İstanbul Modern “Son günler, boşaltıyoruz” diye ilanlar verirken, paldır küldür AKM yıkılırken, Osmanlı mimarlık anıtı maksemin üstünden Taksim Camii inşaatı yükselirken, benim de aklıma “Sahi, ne oldu Gehry’nin şu İstanbul’a çağ atlattıracak kültür merkezi projesi?” diye sormak geldi.
Üstelik de parası, projesi hazır iken. Devletten bir kuruş çıkmadan yapılacaktı. Hem inşaatı, hem de işletmesi için gerekli kaynak hazırdı. Projesi dünyanın önde gelen mimarlarından Frank Gehry‘ye yaptırılmıştı. Mimar “Yaptığım proje sayesinde İstanbul’a fazladan bir milyon turist gelmezse, para almam” diyordu. Nitekim bu mimarın projesi sayesinde Bilbao bir anda Avrupa’nın parlayan yıldızı olmuştu.
Bu durumda sormazlar mı arkadaş? Nerede turizmciler, yatırımcılar, kültür endüstrisinin bilinçli temsilcileri?
Çevresindeki otellerden birinin sahibi falan olsaydım mesela, sormaz mıydım “başımıza konan bu talih kuşunu kim kaçırdı yahu” diye?
Hatta bir de hesap sorardım: “Bak elin oğlu biz AKM ile uğraşırken Atina’da ünlü mimar Renzo Piano’ya bir kültür merkezi (Stavros Niarchos) yaptırdı. Bizden çok daha sonra başlamasına rağmen üç yıl önce bitirdi. Biz burada sinek avlarken Atina son yıllarda turistlerle dolup taşıyor. Yazık günah değil mi bize? Bizden bu fırsatı esirgeyen, şehre bu zararı veren vicdansız, kimse çıksın ortaya!”
Ben olsaydım “Bu rezalet TBMM’ye taşınmalı, bir soruşturma komisyonu kurulmalı, sorumlular ortaya çıkarılmalı” falan derdim. Ama nerede bu soruyu soracak babayiğit?
“Vallahi tepedekiler çok istedi, defalarca kamuoyuna açıklandı, üstelik parası, projesi her şeyi de tamamdı. Ama proje ne yazık ki bürokrasi hazretlerine takıldı” gibi martavallar okumaya kimse kalkmasın.
Tek itirazım bir de enayi yerine konmamıza. Şehri devletin kasasından bir kuruş bile çıkmadan zıplatacak böyle bir projeden mahrum bıraktıkları gibi bir de bunun üzerine bizimle dalga geçmeleri doğrusu ağırıma gidiyor. Bu yüzden bir vatandaş olarak inat ettim, “İstanbul’a çağ atlatacak, milyonlarca turistin akın etmesini sağlayacak, altın yumurtlayacak” bu projeyi kimin engellediğini öğrenmek istiyorum. Proje kamuoyuna defalarca tanıtıldı, sonrasında ne oldu, kimse bilmiyor. Ama şunu biliyorum, eğer bu proje engellenmemiş olsaydı, AKM ana mekânından daha büyük ve gelişmiş donanımlara sahip sahne sistemleri olan bir büyük salona olan bu kültür merkezi tam on senedir İstanbullulara hizmet veriyor olacaktı.
Tepebaşı, ilk belediyenin (6. Daire) geçmişte gerçekleştirdiği parkın ve kültür tesislerinin bulunduğu alan şehrin merkezi. Etrafında bir dolu kültür kuruluşunun bulunduğu şehrin en değerli kamusal alanı. Sanki şehre bilerek ve isteyerek zarar vermek için on yıllarca boş tutulduktan sonra, İstanbullularla dalga geçer gibi, halen ofis ve otopark olarak kullanılıyor. Ama kimin umrunda? Başka bir yerde böyle bir rezalet olsa kıyamet kopar, sorumlular şehre verilen zarar nedeniyle istifa eder.
