Isa Genzken ile Yeni Zelanda’lı genç sanatçı Simon Denny’nin öğle yemeği sohbeti.
Çeviri: Hale Eryılmaz
Her ikisi de “Wind” adını taşıyan sergileri, Berlin’deki Galerie Daniel Buchholz ve Neugerriemschneider’da açıldığı gün Isa Genzken, Yeni Zelanda’lı genç sanatçı Simon Denny ile öğle yemeği için Kantstrasse’deki Paris Bar restoranda buluştu; ardından Fasanenstrasse’de köşe başındaki Galerie Daniel Buchholz’u ziyaret edip, Genzken’in sergisini birlikte gezdiler. Sonrasında gerçekleştirdikleri sohbeti aşağıda bulacaksınız.
Paris Bar Restoran, Kantstrasse
Isa Genzken: Burada sizinle olmaktan memnun oldum. Buraya çok sık geldiğimi bilirsiniz ve ilk gelişimin üzerinden epey zaman geçti. O zamanlar daha farklı bir yerdi ama nasılsa burası hep başkaydı benim için. Resmimi astılar gördünüz mü?
Simon Denny: Oo, şuradaki siyah olan mı?
IG: Evet, 1990’ların başında yaptığım bir resim. İnsanlar resimlerimi o zamanlar hiç beğenmiyordu, daha çok fotoğrafa benzediğini düşünüyorlardı. Aslına bakarsak, ben o resimleri yaptığım sıralarda hâlâ Gerhard Richter ile evliydim ve yaptıklarım bir şekilde onun yaptıklarıyla ilişkiliydi, bilirsiniz, bir yandan bir yana hareket resimleri – şöyle yapılıyor [sanki bir çekpası bir yüzey üzerinde bir yandan bir yana çeker gibi] 1950’lerin resimleri gibi. Benimkiler “Basic Research” adındaydı, tuval üzeri yağlı boya sürtmeleri – atölyemin döşemesinin frotajları gibi. Bunlardan epeyce yaptım. Richter birini bir süre atölyesine asmıştı… Ama sonradan ağır geldi ona ve bir süre sonra kaldırdı.
SD: Ben bu çalışmaları ilk olarak dergilerde ve kitaplarda görmüştüm, tam olarak ne olduklarını çıkartamasam da bana çekici gelmişlerdi. Fotoğrafların, heykelin ve resmin üst üste bindiği bu nokta benim hep ilgimi çekti. Bu Auckland’da arkadaşlar arasında hep konuştuğumuz bir şeydi – özellikle pek çok çalışmayı sadece reprodüksiyonlar aracılığıyla deneyimleyebildiğimiz fikrinden yola çıkıyorduk ve bu sizin yaptıklarınızda açıkça görebildiğim ilk şeylerdendi.
Bu sohbetle bağlantılı olarak sizin Hi-Fi ekipman reklam parçalarınızı da gördüm – heykele dair kimi konuları çerçeveleme amaçlı uygun fotoğrafların nasıl kullanılacağına örnek olarak mesela. Yanlış hatırlamıyorsam 1970’lerde bile bu işleri yapıyordunuz ve bu kadar eskiden bile bunlarla uğraşmanız beni çok şaşırttı. Aslına bakarsanız, sizin çalışmalarınızı bizzat görme şansını yakalayalı çok olmadı. 2007’de Venedik Bienali’nde gördüm ilk; ondan önce reprodüksiyonlardan biliyordum. İlk defa Avrupa’ya uzun süreliğine gelmiştim ve ziyaretimin de başlarıydı. Venedik’te kalıyordum ve hatta biraz iş gibi pavyonda bir günlüğüne yardım ediyordum. O yüzden sizin enstalasyonunuzla epey zaman geçirdim. Bunu yapabildiğime de çok seviniyorum çünkü bir izleyici olarak çalışmalarınızla zaman geçirmeyi önemsiyorum, zira görmek belli bir zaman alıyor.
IG: Pavyon benim için gerçekten önemliydi. Gerçekten çok zordu.
SD: Tahmin edebiliyorum, öylesine dolu bir alan…
IG: Evet tabi ki! Ama Nicolaus [Schafhausen, Pavyonun küratörü, ed.], her şeyi çok kolaylaştırdı – nasıl yaptı bilmiyorum ama o pavyonu yaparken onunla çok rahat hissettim. Benim için şu an sanat dünyasında iş yapan en gözde insanlardan biri o.
