AK Parti’nin sadece üst kadrosunda değil, tabanında da mevcut, ülkedeki “modern” kültür-sanat dokusu ve ortamının ona hep mesafeli durduğu, tepeden baktığı, önüne görünür/görünmez duvarlar diktiği duygusu, 10 yıllık bir iktidara rağmen, tüm canlılığını korumaya devam ediyor.
Madem toplumun bir kesiminde, daha spesifik olarak Gezi İsyancılarında “bir haysiyet zedelenmesi var “(benim tanımım değil, ben başka sözcükler seçerdim) denildi, bu zedenlenmenin ne denli tek taraflı olmadığı ve yakın bir gelecekte giderilme şansının bulunup bulunmadığı etrafında dönecek yazım.
Kocaman bir düğüm noktası kanımca şudur: AK Parti’nin üst kadrosu, ülkenin “modern” sanat-kültür alanına nüfuz edememekten şikayet ederken (ve bu früstrasyon nedeniyle söz konusu alanın iç eziklik ve kavrukluğuna da kör kalırken), bir yandan da o kültürü alabildiğine iter… Şöyle ki, Türkiye’de tek parti döneminde üretilmiş her eseri tek partinin (CHP) ruhuyla, diliyle, soluğuyla bire bir özdeşleştirir… Ve şu sonuca varır: Madem geniş kitlelere bunca çektirmiş tekçi rejim geride kaldı, o döneme ait kültürel izleri kaldırılmak da yanlış değildir. Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmek gereklidir, çünkü onu CHP yıktırmıştır, üstelik mimari Krikor Balyan’dır… Buna karşılık AKM yıkılmalıdır ve yıkılacaktır (bknz. son Tek Tek programı), yerine “İstanbul’a yaraşır güzel büyük bir Opera binası dikilecektir”.
Mevcut AKM İstanbul’a niye yaraşmıyor, aslında onu hiç konuşmuyoruz. Es geçiyoruz. Oysa galiba öncelikle şundan “yaraşmıyor”: Topçu Kışlası’nın “yıkıcısı” CHP ve onun günahkâr hayaleti duruyor geride, AKM’nin inşaatçısı olarak.
Daha geniş bir taramayla soralım:
SSCB döneminde üretilmiş her eser o rejimin bire bir soluğunu taşır mı?
Ya Nazizm döneminde üretilenler?
Franco dönemi eserleri?
Mussolini İtalyasındakiler?
Bunlar acıtıcı mevzular Müzeyyen ve Türkiye’de kalplerimizi karşılıklı Rum tavernasındaki tabaklar gibi kırmamız büyük ölçüde bu sorulara verilmiş keskin yanıtlardan kaynaklanır… Oysa “hem evet hem hayır” diye cevaplanabilecek, öyle cevaplanması dahi belki yanlış olacak (neticede hangi bilim dalı, hangi inceleme alanı insanoğlunu tümüyle çözebilir? ) sorulardır bunlar… Siyasi erkin ya da toplumda otorite kurabilmiş siyasi akımların bire bir karşılığı ölü eserler ibadullah da, şu da var ve istisnai niteliğiyle daha da değerli: Birey, yaratıcılığıyla, sadece onu ezip hırpalayan rejimi değil, icabında onu bağrına basan, sevip okşayan rejimi dahi aşar, aşabilir; yeni ufuklar getirmesi mümkündür. Sanatın, beşeri yaratının bir muamması varsa biraz da buradadır.
