Kübra Kip ve Tansel Öngel yer alıyor. Çalışmaları 3 yıl önce başlayan film senarist ve yönetmen Kıvanç Sezer ile konuştuk.
3 yıllık bir çalışmanın ürünü Babamın Kanatları. Sizde hikâye ne zaman ve nasıl başladı, anlatabilir misiniz?
Her şey bir gazete haberiyle başladı aslında. Ömer Çetin isminde bir üniversite öğrencisinin inşaatta düşüp, hayatını kaybettiğini, ailesiyle yapılan röportajları okudum. Bu beni çok etkiledi. Biraz bu konuyu araştırmaya başladım ve gördüm ki Türkiye işçiler açısından bir cehennem aslında. Günde en az üç işçinin hayatını kaybettiği, işçi ölümlerinde dünyada üçüncü, Avrupa’da birinci sırada olan bir ülke. Dolayısıyla bu tekil bir sorun değil aslında, burada ciddi bir sorun var. Bununla ilgili ne yapabilirim diye düşündüm. Bir film yapabilir miyim acaba diye bir sinopsis yazdım. O sırada Özcan Alper’in workshopındaydım. Orada bu projeyi dile getirdim ve daha fikir halindeyken geliştirmeye başladık. Projeyi geliştirirken yaklaşık 3-4 ay boyunca yaptığımız konuşmalar ve tartışmalar benim için çok faydalı bir süreç oldu. 2012’de artık ben bundan bir film yapacağım demeye başladım. 3 sene boyunca da senaryo hazırlığı, yapım hazırlığı, ortak yapım için görüşmeler yaptık ve 2015’te çekimlere başladık.
Gazete haberinde okuduğunuz karakter filmde var ama ana karakter olarak değil. Menderes Samancılar’ın canlandırdığı İbrahim filmin ana karakteri. Bu karakter nasıl oluştu, bu karakterde de esinlenme var mı gerçek hayatta?
Bu süreçte yaptığımız tartışmalardan biri şuydu; tabii ki bir gerçek var ama bir de kurmaca var. Aslında gerçeklikten kurmacaya bir meselenin çevrilmesi, oraya dönüştürülmesi süreci kendi özgünlüğünü barındıran bir süreç. Orada bir karakter yaratma, o karakteri işleme gibi bir süreç devreye giriyor. Ben de o tekil hikâyeden çıkıp, aslında olmayan, kurmaca bir karakter yaratmak istedim. Aslında İbrahim karakteri biraz öyle doğdu. Bir işçinin hayatının ne kadar değerli ne kadar değersiz olduğu gibi düşüncelerle karakter doğdu. Sonra yavaş yavaş haberini okuduğum üniversiteli genç yan karaktere dönüşürken, İbrahim ve yeğeni Yusuf üzerinden ilerleyen bir hikâye ortaya çıkmış oldu.
İbrahim karakterini yazarken oynaması için aklınızdaki isim miydi Menderes Samancılar?
İbrahim karakterini yazıp onu kafamda canlandırmaya başladığımda rolü bildiğim oyuncular içerisinden Menderes Samancılar yapar diye düşündüm. Bu rolü Menderes Samancılar için yazmadım ama karakter yazıldıktan sonra o oynayabilir diye düşündüm. Hakikaten de öyle oldu. Tanımıyordum kendisini. Hülya Uçansu aracılığıyla teklif götürdüm, o da senaryoyu okudu, beğendi ve kabul etti. Projeye oyuncu olarak ilk dahil olan isimdi diyebilirim.
İlk filminizde böylesine usta bir oyuncu ile çalışıyor olmak nasıldı?