SD: Tüm çağrışımlarıyla birlikte binanın, enstalasyon aracılığıyla bütünüyle yeniden paketlenme biçimini gerçekten takdir ettim. Zemin dahil tüm yüzeyler öyle bir işlenmişti ki – bütün yapı her nasılsa gözden kayboluyor ve aynı zamanda belirginleşiyordu – ve öyle çarpıcı detaylarla. Dış yüzey etrafına kurduğunuz kapsamlı yapı iskelesi altında ön yüzeye entegre ettiğiniz bu tür dökme Della Robia rölyefleri örneğin. Binanın güçlülüğüne çok etkin bir setti – ama aynı zamanda bir jestti de. Galerie Daniel Buchholz ve Neugerriemschneider’daki sergilerinizi bugün dolaştım ve çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Formatlarının ve değişik mekânlarla ilişkilerinin bu denli farklı olmasını özellikle takdir ettim.
IG: Evet, çok farklılar ve aslında bu iki sergiyi yapmak çok iş demekti – daha önce hiç aynı anda iki sergi açmamıştım. Bir yıl boyunca uğraştım. Çok zordu çünkü minimalizm ile onun ötesinde bir şey arasında dengeyi kurmaya çabalıyordum – minimalizmle diyalog halinde olan ama içeriği de bulunan. Minimalizmin sorunu bu, içeriğe izin yok tabi, sadece mekânda bir şey. Sol LeWitt’in olayı hep buydu, Carl Andre’nin de – tek mesele içerikten kaçınmak. En başından beri bu mevzu benim ilgim dâhilindeydi, özellikle “Ellipsoids” çalışmamda. Benimkiler minimalizme benziyorlar ama orada olan biten bir sürü başka şey de var.
SD: Bu parçalarla ilgili bilgisayarın nasıl devrede olduğu üzerine okuduklarım bana fazladan bilgi oldu. Oldukça yoğun bir iş diye tahmin ediyorum.
IG: Evet! Kesinlikle. Bunların her birinin yapımı en az üç ay aldı. Ben bunlara başladığımda hâlâ Düsseldorf Akademisi’ndeydim. Oradaki atölyede çok tatlı bir adam vardı, bunların yapılma sürecine çok yardımı dokundu. Öyle karmaşık şeylerdi ki – biçimi doğru vermek ve aklınıza gelebilecek her şey. Yani bu bilgisayar çizimlerine dayanarak bunları bir fabrikaya gönderip ürettirmek de mümkündü ama her nedense o zaman gerçekten de bunu istemedim – hem zaten yaptıracak para da yoktu. Bir tanesini bu şekilde ürettirmeye kalkıştım, geri geldiğinde sanki hiç bir şeye benzemiyordu. Atölyede yapılanlar gibi değildi.
SD: Bunu duymak benim için sürpriz oldu, bunların tamamıyla fabrikasyon işler olduğu düşüncesindeydim. Bunları atölye ortamında ürettirmiş olmanız, endüstriyel üretimde istediğinizi alamamanız benim için önemli. Aynı zamanda, sizin bahsettiğiniz o minimal alanın mantığının da bir şekilde tersine döndürülmesi gibi.
IG: Sonuçta bu iki sergim hakkında ne düşünüyorsun?
SD: Çok zevk aldım. “Wind” ismi zaten beni cezbetti, bir de rüzgârı bir heykele koyma fikrini – ya da en azından ben bunu öyle okuyorum – nasıl uyguladığınızı görünce nesnelerin kombinasyonu ve çıkarımları anlam kazandı. Ve bir de tabi ki bununla bağlantılı olarak Michael Jackson figürünü nasıl okumak gerektiğine dair tavsiyeler. Bunlar bence çok açıktı. Bir dizi pozisyonu birbirine bağlamak her zaman zordur ve bu anlamda her iki sergide yakalanan denge takdire şayan.
IG: Heykeller üstünde pek çok revizyon oldu. Şöyle görünüyor olabilir: Galeriye giriyorum, heykeller ortaya çıkıveriyor – ama öyle değildi doğrusu. Her şeyin şu an göründüğü gibi görünmesini sağlamak, minimalizmle ilgili az önce bahsettiğim dengeyi tutturmak, bu yumuşak dokunuşları yapmak gerçekten uzun bir süreçti.
SD: Yani bütün yeni işlerinizi Charlottenburg’daki atölyenizde mi ürettiniz?
IG: Evet hemen şu köşe başındaki atölyemde.
SD: Peki montaj aşaması bir haftanızı mı aldı? Montaj süreci yapım süreci kadar zorlu muydu?
IG: Hayır, değildi, o kısım hep hızlı olur.
SD: Bir gün mü sürdü?
