Şebnem İşigüzel’in son romanı Gözyaşı Konağı’nın iki esin kaynağınden biri Büyükada’dan gitmesini hiç istemediğimiz Adrian Villar Rojas’ın Annelerin En Güzeli yerleştirmesi diğeri Sophia Coppola’nın Marie Antoinette’i… Kadınların birbirlerinin kurdu ve kuşu olduğu bu romanda tarih de adeta kahramanlardan biri. 19. yüzyıl sonu bu Ada hikayesinin, en güçlü tarafı şiddette sınır tanımamasıyken ilginçtir zaafı aşka sınırlar koymasında. Şebnem İşigüzel ile son romanını konuştuk:
“Zaten roman fikri ilk öyle bir görüntüyle geldi. Fowles da roman fikirlerinin hep bir anlık görüntülerle geldiğini anlatır. Hoca Ali Rıza’nın mehtabı seyreden dervişler tablosu filan hep zihnimin bir köşesinde ışıldamıştır. Abdullah Biraderler’in o dönem çektiği portreler. Sonra Bienal’deki Rojas’ın işi, Tüm Annelerin En Güzeli. Çağdaş sanatla bağımı hep canlı tuttum zaten. Takip ettim, izledim, katıldım. Yeri geldiğinde ilhamımı oradan alıyorum çünkü. Hakikaten çağdaş sanat, ruhumun derinliklerinde bir şeyleri uyandırıyor.”
Şebnem İşigüzel’in son romanı Gözyaşı Konağı’nın iki esin kaynağınden biri Büyükada’dan gitmesini hiç istemediğimiz Adrian Villar Rojas’ın Annelerin En Güzeli yerleştirmesi diğeri Sophia Coppola’nın Marie Antoinette’i… Kadınların birbirlerinin kurdu ve kuşu olduğu bu romanda tarih de adeta kahramanlardan biri. 19. yüzyıl sonu bu Ada hikayesinin, en güçlü tarafı şiddette sınır tanımamasıyken ilginçtir zaafı aşka sınırlar koymasında. Şebnem İşigüzel ile son romanını konuştuk:
“Zaten roman fikri ilk öyle bir görüntüyle geldi. Fowles da roman fikirlerinin hep bir anlık görüntülerle geldiğini anlatır. Hoca Ali Rıza’nın mehtabı seyreden dervişler tablosu filan hep zihnimin bir köşesinde ışıldamıştır. Abdullah Biraderler’in o dönem çektiği portreler. Sonra Bienal’deki Rojas’ın işi, Tüm Annelerin En Güzeli. Çağdaş sanatla bağımı hep canlı tuttum zaten. Takip ettim, izledim, katıldım. Yeri geldiğinde ilhamımı oradan alıyorum çünkü. Hakikaten çağdaş sanat, ruhumun derinliklerinde bir şeyleri uyandırıyor.”
Ayşegül Sönmez:Roman bana bir dönem romanından ziyade ne gibi geldi biliyor musun dönem üzerine düşünme romanı? Ne dersin? 19. yüzyıl sonunu her açıdan çok çağırıyor.
Şebnem İşigüzel: Doğru. Üstelik bunu bugüne göndermelerle yapıyor. Yani içinde bulunduğu, içinde geçtiği zamanı bugünle birlikte algılıyor. Bir taşla iki kuş. Zaten yazarken tuhaf bir biçimde dönem algısıyla yazmadım. Ada’nın kendisi dönem zaten. Duygusal olarak da bu böyle. Zamanın ortasında mahsur kalınabilecek bir yer. Elbette tarihi gerçeklere sadık kaldım. Sadece iki yerde bile isteye iki küçük tarihi hata yaptım. Daha doğrusu tarihi gerçeklerle oynadım. Bunu romanın sonradan yazılmış olduğu algısını yaratmak için yaptım.
-Ama şöyle de düşünebiliriz senin 19. yüzyıla bakışının sembolik olduğunu da… Yani döneme ilişkin Abdullah Biraderler, Saray ressamlığı, iste mağaza isimleri, birtakım modernlik adresleri, kokona sözü var ama çok güncellenmiş bir döneme bakış. Bu bakışında masalsı olmayı bilerek isteyerek mi mecburen mi hedefledin?
