Altay Öktem’le, sanat çevrelerinin sapkın ve rahatsız edici diye nitelediği ünlü fotoğrafçı (!) Thomas Dumas’ın, İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında Polonya’da başlayan, Füssen’in dağlık kesiminde, derin bir uçurumun dibinde noktalanan tuhaf hayatını anlattığı yeni romanı Thomas Düşerken’i konuştuk.
Dilsiz ve kolları felçli Thomas Dumas’ın, sağ ayağının başparmağıyla deklanşöre bastıktan birkaç saniye sonra bir uçurumun dibinde son bulan hayatının hikayesini yazmaya ve ona sanatçı olarak hak ettiği değeri vermeye niyetli sanat tarihi profesörü Anders, Thomas’a poz veren son model olarak yaşadığı ülkeden, hatta hayatından ve mesleğinden aforoz edilen Maria ile, Thomas’ın son yolculuğunu tekrarlar.
Paris’ten Münih’e ve İstanbul’a uzanan bu yolculukta, Anders’e kafasındaki hayaletler mi eşlik etmiştir, yoksa Thomas Dumas diye bir kişi gerçekten var mıdır? Anders’in anlattığı, kafasındaki hayaletlerin hikayesiyse, bunun sorumlusu Altay Öktem midir? Bu soruların yanıtlarını romanı okuyacak şanslı okurlara bırakmakta fayda var.
Thomas Düşerken, her bölümünde okuyucunun zevk ve heyecanla bir başka uçuruma sürüklendiği, hayata, sanata, tutkuya ve aşka dair tuhaf sorular sorduğu çok katmanlı bir roman diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışayım ben iyisi mi! Derinliğin dördüncü, hatta beşinci boyutunun fotoğrafını çekmek de okuyanlara kalsın.
Bir önceki romanın “O Adam Babamdı” adını taşıyordu. Babadan Thomas’a nasıl geldin, buradan başlayalım mı? Ya da babanı öldürmekten Thomas’ı düşürmeye mi diyelim!
Babam ölürken Thomas’ı itmişti zaten. Bu, benim içimdeki çarpışma. Her romanım, hatta roman karakterlerim birbirleriyle çarpışarak yaşıyorlar içimde, birbirlerini hırpalayarak kendilerine yer açıyorlar. Yoksa, dışarıdan bakıldığında, O Adam Babamdı ile Thomas Düşerken kurgu olarak da, dil ve anlatım olarak da birbirlerinden çok farklı romanlar. O Adam Babamdı sert bir romandı. Şundan eminim; okuyan herkes o romanı sever. Ama okumak için cesaret ister. Thomas’ın hayatı ise, aslına bakarsanız hiç de kolay geçmemiş. Ama bizi hayatın trajedileriyle çarpıştırmıyor. Hayatı gülümseyerek ve şaşırarak kucaklamamızı sağlıyor. Her şeyden önce eğlenceli bir roman Thomas Düşerken. En azından ben öyle sanıyorum!
Ben mizah dergilerinin biraz cahiliyim, kusura bakma. Thomas Dumas’ın macerası Penguen’de başlamış. Buradan devam edelim mi?
Aslında Penguen dergisindeki yazılarımda zaman zaman söz ettiğim Thomas Dumas’ın hayatı romana dönüşürken çok değişti, çok evrildi. Kısacası o Thomas birebir bu Thomas değil. Tabii aradan 11-12 yıl geçti, bu da önemli bir etken. Ama Penguen’in çok fazla okura ulaştığı o yıllarda, 2005-2006’da, Thomas Dumas’la ilgili yazdığım üç beş anekdot ve paylaştığım fotoğraflar epey ilgi uyandırmıştı. Penguen’deki yazılarımın ortasında yer alan, bir kibrit kutusu boyutundaki fotoğrafları kesip arşivleyen o kadar çok kişi vardı ki… Açıkçası o gün bugündür Thomas Dumas peşimi bırakmamıştı, beynimin bir kenarında yaşamaya devam ediyordu. Şimdi, bu romanla birlikte hayata karıştı.
Romanda, Thomas Dumas’ın seyirciyi edilgenlikten çıkartan bir fotoğraf sanatçısı olduğunun altı çiziliyor. Onun bozduğu imgeleri yeniden yaratmayı bilen seyirci için çok daha fazlası var Thomas’ın fotoğraflarında. Peki ya romanda, romanında?
Romanda da okuru edilgenlikten çıkartan bir yapı var. Fotoğrafı gördüğün anda o fotoğraf gerçek anlamda var olur. Roman da okuru sayesinde romandır. Her sanat yapıtı için geçerlidir bu. Bu anlamda her sanat yapıtı başlangıçta eksiktir. Okuruyla, izleyicisiyle bir araya geldiği andan itibaren tamamlanır. Bütünün iki parçasıdır bunlar. Romanda, Thomas Dumas da bu görüşü ileri sürüyor. Söylediği çok fazla söz var Thomas’ın. Bir kısmını da sözle değil, çektiği fotoğraflarla söylüyor. Thomas Düşerken, hem okuduğumuz, hem de gözümüzde canlandırdığımız bir hikaye.