Ancak bizim, oyun alanımıza (ki bazen hayatın ta kendisidir) sokmaya en zor yanaşacağımız bir anlayıştır bu, Türkiye’de… Kurucu cumhuriyet, kültürel retlerin en şiddetlisiyle ve “def ettiğimiz rejim ile o dönemde verilen her eser birdir” şiarıyla koca bir musikiyi, şiiri ve lisanı ve yazıyı ve giyim kuşam biçimini yerin dibine batırıp suç unsuruna dönüştürmüştür bir kere. Bu alandaki aşağılamaların nasıl bir haklılık iddiasıyla sunulabildiklerini düşündükçe, insan bugün donup kalıyor. Sadece zorbalıktaki cüretkârlıktan ötürü değil, düşünsel plandaki düzlük ve ilkellikten de ötürü… Mozart var diye alaturka musikinin, Çin müziğinin, Hint müziğinin değerler skalasında daha aşağıda olduğunun iddia edilebilmesi, dünyanın başdöndürücü çeşitliğiyle zengin olduğunu gayet ayırdında olan bugün insanı için elbette gülünç. Ve en tuhafı da ne, biliyor musunuz? Türkiye’de bazıları için hâlâ gülünç değil…
Ret, inkâr, tek başına gelmez. Hepsi birbirine halka halka bağlı, upuzun bir inkârlar ırmağı oluştururlar bu coğrafyada. Eserler ve örfler kadar, acıların, devlet ve toplumca işlenmiş suçların da yok sayılması, başka kadim dillerin inkârı…İnkâr inkâr inkâr.
İnkâr, ret, yok sayma, bir varoluş refleksine, adeta bir kültüre dönüştüğünde, herkesi etkiler. Solu etkileyecektir (Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Nahit Sırrı Örik ve daha niceleri uzun yıllar yok sayılırlar)… Sağı etkileyecektir (Esendal gibi bir öykücüye hakiki hakkı teslim edilemez, çünkü CHP’de yöneticilik yapmıştır. Nurullah Ataç’ın en özgün yanlarından bugün dahi istifade edilemez; yeni Türkçeci aşırılıkları ve okullarda Latince öğretilmesi gerektiği gibi çılgın fikirlerinden ötürü otomatikman alerji yarattığı için, vb. vb. vb.)
Yok sayma, inkâr, ret, tüm çağdaş kültür-sanat-düşünce alanlarına sirayet eder: Her nesil her şeyin kendisiyle başladığına inanmak ister, geriye dönük keşif, yorum ve seçici birikimi kendine yasaklar, geriye bakabilmeyi neredeyse şahsi varlığına doğrudan bir tehdit olarak algılar… Bu bir reflekstir artık… Bir kendini savunma biçimidir; yok sayma tüm topluma yayılmış bir kültürdür.
Ak Parti çok farklı bir anlayışla iktidara gelmiş, sadece kendi seçmenini alakadar eden konuları değil, toplumun kimi örtük yaralarını deşmekte de daha cesur davranmıştır (ve kopmasını asla arzu etmediğim Kürdlerle Barış süreci bu inisyatiflerin en önemlisidir), ancak kültürel reflekslerinde bu ülkenin bir partisidir neticede.
Başbakanın AKM’yi yıkmaktaki ısrarına anlam vermekte uzun süre güçlük çektim, ta ki geçen gün geniş bir kitlenin sık sık başvurduğu Wikipedia’da şu açıklamayı görene dek. “İlk defa 1969 yılında dünyanın dördüncü büyük sanat merkezi olarak hizmete giren bina, Türkiye’de Cumhuriyet döneminin simge yapılarından biridir.” O zaman kafamda her şey yerli yerine oturdu, Ak Parti’nin ve Başbakan’ın AKM antipatisini anladım.
Oysa doğru bi iddia değil ki bu! Bugünkü haliyle Cumhuriyetçi hayalin elinden kayabilmiş bir enerjisi ve son derece ilginç bir öyküsü var AKM’nin.