Müslüman kokonolar tabiri o dönem geçiyor. Mağaza isimleri, Abdullah Biraderler de var ama ben başka türlü hikaye ediyorum tabii. Ama bunlar gerçek payı olabilecek hikayeler. O dönem fotoğraf çektirmek duygusu böyle olmalıydı ve eminim Abdullah Biraderlerin benim kahramanlarıma benzer müşterileri olmuştur. Ama masal gibi anlatmak hoşuma gidiyor. Güncellemeyi özellikle yaptım ama. İstedim ki bu roman o dönem yazılmış bugün için güncellenmiş olsun. Ben bunu yazıldığı gibi bulmuş ve kelimeler cümleler bazında düzeltmeler yapmışım gibi. Ya da 1876’yı. 20. Yüzyılın en başında birisi oturup yazmış gibi olsun istedim.
-Son derece kişisel olarak hangi yönetmeni çok seversin?
Haneke. Bayılırım. Wong Kar Wai’nin Aşk Zamanı’nı çok beğenmiştim mesela. Fellini’nin neşesini severim. Jane Campion’un kurduğu dünyalar hoşuma gider. Gus Van Sant’ın o soğukkanlı anlatımı. Fatih Akın’ın Duvara Karşı’daki anlatma coşkusu güzeldir. Zeki Demirkubuz’un sineması hoşuma gider. Kaan Müjdeci’nin Sivas’ını çok beğendim ondan çok parlak işler geleceğini düşünüyorum. Cristian Mungiu farklı bakıyor, ilginç şeyler deniyor, hikayeleri sağlam. Uzakdoğulu Apichatpong Weerasethakul ilginç bir film yapmıştı Amcam Öteki Hayatlarını Hatırlıyor diye. Sonra, The Others’ın yönetmeni Alejandro Amenabar var. Pawel Pawlikowski var. Xavier Dolan’ın hem sinemasını hem de star halini seviyorum. Bir de Sofia Coppola var tabii…Unutmadan. Onun Marie Antoinnete’inin süslü, renkli dünyası, kızsal neşesi romanıma epey ilham verdi. Listem kabarık.
-O Marie Antoinette’te Marie Antoinette, Converse giyebiliyor. Böyle tarihi güncellemek de var… Kast ettiğin tam bu özgürlük mü?
Hatta ben i-pod’undan müzik dinleyen bir Marie Antoinette bile hatırlıyorum. (Gülüyor) Set arasında tabii. Converse’ler de etek altında kalıyor. Dünü, bugün yazmak böyle elbette. Etek altında ve set arasında kalan zamane şeyler hakiki duyguları gölgelemiyor. Marie Antoinette’in herkesin içinde doğum yapması sonra arabasının içinde bahçesiyle vedalaşarak ölüme gidişi güçlü duygular içeriyordu. Jestler, mimikler kadar hissedilen şeyler de geçmişe aitti. Senin de sözünü ettiğin tarihi güncellemek böyle bir şey sanırım. İşte bu noktada sanatın bize tanıdığı özgürlüklere tapıyorum. İyi ki yaratma gücüm ve cesaretim var. Yoksa böyle güçlü bir içsel dünyayla çürür giderdim. Kaldı ki çoğu insanın bir anlamda Marie Antoinette’lerin başına gelen bu. Bu zamanda yaratıcılığın sınırları çok geniş stil, tarz, biçim, akım bunlar da aynı şey. Kadınların yaratıcılığı erkekler ve toplum tarafından hep kuşatma altında.Yaratmak bir dert erkeklere ve topluma rağmen yaratmak ayrı bir dert.