Bu zararın sorumluları hesap vermek yerine bir de hiç utanmadan bizimle dalga geçiyorlar. Bu rezalete neyin neden olduğunu kamuoyundan gizlemek için ortaya atılan bazı iddialar var ki onlar da akla ziyan veriyor: TRT genel müdüründe düğümleniyormuş güya sorun. Genel müdürün ikna edilmesi mümkün olmamışmış; sanki bu zatın dönemin başbakanının vermiş olduğu bir karara karşı engeller çıkarması mümkünmüş gibi. Hatta, “Araya devletin bir takım derin kuruluşlarının girdiği, projenin fizibilitesini siyasal açıdan yaptıkları” bile telaffuz ediliyor. Hadi bu meseleye hiç girmeyelim. Bir vatandaş olarak ben yalnızca bu rezaletin aydınlatılmasını istiyorum.
Olayın bir de evveliyatı var, onu da söylemek lazım: 2000’li yılların başında, Tepebaşı Meydanı için bir gönüllü mimarlar ve kültür yöneticileri inisiyatifi oluştu, tıpkı AKM’de olduğu gibi. Amaç o sırada yıllarca metruk kalmış olan sergi alanları ve üstteki meydanı şehrin kültür hayatına yeniden kazandırmak ve canlandırmaktı. Bu inisiyatife o zaman kültür kuruluşları da katılmıştı. Tanınmış mimarların ofislerinde çalışma toplantıları düzenleniyordu. Büyük katılımlı, ilgililere açık toplantılar ise Pera Palas‘ta gerçekleşiyordu. Bu toplantılara kimler katılıyordu? Kadir Topbaş, kültür misyonlarının direktörleri, belli başlı vakıfların yöneticileri, şehrin tanınmış mimarları… TÜYAP terk ettikten sonra bir yangın yerini andıran iç mekânların ve meydanın, büyük bir inşaat işlemine girişilmeden kültür kuruluşlarının düzenleyecekleri ortak bir program çerçevesinde kullanılması düşünülüyordu.
Bu hayalin yanında İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti Adaylığı için de aynı topluluktan insanların da olduğu bir başka girişim ortaya çıkmıştı. Her iki girişim de ortada hiçbir bütçe olmadan, tıpkı ’96 BM İnsan Yerleşimleri Konferansı öncesinde, ’99 Depremi sonrasında olduğu gibi kendi imkanları ile çalışıyor, etkinlikler düzenliyordu. Topbaş yeni iktidara gelmişti ve belki de bu girişimlerin kendi başarısında payı olacağını düşünerek destekliyor gibi gözüküyor, toplantılara katılıyordu. İşte tam bu sırada beklenmedik bir şey oldu. Bu girişimin “şehrin gelişmesinde mimarlığın da bir rolü olabileceğini göstermesi” ile olay bambaşka bir veçhe kazandı.
Bu girişimin temsilcileri Frank Gehry’nin bürosundan arandılar. Telefondaki kişiler “Kadir Topbaş ile İnan Kıraç isimli iki kişinin kendisinden ofisini ziyaret etmek için randevu talebinde bulundukları, bu talebi ciddiye almalı mı?” diye soruyorlardı. Ondan önce de şehrin yöneticileri Bilbao’ya, Gehry’nin tasarladığı Guggenheim Müzesi’ne bir ziyarette bulunmuşlardı. Bu noktaya kadar her şey normaldi: Belediye başkanı durumdan kendisine bir vazife çıkarmış ve hemen bitişiğindeki kültür kuruluşunu, Pera Müzesi‘ni hayata geçiren hayırseverle işbirliği yapmıştı. Oysa bu girişimin amacı, bugüne kadar denenmeyen bir yönetim modelini hayata geçirmek, Avrupa kültür misyonları ve sanatla ilgili vakıfları, STK’ları yan yana getirerek müşterek bir alan yaratmaktı. İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti Adaylığı sürecinde, her yıl seçilen şehirler ile ilişki kurmanın çok sayıda sanat etkinliğini şehre taşıyacağı görülmüştü, örneğin.
Belediye, büyük sermaye ittifakına dayanan bu girişim karşısında ilk topluluk ister istemez zayıf kaldı ve pişmiş aşa soğuk su katmamak için geri çekildi. Kimsenin böyle bir rekabete, kamu ile büyük sermaye arasında kurulan ittifakın, oldu bittiye getirilen bu proje her ne kadar biraz tuhaf bulunsa da, dünyanın en önde gelen bir mimarının şehre kazandıracağı bir eserin tekerine çomak sokmak gibi bir niyeti olamazdı. İster istemez bu durumda bu girişimi başlatanlar seyirci konumuna geçtiler. “Projeyi hem Başbakan Erdoğan hem İstanbul Belediye Başkanı Topbaş gördü. Her ikisi de çok beğendi ve onayladı” diyordu, İnan Kıraç.
