A password will be e-mailed to you.

Yorgos Lanthimos evrenine Alpler’den dört yıl sonra tekrar geri dönüyoruz.

İlk filmi Kietta, ikinci filmi Dogtooth (Köpek Dişi) ve son filmi Alps (Alpler) ile sinema dünyasında kendi tarzını yaratan ve Yunan yeni sinemasının en farklı ve beklenen yönetmenlerinden olan Lanthimos The Lobster’da (Istakoz) bir kez daha insan ilişkilerinin yalıtılmışlığına odaklanıyor.

Bekar ya da dul olmanın yasal olmadığı bir dünyada, karısının terk ettiği bir adamın (David) izini sürüyoruz. Geniş kapsamlı bir hastanede (bekleme evi de diyebiliriz) kendine bir partner bulmak için bekleyen insanlar, bir buçuk ayın sonunda bir partner bulamadıkları halde kendi karar verdikleri bir hayvana dönüştürülüyorlar. Baş karakterimiz David de elinde bir köpekle (ağabeyi) geldiği ilk gün bir ıstakoza dönüştürülmek istediğini söylüyor.

Bekleme evinin günlük rutinleri arasında, misafirlerini ormanın derinliklerinde yaşayan ve çoğu bakım evinden kaçan diğer insanları avlamakla görevlendirmek de var. Her “yalnız gezen” için bir gün ekleniyor hanelerine fazladan. Cinsel ilişkinin ve mastrübasyonun yasak olduğu bu mekan, tensel her türlü zevkin bir partnerle paylaşılma zorunluluğunu dayatıyor. Ve kadın erkek birlikteliğinin –seyirciye göre- komikliğini tiyatrovari bir anlatımla “hastalarına” anlatırken, ortak bir fiziksel özellikleri olmayan bir çiftin asla bir arada olamayacağını da sürekli söylüyor.

Yorgos Lanthimos sinemasında, insan duvarlarına ve cinselliğe bakış açısı hiçbir filminde seyirciyi düşünmeden kendi kendini yaratmıştır. Bu bağımsızlık, çoğu zaman Haneke’nin dilini çağrıştırsa da seyirci ve film arasındaki bu mesafe diğer üç filmden sonra kırılıyor. The Lobster filmine seyircinin de bir nevi dahil edilmesi, bilinçli bir karar mı söylemesi zor. Senaryonun daha yumuşak, içine girilir olması (çift olma durumu hepimizin varoluş amaçlarından birisi), o kesik çiğ kadrajların diğer filmlere nazaran neredeyse hiç kullanılmamış olması, ve soğuk bir diksiyonun yarattığı (Yunanca) etkinin İngilizceyle biraz daha ılıklaşması filmi diğer üç filminden biraz farklı yapıyor fakat yine de ‘bu bir Lanthimos filmi’ dedirtiyor.

Müzik kullanımının da diğer filmlerine göre doluluğu, yavaş çekimler, klasik müzikli temaların ve olay bağlantılarının karakterlerin ruh hallerini sert çellolarla masallaştırdığı ve onları bize birer oyuncak gibi gösterdiği bol sesli bir film The Lobster. Colin Farrell’in iyi oyunculuk performansı ve Alpler ve Köpek Dişinde izlediğimiz iki kadın oyuncunun (Aggeliki Papoulia ve Ariane Labed) yine bizi onları gördüğümüze mutlu etmeleri de filmin en renkli olayları. Ünlü oyuncularla çalışan yönetmen kendi tarzından hiçbir ödün vermemiş –ki Darren Aronofsky gibi şimdi adı aklıma gelmeyen birkaç yönetmenin daha film dillerinin ne hale geldiğini biliyoruz- ve daha da tanınmak adına oyuncularını ve film dilini kullanmamış.İnsan cinselliğine bakışı, insan varoluşunun kapalı kapılarını açan kamerasıyla ve insan beyninin zayıflığına (kötülük konusundaki gücüne) çektiği dikkatimizi, bunların hiçbirini gözümüze sokmadan ve psikolojik-ahlaki öğütler vermeye çalışmadan, mesafeli fakat bu kez soğuk olmayan bir görsel ve sözel (konuşkan senaryosu) dille sunuyor.

Bana Kafka’nın Şatosu’nun komik bir pastişi niteliğinde gelen film, (gülünç) Kafkaesk dehayı ve Kafka ruhunu hissettiğim yegane filmlerden. Başıboş bir sonla seyircinin gözünü yine “kör” ediyor Lanthimos.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 20:11:21