Projenin ilk sahibi Rüknettin Güney, kanımca Bauhaus Ekolü çizgisine aşina ve ona yakınlık duyan ince bir mimardır. Nereden mi biliyoruz? Tek başına imza attığı başka projelerden: Kadıköy Halk Eğitim Merkezi ve Akşam Okulu, Maçka’da İnönü’nün evi ve diğer evler… Ancak ilk projenin “inceliği” devletin tepesinde beğeni toplamamış olsa gerek, iktidar Güney’in yanına bir ikinci mimarı, Feridun Kip’i katar…. Feridun Kip’in sonraki yıllarda Çanakkale Şehitler Abidesini yapacak mimar olduğunu göz önünde tutarsak, ısmarlanan opera binasıyla ilgili nasıl aniden “anıtsal” bir anlayışın devreye girdiğini anlamak zor değil… İki mimarın bir araya gelmesiyle, daha doğrusu Ankara’nın ilk proje sahibine yeni bir mimar dayatmasıyla, Taksim Radyoevi’nin hantal ikizi bir proje çıkar ortaya ve bu bahtsız binanın temeli 1946’da atılır. Ancak ödenek eksikliği nedeniyle inşaat yıllarca yokuşa sürülür (belki bu haliyle de Ankara’ya yaranamamıştır proje!) ve 1953’te Bayındırlık Bakanlığına devredilir… 1956’da, mimar Hayati Tabanlıoğlu nihayet inşaatı ele alır ve kanımca o zaman bina tamamiyle biçim ve ruh değiştirir… İlk yapıya bir bakın, farkı anlayacaksınız… Ben geometrik ve sade, şatafatsız ve içi ferah bu yapıyı her zaman şahsiyetli buldum ve sevdim. Ne ki Kültür Merkezi’nin inşaatının tamamlanması 1969’u bulur. 13 yılda sonlandırılabilmiş bina sadece bir yıl kullanılır ve… yanar! Sonra? Olayla uzaktan yakından alakası olmayan birçok genç, 12 Mart’ta, Opera’yı yakma iddasıyla tutuklanıp hapsilere atılırlar, bol işkence görürler (“sabotaj davası” sanığı, şahsen tanıdığım Yaşar Yılmaz’ın öyküsünü Yılmaz Güney “Sanık” kitabında anlatır)… Böyle de bir yan öyküsü var AKM’nin…
Yanan bina gene Hayati Tabanlıoğlu tarafından onarılır ve 1978 yılında gene açılır.
Kısaca, bunca badire atlatmış yapı, yüklenenebilecek o hamasi anlamda “Cumhuriyet döneminin simgesi” değil, son haliyle, azıcık Bauhaus çizgisinde, sade dikdörtgeninin, metal delikli cepkeninin uyumu bir yana, Türkiye’nin tüm trajik, traji-komik ve çilekeş serüveninin, birçok toplumsal ve bireysel dramın da bir simgesidir. AKM ortak belleğimizde bir duraktır. Üstelik şahsiyetli, güzel bir mimari örnektir… Ondan vazgeçmek niye? Zamanında sevilmemiş, çarpıtılmış, bekletilmiş… Oysa biz onu bugün iyi- kötü anılarıyla seviyoruz. Onu kendi ellerimizle niye yıkalım? İşte bunu anlamak mümkün değil. Tarihimiz bu yıkımlar, en yumuşak benzetmeyle züccaciyeye dalan fil örnekleriyle dolup taşıyor, diyeceksiniz… Dindar Müslümanlara karşı, Ermenilere karşı, diğer azınlıklara karşı, Kürdlere karşı, solculara karşı, sağcılara karşı, “futbolculara” karşı (lafın gelişi, yoksa gıcığım futbolculara)… Ama bir yerde durdurmalı yıkımı. Bir yerde yola artık birlikte devam edebilmeli.
Bugünkü hükümet İstanbul’a daha geniş, daha görkemli bir Opera istiyorsa, ona farklı bir alan bulmalı. Paris’te Opera Meydanı’ndaki Palais Garnier dar geldiğinde öyle yapılmış, yeni Opera Bastille’e inşa edilmişti (bu arada içi değil ama dışı gayet başarısız, gayet sıkış tıkış). Üstelik AKM, geçmiş günlerin iyi ve kötü izleriyle ve sade mimarisiyle, bizler için bir Palais Garnier’den kat kat anlamlıdır.