-Ve bu roman bir kadın hikayesi, bir kadının özgürlük arayışı olarak özetlenebilir… Her ne kadar spoiler vermekten kaçınsam da geçmişlerinde kölelik olmasına rağmen birbirlerini köleleştirmekten geri duramıyor romandaki kadınlar…. birbirlerine eziyette üstlerine yok eziyetin en büyüğünü yaşalar dahi… Ne diyorsun? Niye dayanaşamıyor -ancak rüyada hayalde dayanışıyor romanda da -bu kadınlar?
Kadınların köleliği halen devam ediyor. Evlendirilen kızlar mesela. Bambaşka şehirlere, bambaşka ailelere gelin gidiyor. Ailelerinden koparılıyor. Gece bir adamın karısı gündüz kayınvalidesinin hizmetçisi oluyor. Aşağılanıyor, hor görülüyor, çalıştırılıyor. Kölelikten ne farkı var ? Yani sorunun cevabı bu olmasa bile kölelikte beni çeken şey bu acı gerçekti. Bugünün kayınvalideleri geçmişin köle gelinleriydi esasında. Eziyet bulaşıcı bir hal alıyor esasında. Kahramanım kötülük etmeyle ilgili bir şeyler söyler. Kötülüğe maruz kalan fırsatını bulduğunda kötülük eder çünkü bunun nasıl yapılacağını öğrenmiştir gibi. Aynen böyle işte.
-Eziyet demişken biçimsel olarak yaklaşırsam romanın bir Yunan tragedyasıyla Yeşilçam melodramı arasında salındığını düşünüyorum. Annesinin yavrusunu zehirlemek isteyişinde Anneler ve Kızları ve Hizmetçileri söz konusu olduğunda çok Yunan tragedyası ama örneğin Mehmet’le romansta son derece Yeşilçam neredeyse Kadir İnanır o ve Türkan Şoray da kahraman… Bu salınımın bilinçli mi?
Şahsen ben bütün metne bu tragedyaları hatırlatan edgy’liğin, sınırda durumun, sembolik düzlemin hakim daha çok hakim olmasını isterdim… Bu elbette bir temenni… Yooo haklısın esasında. Belki ben de bu dürtüyle Mehmet ve kızın arasına Calypso mitosunu yerleştirdim. Hatta bir ara romanın adının Calypso olması gerektiğini bile düşündüm. Roman adını çok zor aldı zaten. Daha önce Kirpiklerimin Gölgesi’nde böyle olmuştu. Bazen roman adıyla gelir. Kimi zaman adıyla vaftiz edilmeyi bekler durur. Belki isimde yaşadığım kararsızlık senin tespit ettiğin ayrımda da olmuştur. Tregedyaları aşkın kapısında bıraktım. O küçük dalyan kulübesine sokmadım. Çünkü iş çığrından çıkabilirdi. Kendimden korktum yani. İstedim ki oradaki aşk çok kendi halinde olsun. Ben yazmıyormuşum gibi olsun. Hakikatten o kız defterine yazıp anlatıyormuş gibi dursun. Kahramanım zaten o tragedyaların içinden çıkıp oraya gelmişti. Mehmet’in yanında insana dönüşmüş denizkızı gibi olsun istedim. Öte taraftan eski Türk filmlerindeki romansı çok severim. Aşkı Fransız Teğmenin Kadını’nda okumuş olabiliriz ama Türkan Şoray, Kadir İnanır romansında nasıl olabileceğine dair bir fikrimiz oluştu. En azından bizim kuşağımız için imkanlar dahilinde bu böyleydi. İnternet yoktu ve dünya sineması seçeneği kısıtlıydı. Öyle kodlandık. Ben bu romanı en masum hislerime inerek yazdım. Bilinçli bir salınım değildi belki ama derinden gelen bir histi.
-Bu öte yandan bir kuş romanı… Kuş hem bir metafor ele geçirilemeyen ama kırılganlığıyla hem de aktüel olarak romanın gerçek kahramanı: kumrular, flamingolar, papağan, kargalar, leylekler… Aynı zamanda fallik unsurlar olarak da düşünebilir miyiz bu kuşları? Tüm o romanın erkekler tarafından yok edilmiş kadınlar türüne de gönderme olarak?