Şimdi tabii ki birçok şey öğrendim ondan. Menderes Samancılar oyuncu olmanın yanından bir şair ve öykü yazarı da aynı zamanda. Bir gönül insanı Menderese abi. Sadece sette de değil setin öncesindeki 2 yıllık süreçte biz bir çalışma yürüttük aslında. Her zaman için bir yönetmen oyuncu çalışması değildi bu çalışma. Bazen abi kardeş gibi, bazen meyhanede rakı İçmek gibiydi ama neticesinde rol üzerine çok fazla konuştuk ve rolün dışsal tarafıyla ilgili konuştuk. Diğer oyuncularla daha çok prova yaptım ama Menderes abi ile daha çok rol üzerine konuştuk. Farklı bir oyuncu. Farklı bir kuşaktan geliyor. Prova yapmakla değil de daha çok sete çıkıp oynamakla ilgilenen bir doğası var ve gerçekten de öyle de oldu. Tabii ki bunun benim için zor tarafları da vardı sonuçta ilk filmimi çekiyorum ve prova yapmak istiyordum setten önce. Ama o konuda Menderes abi ile konuştuk “Sen rahat ol, stres yapma o iş bende” dedi. Öyle de oldu. İlk film olduğu için stres, gerilim ve ne olacak ne bitecek diye oluyor kaygılar tabii. Bir de şantiyede çekiyoruz. Mekânımız da zor
Çekim mekanı olan şantiyeyi nasıl buldunuz, çok kısa sürede tamamlanan inşaatların yapıldığı bir dönemde bir film çekebilecek bir inşaat alanı bulmak çok zor olsa gerek.
Ben Esenyurt ve Beylikdüzü özelinde araştırmalarımı yaptım. Durmuş bir şantiyeye ihtiyacımız vardı. Devam eden şantiyelere de gittik, görüştük hem onlar istemedi hem de orada çalışmak çok zor olacaktı. Onun için durmuş bir şantiye aramaya başladık ve Esenyurt’un içinde bulduk da. Çekimi yaptığımız şantiye üç yıldır duruyormuş. Sahibi firma iflas etmiş ve başka bir firmaya devretme aşamasındaydı. Esenyurt Belediyesi de işin içinde garantör durumundaydı. Belediye ile görüştük. Başta çekinceleri oldu, siz konuya eleştirel yaklaşıyorsunuz diye. Kültür Bakanlığı destekli ve insani bir hikâye anlattığımızı söyledik ve ikna ettik. Ve başladık. Çekimden 1 hafta öncesinde girdik şantiyeye. Orada duvar örmek, yukarıya malzeme çekmek gibi normal inşaatta ne yapılıyorsa biz de yaptık. Filmde gördüğünüz birçok şeyi de yaptık aslında, dolayısıyla bu bizim için bir şanstı diyebilirim. Böyle tek blok ya da mahalle arası bir yerde bu filmi çekemezdik. Filmin görsel atmosferinin oluşturulmasında o şantiyenin çok büyük önemi oldu.
Filmdeki bir diğer karakter Yusuf, İbrahim’e göre biraz daha umudu temsil ediyor diyebilir miyiz?
Ben biraz şöyle düşündüm aslında İbrahim ve Yusuf bir madalyonun iki yüzü gibi birbirini tamamlıyorlar. İbrahim daha geçmişine dönük, daha yolun sonunda bir karakterken Yusuf daha yolun başında, geleceğe bakan bir karakter. Yusuf’un tabii ki bir umudu var ama bu umut biraz sahte. Bu sahteliği de biraz filmin sonunda vermeye çalıştım. Yusuf’un biraz daha yaşama dönük, coşkusal bir tarafı var ama İbrahim daha kapalı, içe dönük ve daha suskun haliyle bir denge oluşturuyor, birlikte bütünlük oluşturuyorlar diye düşündüm. Yusuf’ta lan yükselme hırsı aslında sadece Yusuf’a özgü değil. Birçok insana hemen hemen her sektörde verilen bir umut bu. Bir tarafı da sahte olan bir şey, bunu da Yusuf ve Nihal ilişkisi üzerinden ufak ufak tartışmalarla açmak istedim. Yusuf belki bir inşaat işçisi ama bir beyaz yakalı ile çok daha benzer motivasyonlarla hayata bakıyor. Bu içinde yaşadığımız sistemin genel hali bence, biraz da onu vermek istedim.
Filmin hazırlık sürecinde nasıl çalışmalar yaptınız, inşaat işçileri ya da aileleri ile görüştünüz mü ya da her hangi başka bir çalışma yaptınız mı?