IG: Yarım günümüzü aldı – dediğim gibi işin o kısmı hep çok basittir. Demek istediğim, iş atölyede yapılır, sonra onu konumlandırmak gerçekten büyütülecek bir şey değil. Bir sanatçı işin ne olduğunu bilmeli ve ardından konumlandırmayı çok kolay yapabilmeli. Ben sanatçıların galeride oturup “ay şuraya mı koyalım, buraya mı olsun?” diye takılmalarına karşıyım. Hayır! Eğer yaptığın işi biliyorsan konumu da net olmalı. Bir sanatçı bunu galeride gösterebilmeli. Yaşadığım bir başka zorluk da bir yıl süren yoğun bir dönemin ardından atölyeyi boşaltmam gerekecek olması– tamamıyla. Ve anladım ki bu kısım giderek zorlaşıyor. Kolaylaşacağını düşünebilirsiniz ama ben daha zorlaştığını düşünüyorum gerçekten.
Galerie Daniel Buchholz, Fasanenstrasse
IG: Çok fazla röportaj vermediğimi biliyor muydun? Sadece birkaç röportajım var – Lawrence Weiner ile, Danny MacDonald ile ki bunu I Love New York, Crazy City kitabında basmıştık – bunu biliyor musun? Bir de 2005’te Wolfgang Tillmans’a Artforum için verdiğim röportaj var – özellikle çok sevdiğim bir röportaj oldu o. Röportaj vermekten hep çok korktum, özellikle de Lawrence Weiner’a, öyle açık sözlü ki – çalışmalarım hakkında çok iyi konuşabilir! Kai Althoff’la yaptığımız şu röportajı gördün mü? – “Neden röportaj vermiyorum?”
SD: Evet onu gördüm. İçindeki her şeyi anlamadım ama sanırım meseleyi kaptım. İki kez elemeniz fikrinden hoşlandım. Bu röportajda ne yapacağımızı düşündüğümde röportajı iki kısımda yapmanın iyi olacağını düşündüm, önce genel bir sohbet, ardından sergiye daha özel bir bakış. Ama sizin çalışmalarınızı tartışmaya çalışırken kendimle ters düşüyorum çünkü çalışmalarınızı parça parça ele almak istemiyorum – çünkü bana göre bu aslında çalışmaların etkisini azaltır. İçerdiği dilin, heykellerin fiziksel özellikleriyle çok ilgili olduğunu söylemek tabi ki olası, ancak bu başlangıç noktasıyla söylemek istediğim, bir kişinin bu sergiyi görme beklentisi esasen duyusal bir deneyimden kaynaklanmalı – ve bu temel beklentiyle esas mevzunun kapsayıcı yapısı seyirciye o içerikte bir şekilde rehberlik edebilir. Serginin rüzgâr fikriyle çerçevelenmiş olması tabi ki kişiye anlam çıkarabileceği belli başlı bir alan, bir başlangıç önermesi sağlıyor. Bu başlangıç noktasından sonra Michael Jackson’ı sanat tarihindeki diğer figürlere bağlayan geçit törenine geliyoruz. Bu bağlantı kısmen bir fikir olarak hareket ve daha spesifik beden hareketleri arasındaki bazı temel bağların (çok genel anlamda) altı çizilerek başarılmış. Bunu yaparken çok akışkan bir dizi malzeme kullanıldığı aşikâr. Kalkıp çeşitli ayrıntılarla ilgili soru sormak saçma görünebilir ama belki de deneyebiliriz? Belki davetiyeyle başlayabiliriz?
IG: Dediğini yapabiliriz. Serginin adı “Wind.” Ben burada rüzgârı andıran işler ortaya koymaya çalıştım ve çok zor oldu; Leonardo da Vinci’yi düşünüyordum – o da örneğin hep uçmak istediği için. Ve sonra Michael Jackson’ın el hareketi sanki “ffffff”, “Ben ayrılıyorum” der gibidir (galerinin koridorunda aynada eli ve dudağıyla Michael Jackson’ın davetiye üzerinde tasvir edilmiş duruşunu taklit eden bir hareket yapıyor bu sırada). Çok üzgün bir tarzda değil ama… bir şekilde birazcık üzgün de. Ardından dedim ki “Isa Genzken”, çünkü onu hep çok sevdim. Örneğin, her zaman bunun gibi bir ceketim olsun isterim. Bu benim en sevdiğim tarz ve o yüzden dedim ki “ffff” (esme hareketi) “Şimdi geliyorum.”
SD: Yani bu harekette o giderken siz geliyorsunuz diyebilir miyiz?
IG: Evet. Şöyle ki “korkma, üzülme, biliyorsun… ben buradayım.”