Ne güzel bir soru. Kimse sormamıştı ben de sorulmasını bekliyordum. Kuşları çok severim. Valla hepsi kendiliğinden geldi kondu romanımın dallarına. Flamingo hikayesini uydurdum elbette. Sonra bu savunmasız su kuşlarıyla ilgili ilginç bir bilgi edindim. Zarar görmemek için gece uçarlarmış. Tıpkı benim saklanan, gizlenen, kendilerine ait bir dünya kurma arzusundaki kadın kahramanlarım gibi. Yani bana onları hatırlattı. Bu arada Ada hakikatten kuşlarla doludur. Bir yaz kalmıştık. Bir papağanla arkadaşlık etmiştim. Evde herkesin adını öğrenmişti. Bir tek benim adımı bilmiyordu çünkü herkese seslenen bendim ama kimse beni çağırmıyordu. Rahmetli babaannem çoğu kuş türünün dişi olduğunu düşündüğünü söylerdi. Bu yüzden erkekler tarafından yok edilmek ya da kendi cinsine dönüştürülmek doğru bir yaklaşım olabilir. Hakkı yenmiş romanım Resmigeçit’de de epeyce kuş vardır. Halen o koskocaman ve çok zengin, çok renkli romanımdan söz ederken içim sızlıyor. Hak ettiği yeri bulamadı çünkü. Belki bilinçaltımda kuşları zehirleyerek, öldürerek buna gönderme yaptım. Olabilir.
-Ya hani kitapta diyor ya anlatıcı en fenası kendi hikayeni başkalarından dinlemektir… Edebiyat da bu değil midir?
Evet. Edebiyat bize tam tamına bunu yapar. Kendi hikayemizi bir başkasının hikayesiymişcesine bize anlatır. En derindeki duygular aynıysa bütün hikayeler ortaktır zaten. Aynıdır. Birdir. Emma Bovary romanının konusunu duyan annenin hissettikleri de buna yakın şeylerdi zaten. Aynı anne kendi hikayesini bir başkasından da dinlemişti ayrıca. Oradaki anne figürünü edebiyat okurunun ete kemiğe bürünmüş hali gibi kabul edebiliriz.
-Roman türü adına neleri genişletmek neleri esnetmek bu çağa ait kılmak gibi girişimlerin var ya da isteklerin ve bu kitapta ne kadarını gerçekleştirdin?
Bu konuda epeyce hayalim var. İlk defa döngüsellik içermeyen, iç ve dış göndermeleri olmayan bir hikaye anlattım. Bu romanın esasında kayıp bir önsözü var. Sonra bunu sonsöz yaptım. Önsözlü başka sonsözlü başka türlü bir okuma vaad ediyordu. Hatta bir ara bir kısım baskıda önsöz, bir kısım baskıda sadece sonsöz olsa diye düşündüm. Sonra tamamen çıkardım önsözü, sonsözü. Okurun kavrayışı bir hikayeyi algılayışı üzerine bir şey yapacaktım esasında. Böylece zamanımızın gerçeklik algısı, inandırıcılık üzerine bir şey üretmiş olacaktım. Ben okuruma oyun oynamaktan hoşlanan bir yazarım. Ama bu defa bunu yapmadım. Tek oyunum bir başkası gibi o kız gibi yazmak oldu. Dijital platformları kullanarak yeni şeyler yapmak istiyorum. Rahmetli Duygu Asena ne şahane kadınmış yıllar yıllar önce ilginç bir şey denemişti internet üzerinden. Okurlarla ortak bir roman yazmıştı. O zaman için çok önemliydi bu yaptığı. Bu yeni zamanın kendi medyanı yarat durumu hoşuma gidiyor. Müthiş bir özgürlük. Bunu edebiyatta ve romanda nasıl kullanabilirim? Sanırım bunun üzerine çalışacağım.
-Tam bu noktada anadan üryan sevgilisiyle denize girecek kadar hür kadın kahramanımız neden sevgilisiyle öpüştükten sonrasını yazamayacak üstelik iki kere bunu da belirtecek kadar utangaç? Bu bir oto sansür mü?