“Cevabını bilsem bile söylemek istemediğim sorular bunlar”
Hayranlık müessesesi hakkında epey düşündürdü beni roman. Takdir ettiğimiz sanatçıyı neredeyse onun ağzından çözümler gibi çözümlemek, onun deliliğini paylaşacak kadar ileri gitmek…
Evet, haklısın. Thomas o uçurumdan düştüğü anda karşısında ona poz vermekte olan genç fotomodel Maria da, hayatını Thomas Dumas’ın hak ettiği ilgiyi kazanmasına adayan sanat tarihçisi, akademisyen Anders Bauman da Thomas Dumas’a çok büyük hayranlık duyuyorlar. Ama Thomas aslında Anders’in ikinci kişiliği mi, hayalinde yarattığı biri mi, bunu bilmiyoruz. Peki Maria diye biri gerçekte var mı? Bir adım daha ileri gideyim, on yılı aşkın süredir niye Thomas Dumas’ı aklımda gezdirdim de sonunda bir roman karakterine dönüştürdüm? Benim Thomas’a bağlılığım, hayranlığım nereden kaynaklanıyor? Kendimizin eksik yanlarını taşıdığını düşündüğümüz birine hayran olup kendimizi bu şekilde bütünlüyor muyuz acaba? Yoksa Thomas Dumas, Anders Bauman’ın hep olmak isteyip de olamadığı kişi mi? Bu yüzden mi bitmek tükenmek bilmeyen bir hayranlık duyuyor ona? Ya ben? Sadece bir yazar olarak mı yer alıyorum bu macerada? İlgi çekeceğini düşündüğüm için mi böyle bir karakter yarattım? Yoksa benim eksik kalan yanlarımı tamamladığı için mi Thomas Dumas böyle diklemesine girdi hayatıma? Cevabını bilmediğim, bilsem bile burada söylemek istemediğim sorular bunlar.
Söylemeni istesem… Senin Thomas Dumas’ın kim, gerçekten var sanıyorum öyle biri?
Hayalle gerçek her zaman iç içedir. Tarihe de baksak, yaşadığımız gündelik hayata da baksak, ama dikkatlice baksak, gerçekliğin ne kadar saçma, ne kadar akılalmaz, hatta absürt olduğunu fark ederiz. Aynı şekilde, en uç noktalarda gezinen, en tuhaf, en fantastik şeylerin ne derece gerçeğe yakın olduğunu görürüz. Thomas Dumas yok sayılmaya, sapkın olarak görülüp dışlanmaya çalışılan biri. Ama fotoğraf sanatına yaptığı katkılar, tesadüfen geliştirdiği buluşlar hiç de azımsanacak gibi değil. Bunların bir roman kahramanına atfedilen özellikler olduğunu, gerçekte var olmadıklarını söyleyebilirsiniz. Sanat tarihine bakın, aslında var. En azından benzerleri var. Demek ki Thomas Dumas’lar da var. Kesinlikle var. O anlamda bu roman gerçek bir hayat hikayesi.
“Thomas Dumas Altay Öktem’in hayali arkadaşı diyen de var”
Thomas Düşerken vesilesiyle fotoğraf konusunda epey bilgi sahibi olduğunu görüyoruz. Thomas sayesinde edinilmiş bir birikim mi bu, yoksa bu sayede dışavurulmuş bir birikim mi?
Fotoğrafa her zaman ilgim vardı. Hatta fotoğrafın, fotografik bakış açısının edebiyata çok büyük katkısı olduğunu düşünüyorum. Çok eskiden, 80’li yıllardan bahsediyorum, açtığım kişisel sergiler oldu, ulusal yarışmalarda birkaç ödül aldım, ama sonra devam etmedim fotoğrafçılığa. Ama her zaman fotoğraf çok önemli bir yer aldı hayatımda. Ekşi Sözlük’e 2005-2006 yıllarında girilen bazı entry’lerde Thomas Dumas Altay Öktem’in hayali arkadaşı diyen de var, aslında kendisi diyen de var. İkisi de bir ölçüde doğru. Thomas biraz da benim. Ya da şöyle söyleyeyim; Thomas benim olamadığım yanım!
Bir de… romanı yazarken, bu romanın bir de sergisi olacağını çıtlatmıştın. Olacak mı gerçekten, olacaksa nasıl olacak?
Sanıyorum olacak. Çok fazla spoiler vermek istemiyorum bu konuda ama şu kadarını söyleyeyim; bu romanı yazma aşamasındayken, yakın çevremde olup da Thomas Dumas hakkında az çok bilgi sahibi olan herkes, bir şeklide Thomas’ı sahiplendi. Bildiğim kadarıyla tiyatro oyunu hazırlanıyor. Tanınmış bir moda fotoğrafçısı Thomas Dumas’ın çektiği her kareyi hayata taşıyor. 1940’lardan 90’ların başına kadar olan bir zaman dilimi söz konusu olduğu için, dönem kostümlerini hazırlayan, makyajıyla, mekanlarıyla ilgilenen bir ekip var. Kısa filmlerini çekmek isteyenler oldu. Onlar da çekimleri sürdürüyorlar. Sonuçta Thomas Dumas bir roman kahramanından çok yaşayan bir karakter benim için. Onu yaşatacak her şeye onay veriyorum.