Kızdığımız, küskünlük duyduğumuz dönemler ile o dönemlerde hayata geçmiş eserler arasında birebir bir özdeşlik kurmaktan vageçebilecek miyiz? “Her dönemin özgünleri ve eserleri bizim olsun; bizimdirler” diyebilecek miyiz hiç? Kültür dünyamızda yüzleşilmemiş bi derin mevzu bu, Müzeyyen. En berbat rejimde ele avuca sığamayan bireyler ve eserleri olabildiği gibi (bakınız Franco döneminde filizlenmiş gizli işaretlerle dolu, zengin bir alt dille yüklü İspanyol sineması, ve hatta çok uç noktada, Aldolf Hitler’in arzu ve eğilimlerinin herşeye rağmen ötesine geçebilmiş Paul L. Troost ve Albert Speer, hatta ajit prop sinemacısı Leni Riefenstahl), bir de “zamanın ruhu” var… “The Architecture o America”da (1961) John Burchardt “o dönem faşist zevk (estetik), komünist zevk ve demokratik zevk arasında pek az fark vardı” der. Speer ise “3. Reich’ın bağrında” adlı kitabında, kendi cadde ve tren istasyonu projelerindeki boyutsal abartının modern gökdelenlerin ve AVM’lerin (eyvah gene o!) abartısından hiç de daha fazla olmadığını iddia eder. Ki aslında AKM, Hayati Tabanlıoğlu’nun müdahalesiyle cumhuriyetin tek parti dönemine hakim “zaman ruhu”ndan sökülebilmiş, bir anlamda “kurtarılmış” bir binadır.xxx Başbakanın Gezi Park’ına “yeniden” inşa etmek istediği Topçu Kışlası’na gelince… Mimarın Krikor Balyan olduğunun söylendiğine bakmamalı. 18. yüzyılda evet binanın mimarı Krikor Balyan. Ancak o günkü yapıdan herhangi bir iz, bir görüntü bize kalmış mı? Benim bildiğim, hayır. Bina defalarca yandıktan sonra 19. Yüzyılda (Sultan Abdülmecid) yarı Rus yarı Hint esintileriyle yeniden inşa ettirilmiş… Kışla 1940’da CHP valisi Lütfi Kırdar tarafından yıkılmasa, AK Parti’nin henüz üstesinden gelmediği eski kapanmamış yaraları olmasa, bugün Taksim’de fevkalade kitsch ve dam üstünde saksağan duracak bu yarı Rus yarı Hint yapının yeniden inşa etmekte bunca ısrarcı olunur muydu?
Topçu Kışlası’nı yeniden canlandırma projesinin bize en büyük hayrı, Taksim Gezi Parkı’nın bulunduğu yerden ta Divan, Hyatt ve Hilton otelleri ve İstanbul Radyosu’na kadar uzanan alanın Surp Agop Ermeni Mezarlığı arazisi olduğunu yüzümüze çarpmak oldu. Şu da artık malumumuz: Kanuni’nin, yani Muhteşem Süleyman’ın (yoksa Halit Ergenç biraz da onun için mi Gezi’ye geldi?) aşçısı Manuk Karaseferyan’a bağışladığı bu geniş alana CHP iktidarı el koymuş, sonra da arazileri parselleyip paylaştırmıştır… Gene büyük önemde bir iddia, o mezarlığın bir köşesine 1919’da bir soykırım anıtı dikilmiş olduğudur. Bunlar üzerinde uzun uzadıya düşünmek gerek şimdi.
Görüyorsunuz; nereden nereye?
Biz, bir zamanlar Attila İlhan’ın pastanesi, Çetin Altan nesli gazetecilerinin ilk barı olan, Füreyya Koral seramik panolu, İlhan Koman heykelli eski Divan’ın, birkaç kat daha yükselmek uğruna yıkılmasına, yerine bir Sarı Saksağan dikilmesine yanarken, altından kat kat acıklı ve travmatik bir tarih çıktı.
Taksim ve civarı sandığımızdan fazla trajediyle yüklü bir meydan. Yarım asırdır hiç durmayan inşaatlar, bilinçli biliçsiz, bunları örtmek, unutturmak için belki de. Oysa elimizde hep bir silgiyle dolaşmaktan bıktık usandık artık. Durup etraflıca bir düşünüp konuşmalı. Uzun uzadıya. Geniş çaplı bir barışma ve “kültürel taksime son” Taksim’den başlar belki; kimbilir?
Görsel 1: Taksim Meydanı
Görsel 2: Topçu Kışlası
Görsel 3: Topçu Kışlası
Görsel 4: Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) ilk hali
Görsel 5: Atatürk Kültür Merkezi (AKM) – Mimar: Hayati Tabanlıoğlu
Görsel 6: Atatürk Kültür Merkezi (AKM) – Mimar: Hayati Tabanlıoğlu