Yo yoo değil. Hayır. Kız hakikatten anlatmak istemedi. Çıplak denize girmelerini geçiştirdi zaten. Kimse tarafından görülmediklerinden emin oldu. Görülse bile bir oğlan sanılabileceğini bile söyledi. Yani yine kadınlığı üzerinden cezaya çarptırılmaktan ürkttü. Mehmet’le yaşadıklarını bana da göstermedi açıkçası. Ama pornografik göndermeler yaptı. İşte kıyıdaki ters çevrilmiş sandalın şişkin gövdesine şaplak atmak gibi. Mehmet’in bunu yapışını başka türlü anlattı. Bir sevişmenin sonrasında onu dalyan kulübesinin penceresinden izlerken. Bedriye’nin anlattıkları da öyle bir kadının cinselliği nasıl konu edebileceği üzerindendi. Cinselliği konu edip yazmak apayrı bir marifet. Doğrusu bunun üzerine düşünüyorum.
-Bu romanın arka planında hangi kitaplar, fotoğraflar, kişisel hikayeler, resimler var peki?
Bir kere Büyükada’da geçirdiğimiz bir yaz vardı. Tamar küçüktü onu denize indirirdim. Matlid Manukyan’ın evinin önündeki Venüs heykelini seyrederdik. Tamar bir gün o heykelin kıpırdayacağına inanırdı çünkü. O sessizlik, sanki kimse yokmuş gibi kapı duvar evler beni çok etkilemişti. Sonra anne tarafı kadınlarının birbirine düşkünlüğü, çete gibi olma halleri var tabii. Annemler beş kız kardeş. Kavga edip tartışsalar bile birbirlerini deliler gibi sevme halleri beni hep etkilemiştir. Sonra dalyan kulübeleri. Eski bir gravürde gördüğüm andan beri çarpıldım. Hep öyle bir yerde yaşamak istemişimdir. Zaten roman fikri ilk öyle bir görüntüyle geldi. Fowles’da roman fikirlerinin hep bir anlık görüntülerle geldiğini anlatır. Hoca Ali Rıza’nın mehtabı seyreden dervişler tablosu filan hep zihnimin bir köşesinde ışıldamıştır. Abdullah Biraderler’in o dönem çektiği portreler. Sonra Bienal’deki Rojas’ın işi, Annelerin En Güzeli. Çağdaş sanatla bağımı hep canlı tuttum zaten. Takip ettim, izledim, katıldım. Yeri geldiğinde ilhamımı oradan alıyorum çünkü. Hakikaten çağdaş sanat, ruhumun derinliklerinde bir şeyleri uyandırıyor.
-Ya aslında totalinde kitabı okurken hep Sergüzeşt’i düşündüm ben de… Sonuyla filan her şeyiyle…
Sergüzeşt’i hiç düşünmemiştim. Evet oradaki köle kızın hikayesi dramatiktir. Bir ara Mehmet’i ressam yapacaktım mesela. Sonra vazgeçtim. Sergüzeşt’i düşünerek değil ama. Sen söyleyince hatırladım. Mehmet’e daha fazla yer açmak istemiyordum. Resim sevdiğim için ister istemez benim bu zaafımı kullanırdı romanda. Mehmet hakkında her şeyi bilelim ama bu kısa ve öz cümlelerle olsun istedim. Onun içsel hayatının izini başka şeylerle sürmek istedim. Belki bir sonra ki adımım Venüs, Gözyaşı Konağı’nın üçlemesi olacak biçimde Sergüzeşt damarından bir şey yazmak olabilir. O dönem yazılmış ve yeni bulunmuş bir roman gibi. Belki. Şimdi konuşurken aklıma geldi söylüyorum.
-Bu bir İstanbul hikayesi olduğu kadar ada hikayesi de… Büyükada’da geçiyor aslında… Ve en ilginçi ada’yı hem özgürleştirici bir imge hem de tutsak eden olarak dualist konumlandırabilmişsin. Bu etkileyici işte.
Evet aslında sanki romanın iki ayrı evreni var gibi. Yani hem hırçın, bencil tokatı basan asabi anne ve kızkardeşler var hem de neşeli ve birbirini çok seven. Vapur karşılaşması onların arafı gibi oldu bu yüzden. Aynı şey Bedriye içinde geçerli. Salınımları, tereddütleri olan bir roman bu. Her şey ruhumuzda nasıl cereyan ediyorsa öyle olsun istedim. Romanım katı akıl yürütmeler, kararlı ve mantıklı adımlarla uygun adım yürüsün istemedim.Bir ölçüsü olsun istemedim. Salınsın, dökülsün, gücünü sezgilerden ve içsel hayattan alsın istedim. Hayat insanın yaşadığı şey değil esasında.Hatırladığı. Daha da önemlisi anlatmak için nasıl hatırladığı. Kahramanıma yaptırdığım şey bu. Bu da kendi içinde bir ikilik taşıyor aslına bakarsan.
-Ama bu bir ’emancipation’-özgürleşme- hikayesi değil öte yandan. Bizim feminizmimize benziyor kırık dökük bu memleketin kadınlarına seçme hakkı verilmiş kadınlar o hakları elde etmemiş neticede. Bu bir eleştiri mi?
Doğru bir yaklaşım. Gökyüzünün olmadığı bir yerde kuşlar nasıl uçsun. Demokratik haklar olmayınca hiçbir şeyin hakkı hukuku olmuyor. Ama tabii kahramanım bir yanıyla bedel ödediği konforlu hayatını terk etmiyor, edemiyor. Özgürlük uğruna ne yapabilirsin? Bunu kahramanıma sorduğumda onun içindeki özgürlük duygusunun yerini alan şeyin annesi ve kızkardeşleriyle kurduğu dünya olduğunu anladım. O dünyadan mahrum kaldığında kendisini cezalandırmak istedi. Diğerlerinin artık olmadığı bir dünya onun için de yoktu. İçindeki özgürlük duygusunu kurban verdi aslında. Heveslerin kursakta kalması gibi. Çoğu kadın için bu böyle. Mücadele çoğu zaman tüketici bir hal alıyor. Ama bir kadının vazgeçtim demesi kadar da acıklı bir şey olamaz. Vazgeçmek acıklı bir şey. Bu dünyada olabilecek en dramatik şey. Öte taraftan 1800’lü yılların sonu tam o yıllar feminist haraketin doğuşu. Bugün bile hala Karaman’da adliye önünde o çirkefe direnen yine feministler. Onlara çok şey borçluyuz. Hem dün, hem bugün. Bir şeyler yarım kaldıysa bu feminist hareketten çok toplumun suçu. Bu romanla bu memleketin feministlerine gönülden bir selam göndermek istedim.
-Kopan parmaklar, kömürle yakılan eller, zehirlenen kuşlar, ölü bebek, yakılan kadınlar… Bu imgeler güçlü ve neredeyse bir ailenin mirası bu ‘grotesk’lik. Buna grotesk demem ne kadar doğru? Bu şiddet dolayısıyla sembolik olana mı dair?
Dua et elimden bu kadar kötülük çıktı. (gülüyor) Bu şiddet içeren şeylerin hepsi yerli yerinde aslında. Yazarken ona dikkat ettim. Kuş zehirlendi ama kız kurtuldu. Bedriye’nin parmakları yandı ama anne yaptığı şeyin sonucunun böyle olacağını tahayyül etmemişti. Kız kendisini diğerlerini cezalandırmak uğruna intihara teşebbüs mantığıyla tutuşturdu. Onu kaybetmekten korkarlar mıydı acaba ? Bunu denedi. Bir yanıyla içten içe kontrollü bir şey yaptı. Ben de kontrollü bir biçimde yazdım kötülüğü. Yüzü ve vücudu yanmadı mesela. Sadece saçları. Ve bu durum onu bir erkek çocuğa benzetti. O da bunu bir kaç yerde tekrarladı. Ben sıra dışı bulmuyorum bu durumu. Belki sadece anlık bir itki.