“Burası vakfın hakiki evladı. Herkesin sahip çıkması gerek” diyen İnan Kıraç sözü sevgili karısı Suna Kıraç’a getiriyordu: “Suna çok akıllı kadındır. İstanbul’a bir şey yapalım derken müze ve kültür kompleksinin yanı sıra enstitünün bir atar damar vazifesi yapacağını gördü. Sanayiciden bir kültür ve sanat adamına dönüştüysem bu Suna sayesindedir” diyerek servetinin bir bölümünü şehre neden bağışladığını açıklıyordu.
Ancak bu noktadan sonra bir tuhaflıklar dizisi ortaya çıkıyordu. Bir taraftan dönemin Başbakanı “İstanbul yakında bir büyük kültür projesine kavuşacak” diye basına açıklama yapıyor. Hayırsever iş adamının bu iş için 500 milyon dolar ayırdığını, bu kaynağın yarısının gerçekleştirilecek kültür merkezine, yarısının da kültür ve sanat etkinliklerinin finansmanında kullanılacağı söyleniyordu. Diğer taraftan da bu projeye olmadık pürüzler çıkarılıyordu.
Örneğin absürt ötesi bir mantıkla “Kıraç’ın aslında buradaki otoparka göz koyduğunu, bunun sayesinde köşeyi döneceği” iddia ediliyordu, Başkan’ın konuyla ilgili bir mimar danışmanı tarafından. Bir diğeri, sanki çok övünülecek bir iş yapmış gibi, böbürlene böbürlene, “alelacele mekânı boyatıp, müteahhitlerden buldukları masa, dolap ve sandalyelerle mekanı doldurduklarını” ve hafta sonu çalışarak “şu anda bu mekan ofis olarak kullanılıyor görüntüsü” verdiklerini söylüyordu!.. Bir taraftan yetkililer “şehri zıplatacak bir yatırım yapıyoruz, İstanbul dünyanın bir çekim merkezi olacak” derken, birileri de kendileri için hazırladıkları mekânla, müteahhitlerden topladıkları mobilyalarla burayı işgal ediyordu. Şehrin en değerli meydanını otopark olarak kullanacak kadar da fütursuzlaşmışlardı!
Suna Kıraç Kültür Merkezi Projesi Neden Olmadı?
Kamuoyuna ise TRT ile vakıf arasındaki “anlaşmazlık” olarak yansıtılıyordu, mesele. TRT genel müdürü yüzünden,“İstanbul’a çağ atlattıracak” proje havada kalmış, bürokrasi gene engel olmuştu, her zaman olduğu gibi.
Ancak dediğim gibi bu masal kısmı hiç tatmin edici değildi. İnan Kıraç’ın “Suna Kıraç Kültür Merkezi Projesi Neden Olmadı?“ başlığını taşıdığını ve olayın arkasındaki gerçekleri anlatacağını söylediği kitap gün yüzüne çıkarsa, belki bu süreç aydınlatılmış olacak. Yoksa olan biteni anlayabilmek için daha çok kıvranacağız.
Fısıltı gazetesinin manşetlerinde “olayın arkasındaki asıl gerçek” olarak öyle şeyler yer alıyor ki, onları bir duysanız iyice kafayı yersiniz. Yok efendim o sırada gazetenin birinde İnan Kıraç’a atfedilen bir söz manşete taşınmışmış, daha neler, neler…
Nedenleri ne olursa olsun, görüldüğü gibi, şehrin kaderi, her şey bir pamuk ipliğine bağlı. Söylentilerin ne kadarı gerçek, ne kadarı yalan, bunu bilmiyoruz. Ancak dünyanın en ünlü mimarlarından biri tarafından gerçekleştirilen ve yarım milyar dolar bütçe ayrılan proje kamuoyuna açıklanmayan nedenlerle buharlaştırıldı.
Tamam İstanbul’a çağ atlatamadık. Bir milyon turistten mahrum kaldık. Müşterileri Atina’ya kaptırdık. Turizmi çökerttik. Şehrin kültür hayatını en az 10 sene geriye falan götürdük…
Bunların hepsi tamam da bari nedenini öğrenebilecek miyiz?