Bir kere Van – Erciş’e gittik Menderes abiyle beraber. İbrahim karakterinin yaşadığı koşulları, deprem sonrası yaşamı gördük. Orada bir okula gittik. Çocuklarla bir atölye yaptık ve ailelerini özellikle de babalarını çizmelerini, mektup yazmalarını istedik. Köydeki evlere gidip onlarla sohbet ettik. Anlamaya çalıştık. Bir tarafıyla İbrahim karakterinin gerçekliğini oluşturmak için yaptık bu çalışmayı. Bir de Bir Umut diye bir dernek var, onarla görüştüm gönüllü avukatları ile. Yakınlarını kaybeden işçi ailelerinin her ayın ilk pazarı vicdan ve adalet nöbeti diye bir çağrıları oluyor, o nöbetlere katıldım, onları dinledim.
Aslında ailelerle de bir görüşme yapmak istiyordum ama fakat birtakım çekincelerim oldu bunu yapmakta. Çünkü onların acılarını sömürmeye çalışan bir senarist, yönetmen gibi algılanmaktan korktum açıkçası. Biraz da orada hayal gücü gözlem ve sezgi devreye girdi. Galada filmi izleyen bir avukat arkadaşım final sahnesi için “Nasıl bu kadar gerçekçi olabildi, çünkü ben bu tip görüşmelere defalarca katıldım ve aynısıydı” dedi. Filmin geneli ile ilgili böyle çok fazla geri dönüş geliyor. Bunlar benim için güzel şeyler tabii. Yaptığımız işin bir şeye değmesi ve değdiği şeyi yansıtması anlamında çok mutluluk verici.
Filmi konusu itibariyle doğal olarak can yakıyor, hatta ağlatıyor…
Hikâyenin çok depresif ve acı bir tarafı var. Günümüzdeki seyirci bu acılardan kaçmak için sinemaya gidiyor aslında. Filmin konusuna dair duyarlı olan insanlar da bu durumları biliyorlar zaten. O zaman biz bunu neden anlatıyoruz falan gibi bir durum da var. Ama ben tam tersi düşünerek dedim ki “Biz bunu anlatmalıyız ve bizim gibi düşünmeyen, bakmayan ya da hiç düşünmemiş inşalara ulaşmalıyız.” Çünkü Türkiye’de siyasetin, sivil toplumun tıkandığını düşünüyorum. Bu tıkanıklığı sanatın belirli ölçülerde açabileceğini düşünüyorum. Sanatın ve sinemanın gücüne de inanıyorum. Belki bu filmle bizim gibi düşünmeyen insanların hayatına dokunabilirsek, belki de minik de olsa bir delik açabilirsek orada önemli şeyler olabileceğini düşünüyorum, biraz da o durum beni motive ediyordu.
Ağlatma meselesine gelince, filmin başından beri bu konuyu düşünüyordum. Filmin çok ağlak olmaması, seyirciyi hüngür hüngür ağlatmaması için çaba gösterdim. Yusuf ve Nihal ilişkisi ile dengelemeye, biraz daha yaşamsal tarafı vermeye çalıştım. Trajik bir hikayeydi ama kara bir film, derin dehlizleri olan bir film olmamasına da çalıştım. Çünkü seyirci filmde sadece ağlayıp, o boşalmayla beraber katarsis yaşayıp vah vah bunlar da ne kadar kötüymüş dedikten sonra tamamen arınıp sinemadan çıkıyorsa aslında anlattığınız meseleye dair çok da fazla bir şey yapamıyorsunuzdur. O parantezi açık bırakamaya çalıştım. İnsanın burnunun direğini sızlatmak, boğazında bir yumru bırakmaktı hedefim. Eğer bir film sinemaya giren ve sinemadan çıkan kişi arasında bir değişim yaratıyorsa bu sinemanın gücü demektir.
Yılın en beğenilen, festivallerde ödüllere layık görülen filmlerinden biri Babamın Kanatları. İlk filminizle böylesine bir başarı size daha fazla sorumluluk yüklüyor mu diğer filmler için?
Tabii ki. Şimdi ikinci filmin tretmanını yazdım, senaryosuna başlıyorum. Tabii ki Babamın Kanatları sürekli zihnimin bir köşesinde, ondan tamamen kurtulup ikinci filmi yazmak gibi bir şansım yok. Öyle bir etkisi var ne yazık ki, bir nevi sorumluluk gibi oldu. Çıtayı yükseltmişim de onun üstüne çıkmam gerekir gibi bir duyguyla hareket ediyorum. Tabii ki öyle olmak zorunda değil, önemli olan bir yönetmenin kendi istediği şeyleri yapabilmesidir. Ama ikinci filmi yazarken en azından beni rahatlatan bir nokta var. Ben bunu bir üçleme olarak tasarladığım için ikinci film de belli oranlarda bu filmle ortaklık taşıyor. Bu filmden hareketle başka bir boyutu anlatacağı için bu birliktelik, onunla beraber düşünüyor olma konusun o kadar rahatsız edici değil.
Tabii ki tırnak içinde başarı kriterleri açısından bakarsanız ikinci filmde daha zor bir süreç bizi bekliyor. Eminim ki herkes bu duyguyu içinde taşır bir şeyler yaparken. Özellikle ilk filmde bende bir şey var bunu paylaşmam lazım diye düşünürsünüz. Bir yandan iddialı bir şey, bir yandan egosal bir durum bu. Bir yandan da onu paylaşmaya dair bir istek. Bu istek değişmediği sürece yapabildiğimin en iyi şekliyle filmler yapmaya devam etmek istiyorum.
Bahsettiğiniz üçlemenin diğer ikisinin konusu nedir? Bu film gerçekliği dolayısıyla karakterleri erkek olan bir film. Bir kadın hikayesi anlatmak var mı aklınızda?
İkinci filmde ilk filmde gördüğümüz ev bakmaya gelen beyaz yakalı çiftin hikayesini anlatacağız. Orada erkeğin ve kadının da kendi içinde bir meselesi olacak. Üçüncü filmde de müteahhiti anlatacağımız için aslında üçlemenin diğer filmleri de doğrudan bir kadın meselesini anlatan, kadın baş karakterli bir film olmayacak. Kadın filmi çekme konusunda, bunun çok doğal olarak yapılması gerektiğini, hesaplı bir şekilde dur ben kadın hikayesi anlatayım, şu meseleyi de katayım diye olmaması gerektiğine inanıyorum. Kendiliğinden yakıcı bir şeyin dışavurumu gibi olması gerekiyor. Öyle bir durum olduğunda da bu üçleme için değil de başka bir filmde ortaya çıkartabilirim diye düşünüyorum.
“Acaba bu evi de yaparken birisi ölmüş müdür?”
Filmi izleyenlerin filmden hangi duyguyla, ne düşünerek çıkmasını istersiniz?
Şöyle bir soru ile çıksın isterim; bu sistem içerisinde insanlık onuru niye bu kadar gerilemiş, niye bu noktaya gelmiş? Minik bir sorgulama, biraz da bunu yaratan insanlara öfkeyle bu çıkışsızlığa karşı bir nevi bir serzenişte bulunuyorum ben. Seyircinin de onu paylaşmasını isterim. Bir festivalde soru cevaptan sonra bir seyirci yanıma geldi. Beylikdüzü’nde yaşadığını, 10 yıl önce orada inşaatlar olduğunu ve her akşam işten eve giderken bir grup işçinin üstgeçitte durmuş, güneşi arkalarına alıp diğer tarafa baktıklarını söyledi. Merak edip sorduğunda ise “Biz Bitlisli’yiz abla, memlekete bakıyoruz” demişler. Mesela bunu bana söylediğinde çok tuhaf oldum. Bu film ona o duyguyu hissettirmiş ve bunlar hayatın gerçekleri. Hiç değilse biraz buraya doğru gönlümüzü eğmemiz gerektiğini düşünüyorum. Biraz bu meseleleri tartışmamız gerektiğini, evlerimizi ya da iş yerlerimizi yapanların kim olduğunu, onlar yapılırken birilerinin ölüp ölmediğini sormamızı istiyorum.
Bu filmden çıkan biri eve gittiğinde şunu düşünüyorsa benim için film misyonunu yerine getirmiştir; “Acaba bu evi de yaparken birisi ölmüş müdür?” Çok temel bir mesele yani. Başka Sinema aracılığıyla sınırlı sayıda sinemadayız. Vizyondaki süreçlerde yönetmen katılımlı gösterimler olacak farklı şehirlerde olacağım. O gösterimlere gelirlerse çok mutu olurum.