SD: Wow, ok. Şimdi sizin bir görüntünüz geldi gözümün önüne, geçenlerde Ludwig’deki açılıştan sonra çekilmiş güneş gözlüklü birfotoğrafınızı görmüştüm – ve giyiminizde, burada bahsettiğiniz bu tarz bağlantısını görmek kesinlikle mümkün. Çok da güzel bir fotoğraftı bu arada. Her neyse.. bu serginizdeki ilk çalışma başlığında Jasper Johns’u anıyor…
IG: O çalışma Jasper Johns’a adandı – Homage à Jasper Johns adını verdim. Aslen bu bayrakları o yaptı, yani bayraklar yüzünden o kadar ünlü ki ve ben de bir bayrak düşünüyordum, o yüzden bunu yaptım, ve o yüzden onu düşünüyordum çünkü inanılmaz derecede ünlü ve ben değilim (her ikimiz de gülüyoruz).
SD: Diyelim ki tüm bu yansıtıcı malzemeden bu çalışma meydana geldi, kesin, ama dikkat çekici olan şey belli bir duruşunun olması – sanki duvara atılıvermiş gibi – gelişigüzel demek istemiyorum ama sanki duvarla temasın etkisiyle form bulmuş gibi görünüyor.
IG: Burada rüzgârı görebiliyor musun?
SD: Evet, dediğim gibi nesnenin yapılandırma şeklinde bir hareket görüyorum elbette.
IG: Sana söylüyorum, bir nesneye koyabileceğin en zor şey rüzgâr… İşte bu bir sonraki heykel için daha da zor oldu…
SD: Bana göre burada giriştiğiniz ilk uğraş seviyesi, nesnedeki farklı şeffaflık düzeyleri aracılığıyla duvarda açıklık yaratma biçiminiz. Ve bu nesnenin hükmettiği renk ve alan odadaki bu etkiyi yaratıyor. Akılda kalıcı görüntü, bu farklı yüzeyler aracılığıyla ortaya kondu – örneğin fotoğrafik kısımlar arttıkça neyin tasvir edildiğini biliyorsunuz çünkü sonuçta ikonlar.
IG: Evet, bu Michelangelo’nun David’i ve o her zaman David ve Michael Jackson’dı. Her zaman David’e benzemek istedi tabi ki – tüm bu plastik cerrahilere baksana. David gibi dünyadaki en güzel erkek olmak istedi.
SD: Burada tabi bir tür hoş, yapay bir cinsellik de var. Bir sonraki parçada Michael Jackson daha dolaysız geliyor, görüntüsüyle – ilk iki parçada görüntüsüne rastlamamıştık. Burada onun farklı afişleri var ve bu parçanın yüzeyinin çoğunu bu afişler oluşturuyor… Bu bir afiş serisi mi?
IG: Hayır onları ben yaptım – ya da yaptırdım – bir baskıcıya gittim ve onlar benim için yaptılar. Bu afişler Annie Leibovitz’in 1987’de çektiği bir dizi fotoğraf karesinden ve onları ben bu ölçülerde bastırdım. Benim için olay onun hareketlerinden ibaret çünkü onun dansı dünyadaki en iyi şey.
SD: Doğru. Şu hiç yapamadığı son turu için alınan provaların filmini geçenlerde seyrettiğimde dansının ne kadar iyi olduğunu yeniden hatırladım. Dansı ve hareketleri, tüm o paket programın adrese ulaşmasındaki anahtar noktaydı. Hareketleri o kadar karmaşıktı ki – sadece etrafta dinamik bir biçimde koşması, hoplayıp zıplaması değil kolunun omzunun üstünden beline doğru inmesi, örneğin – bu kadar basit bir hareket bile sanki beş adımlık, çok küçük hareketlerden oluşan mini bir koreografi içeriyor. Peki, bunun dışında Michael Jackson’da çekici bulduğunuz diğer yönler neler?
IG: Tamamı, her şey – konuşma tarzı, hareket etme tarzı, bir şeyleri yapma tarzı – bana bütünü çekici geliyor.
SD: Toplu bir beden dili var sanki, değil mi? Bütünsel bir eylem gibi?
IG: Evet, bütünsel – gerçekten. Ama tabi ki bu parça onun küçük bir kısmıyla ilgilenebiliyor. Ne yapabilirim ki? Ne olursa olsun o inanılmaz bir füg. Ona karşı büyük bir hayranlık duyuyorum – tamamen hayranıyım!
SD: Bir de tabi bu bağlılık yönü var, Johns’un bayrak işlerindeki gibi, ama elbette farklı bir biçimde, ne dersiniz?
