A password will be e-mailed to you.

Kartpostallardan yansıyan ‘Türkiye, açık şehir’ görüntüleriyle bir dönemin tanıklığına götürüyor Vahap Avşar bizi. Kıyafetinden gözlüğüne belli bir erkek tiplemesinin hâkim olduğu, kadının hemen hemen hiç gözükmediği, askerin mutlak egemenliğini kutsadığı, kim bilir kaç faili meçhulü ‘gezdiren’ beyaz Renault’lu yıllar. ‘70 ve ‘80’li yıllarda sokağın, gündelik hayatın dili doğanın mavi/yeşiline tezat bir karamsarlığı görselleştiriyor.

On beş yıl New York’ta yaşadıktan sonra 2010 yılında Türkiye’ye dönüş yapan Avşar’ın ilk uğradığı yerlerden biri And Yayınları. “Kayıp Gölgeler” başlıklı sergisinin görsel malzemesini oluşturan kartpostallarla olan bağlantısı çocukluğuna dayanıyor.

“Projeye başlar başlamaz ilk yaptığım şey, gidip And Yayınevini aramaktı. And Yayınevi benim için çok önemliydi çünkü çocukken Malatya’da yaşarken onların kartpostallarının yağlı boya tablolarını yapardım. Resme böyle başladım, resim pratiğim 15 yaşına kadar öyle devam etti diyebilirim. Sonra İzmir’e taşındım, Güzel Sanatlar’da okudum, kavramsal sanatla uğraşıyordum, ‘91 yılında bir yıl İstanbul’da yaşadım, Bilkent Üniversitesi’nde araştırma görevlisiydim, hafta sonları buradaydım ve en çok uğraştığım şeylerden biri de yine bu And kartpostallarıydı. Basılı malzeme, sunumu, dağılımı, neler basılıyor, ne tür görüntüler, kimin kontrolünde basılıyor ve nasıl dağıtılıyor meselesi. Sahibini ikna ettim, matbaaya gidip yeni bastıkları malzemeleri görüyordum, toptancı müşterileri oldum. Minimum 200 parça gerekiyordu, her beğendiğimden 5 – 10 tane alıp 200 parçaya tamamlıyordum. Amaç, oraya girebilmek. Matbaa ve depo aynı yerdeydi, gidip orada bayağı zaman geçiriyordum. Velhasıl, And kartpostalları benim için önemliydi çünkü Türkiye’nin 1969’dan itibaren görsel bir hikâyesini tutmuştu. Başlarda İsviçre Alpleri gibi doğal görüntülerle başlamışlardı ama çok hızlı bir şekilde yerel malzemelerin de önemini anlayıp siyasi, dini ve bir takım toplumsal meseleleri anlatan kartpostallar bastılar. Matbaaya gidip bunların bozuk baskılarını da toplardım, gün sonunda matbaada basım bittikten sonra silindiri temizlemek için yaptıkları bir şey vardır; bozuk baskıları tekrar makineye verirler ki silindirdeki mürekkebi temizlesin, oradan çok güzel şeyler çıkıyordu ve onları toplayıp onlardan bir iş yaptım. 2010’da da geldiğimde ilk işim matbaaya gitmek oldu.

“And kartpostalları Türkiye’nin özellikle siyasi panoramasını çıkartan bir yer olduğu için önemliydi benim için. Bütün şehirlerin, kasabaların tonlarca kartpostallarını yaptıklarını biliyorum, o yüzden benim için bir başvuru kaynağıydı. İstanbul’a geldiğimde matbaanın kapatıldığını, sahibinin emekli olup Çanakkale’ye yerleştiğini duyunca üzüldüm ve acaba arşiv nerede diye düşündüm. Bir süre sonra sahibinin çocuklarını buldum ve ‘Çok kıymetli bir arşiv, bir sonraki kuşağa saklıyoruz,’ dediler, ilkin göstermek istemediler, sonra ısrar edince gördüm. Önce bir kısmını satmaya razı oldular, sonra da benim bu işle çok ciddi uğraştığımı anladılar ve saklayacağıma, koruyacağıma ikna oldular. Ben de onların koruyamayacaklarına ikna olmuştum çünkü bir kısmı zaten yerdeki sulardan dolayı zarar görmüştü. Yani saklayacak kapasiteleri ve güçleri yoktu. O yüzden tümünü aldım, 25 bin küsur parçalık bir arşiv bu. 25 bin parçayı burada iki üç ay içinde temizledim, ayırdım, sonra parça parça New York’a götürdüm ve son beş yıldır üzerinde çalışıyorum. Her zarfı defalarca açıp temizledikten, ayırdıktan sonra tekrar tekrar elden geçirdim. Fotoğrafları defalarca eşleştirdim, konularına göre kabaca şehir, siyasi, dini diye ayırdım. Üzerlerinde çalışırken sizin de fark ettiğiniz aynı adamlar ya da benzeri, aynı tarzda olan insanlar çıkmaya başladı. Sonra onları tekrar çıkartmaya, ayırmaya başladım. Aynı erkek tiplemesinin yanında farklı şehirlerde, farklı şekillerde ortaya çıkan aynı kişiler var. Bunu araştırdım bulamadım tabii, bir bilgi yok…”

Bilgi olmasa da herkesin kendi hayal gücü doğrultusunda oluşturacağı hikâyelere açık bir sergi “Kayıp Gölgeler”. Vahap Avşar da kendi kafasındaki hikâyelere koyduğu başlıklarla oluşturuyor sergisini. Otobiyografik meselelerden yola çıkarak oluşturduğu hikayelerini 50 fotoğraf eşliğinde sunuyor. Fotoğrafları çekenlerin kim olduğu belli olmadığı için bir anlamda da anonim bir sergi bu.

Sergi alanına girdiğinizde sizi ilk olarak karşılayan doğa/piknik görüntülerinin başlığı, “Su Başını Devlet Tutmuş”. “Uğur Mumcu’nun Su başını Devler Tutmuş diye bir kitabı var, onun yerine devlet tutmuş dedim. Su başındaki bu adamlar muhtemelen bürokrat, devletle ilişkisi olan adamlar, orada piknik yapıyorlar veya bir köprü başındalar. Fotoğraflardan okuduğum kadarıyla, hep böyle bir erkek gücü, kudreti var, hiç kadın yok. Böyle olunca o başlıkta bir grubu bir araya getirdim. Ondan sonra beyaz Renault teması var, Renault’un karanlık bir hikâyesi vardır, beyaz Renault sivil polislerin kullandığı bir araçtı, beyaz Renault ile evinden alınıp bir daha haber alınamayan binlerce insan var, bir listesi var bunun… Beyaz Renault olmadık yerde çıkıyor, kartpostal yapmak üzere çekilmiş bir manzara, burada hepsini gösteremedim tabii, çok fazla var. Bir dağ manzarası, kartpostalda Karadeniz’in güzellikleri diyor, tam ortasında bir beyaz Renault var, mesela onu kullanmadım… Arşivi oluşturanlar farkında olmadan kayıt tutmuşlar. And kartpostalları 69’dan beri faal, fotoğrafçı tutup bütün ülkeye göndermek ancak 70 sonlarında akıllarına geliyor. Bu serginin özelliği, hiç basılmayan fotoğrafları bir araya getirmesi. Bunlar kartpostalların zarflarından çıkan ayrı, artık slaytlar. Beni de en çok heyecanlandıran buydu çünkü kıyıda köşede kaldıkları için çok geç fark ettim.”

Serginin diğer başlıklarından biri, “Otobiyografik Tabelalar”. Çocukken resim aşkından dolayı Tabelacı Ressam Şahin’in yanında çırak olarak çalışan Avşar’ın hastası olduğu piramit yazı karakterinin anısı eşliğinde sergiye eşlik eden tabelalar, bez afişler o yılların toplumsal dokusunu çok iyi yansıtıyor. Asker korkusu ise “asker kokusu”yla siniyor fotoğraflara.… “Benim kişisel deneyimim, bu ülkede askerin sinmiş bir kokusunun olması. Yine biraz mizahi bir eleştiri ama otobiyografik ve çoğunlukla ciddi, gerçekçi, sosyal meselelerle ilgili konular söz konusu. Fotoğrafları öyle didaktik bir şekilde değil de organik bir şekilde dizdik, çünkü kendi aralarında ilişkileri var. Birinde gördüğün bir konuyu, Renault’yu veya insanı başka yerde görüyorsun. Hikâye devam ediyor. Benim umudum izleyicinin kendi otobiyografik deneyiminden başlayarak kendi hikâyesini oluşturması.”

Geçmişin “Kayıp Gölgeler”ine bakarken bugünün kayıplarına değinmeden geçemiyoruz doğal olarak. Yaşadığımız buhranlı günlerin fotoğrafları çoğalmaya devam ediyor. “Çok üzücü, ürkütücü bir durum tabii. Benim bir de çocukluğumda yaşadığım bazı şeyler oldu o yüzden beni çok etkiliyor yaşananlar. Biz çok eziyet gördük… ‘Alevi demek katli vacip demektir’, gibi bir laf vardı. Siyasiler dini bir alet olarak kullanıp seçmen kadrosunun desteğini bu şekilde besledikleri için ve hakikaten cehaletten dolayı öyleydi… Sosyal medyadaki görüntüler, bilinçli bir kampanyanın göstergesi bence… Demokrat, liberal kesimin bunu görmesi lazım. Diğerini düşman kaydeden, bu topraklarda senin kadar yaşamış birini sırf milliyetinden dolayı, etnik yapısından dolayı düşman ilan etmek büyük bir cehalet, büyük bir yanlış… Gidişat korkutucu fakat herkesin üzerine düşen bir şey var. Demokratikleşmeyi, özgürlükleri savunmamız şart.”

Sergiyi izlerken aklıma hep bugün çekilecek fotoğraflarla böyle bir sergi oluşturulsa nasıl görüntüler ortaya çıkar, sorusu takılıyor. Tiplemelerin değiştiği ama benzer hikâyelerin sürdüğü malum. “Millet-i hakimiye milletin namusudur” pankartı altında büyütülen çocuklardan kalan yarına baktığımızda en azından şaşırmamayı öğreniyoruz!

“Kayıp Gölgeler”/ Salt Beyoğlu/ www.saltonlie.org/27 Eylül’e dek sürüyor.

Daha fazla yazı yok
2024-11-08 03:15:31