IG: Aynen dediğin gibi!… Tamamen farklı – yani, Jasper Johns sonuçta beni o kadar meşgul etmiyor. Ama Michael Jackson’ı kesinlikle seviyorum.
SD: Farklı bir oyun türü değil mi?
IG: Tamamıyla.
SD: Pekâlâ, şuradaki daha uzun odaya ilerliyoruz – şey, aslında düzenlemeden dolayı daha büyükmüş gibi görünüyor – dört kolon var burada, tabi öyle tanımlayabilirsek… Bir seyirci olarak bu şeylerle ilgili ilk izleniminiz çok düzgün bir sırada durdukları oluyor – ama sonra daha yakından bakınca dizilişlerinde bir hareket var, birazcık eğriler. İşte yine benim bu malzemeyi tartışmak istediğim aynı sorunla karşı karşıyayız, ama çok da bire bir yapmak istemiyorum. Birkaç unsuru daha tanımlamak gerekirse bu sütunların tepelerinde oturan figürler var, şurada örneğin bir nevi dindar görünen Mr. Burns Simpsons heykelciği yanında kafasını yiyen Godzilla robotu ve pahalı görünüşlü kırmızı bir güneş gözlüğü var – Oakleys ya da ona benzer bir şey… Ve burada önümüzde… şey, buna ne dersiniz?
IG: Bu, bronzlaşmış bir gövde heykeli içinde oturan iki yumuşak oyuncak – ama ne anlama geldiğinden tam emin değilim. Şunun da tepesinde iki kafa var, onlar da Michael Jackson’ın anne ve babası olabilir…
SD: Ve sanki yukarıdan tüm odayı gözetliyor gibiler? Onlar için sert diyebilir misiniz çünkü okuduğuma göre ebeveynleri biraz zorlu tiplermiş, öyle mi?
IG: Berbat! Berbat insanlardı ve berbat görünüyorlar, sence de öyle değil mi?
SD: Yani – uğursuz bakıyorlar ama alımlı bir tarafları da var gibi geldi bana…
IG: Ben hoş göründüklerini düşünmüyorum.
SD: Ya ileridekinin üstünde bulunan CD malzemeleri?
IG: Michael’ın tüm CD eşyaları – onuruna.
SD: Başlarda özel olarak ürettirmek zorunda kaldığınız bir kumaştan bahsetmiştik, o buradaki mi?
IG: Hayır o değil – bu kumaşlar daha yaygın ama şu öndeki, ilk sütundaki gerçekten özel bir malzeme. Şu dalgalara, salınıma bir bak. Bu kumaşta çok heykelsi bir kalite var.
SD: Öndeki bu iki heykel farklı katmanları ve drapeleriyle renkli desenli, şeffaf ve saydam motiflere sahip, neredeyse klasik heykellerde olduğu gibi. İkincisinde Grünewald Madonna motifini bile işlediniz – bu aşırı drapeler filan. Bu arkadaki çift de bu tarz daha koyu, daha plastik malzemeye sahip; onlar da mı flater?
IG: Evet ve o koyu plastik malzeme, bilmen lazım, arabalar için, araba camları için.
SD: Yani onları daha koyu kılıyor…
IG: Evet. Çok sert bir malzeme – çok ince görünür ama kırmak mümkün değil.
SD: Şu hafif boyalı camlardan sanırım, dışarıyı gösteren ama içeriyi göstermeyen, doğru mu?
IG: Evet, aynen öyle.
SD: Ve siz bunları gerideki heykellerin ön yüzeyine koydunuz… Onların üzerine de Michael Jackson’ın aynı Leibovitz dans serisinden iki farklı ama çok net iki resmini monte ettiniz. Bana göre siyah folyonun her iki heykele farklı biçimde uygulanması ve resimlerin bu metal kliplerle siyah folyoya tutturulması – sanki fotoğraflarda temsil edilen harekete fiziksel bir benzerlik gösteriyor. Heykeller adeta odada duran bu uzun, neredeyse tavana değen figürlere dönüşüyor. Ve onların üstüne koyduğunuz nesneleri görebilmek için seyircinin belli bir mesafeden bakması gerekiyor. Üstteki nesneleri görmek için seyircinin kafayı kaldırması lazım. Erişilmez konumdalar, değil mi?
IG: Evet ben yukarı bakmayı severim. Hayatım boyunca sevdim. Aşağıya bakmayı sevmem. Gökyüzüne bakarım. Michael Jackson’ın durumunda o tamamen uzakta – her şeye mesafeli. Hepten erişilemez halde. Hepten.
Bu metin, ilk olarak, Mousse dergisinin 22. sayısında yayınlanmıştır. Metnin özgün haline aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: