A password will be e-mailed to you.

Ten ve renk ilişkisi: Renk Ver Bana

Semiha Berksoy, Crying (Otoportre), 1996, Estate Semiha Berksoy ve Galerist izniyleÇınar Eslek, M. Lazarus, 2020Çınar Eslek, Çaputu Gördüm Çıplak Ağaçlarda, 2020 Moisson rouge (Kızıl hasat), 2019Çınar Eslek, M. Lazarus, 2020

…Kasa Galeri’deki “Renk Ver Bana” sergisinin başlığını birbirini tamamlayan, hatta birbirinin devamı gibi kabul edebileceğimiz iki farklı şekilde düşünmemiz mümkün: Renk vermek, ilk akla geldigi gibi kendini belli etmek, niyetini, duruşunu, kendini göstermek, sergilemek. Saklı kalabilecekken kalmamak, açığa çıkmak, hatta açık vermek. Ama bir yandan da, renk ve vermek kelimelerini biraz zamanda aralayarak okuyacak olursak, ressamın paletine, videocunun piksellerine, fotoğrafın kırmızısına, siyahına beyazına yani sanatın olmazsa olmazına işaret eden bir beklenti çağrıştırıyor, sanatçının temel hareketine gönderiyor zira renk vererek kendini açık ediyor sanatçı, renk vererek kendini var ediyor…

Kasa Galeri’den içeri giriyoruz. Bina nasıl imposant, kapılar nasıl kapalı, içerisi nasıl da sessiz. Karaköy’ün kargaşası kapının arkasında kalıyor, unutuyoruz, sessizliğe kulaklarımız alışıyor. Sağdan aşağıya iniyoruz. Binanın en derinlerindeyiz. Binanın bilincinin altındayız. Kasa’nın heybetli kapısı aralık, ağırlığına rağmen her an kapanabilir izlenimi veriyor. İçerisiyle dışarısı arasında iletişim kesilebilir sanki, binanın karanlıklarıyla baş başa kalabiliriz. Karanlıklardan üç ruh çıkar o zaman, renkli, heyecanlı, üç ruh…

Karanlık toplumlarda yaşıyoruz. Derinlerden ilham alıyoruz. Bedenlerimiz çelişki çocukları, kuklaların ipleri karışmış, ne yukarı ne aşağı… kıpırdayamıyoruz.

Günümüz toplumlarında hüküm süren ideolojiler, bireyleri kontrol altında tutmakla, onları çıkarları, hedefleri, istekleri doğrultusunda yönetmekle yükümlüler. Yüküm derken, ihtiyaçtalar. Biopolitikayı Foucault ifşa ettiginden beri biliyoruz ki beden, bahsi geçen ideolojilerin en önemli uygulama alanı, en önemli dikkat noktası, en önemli yatırımı. Beden, yakınıyla uzağıyla, biopolitikanın normalleştirip ehlileştirmeye çalıştığı, çoğunlukla becerdiği ve sömürdüğü bir aygıt, bir araç.

Beden bir savaş alanı

Beden açık alan. Beden, her beden, farklılıkları ya da tekilliklerini saymadan, bir çeşit aygıt aslında, hatta bir savaş alanı. Yavaş yavaş kemirilen bir orman, bir amazon, yavaş yavaş dindirilen bir ağrı, sindirilen bir çıkıntı. Bedenin yakını, etrafı, çevresi göz altında, ideolojiye programlı, ideolojiye odaklı…

Bedeni kontrol altında tutmak için bin yoldan en önemlisi muhtemelen bedenin en yakını , bedeni sarmalayanı, bedeni ihtiva edeni ele geçirmek. Bu açıdan baktığımızda, ten, diğer organlara göre çok farklı bir konumda bizim için. Deri, cilt, ten, kim ne derse, kim nasıl derse, kim nasıl görürse. İster eğitim diyelim, ister koşullandırma, ister özgürlükten bakalım ister esaretten, ataerkil otorite deriyi şekillendirecek ki, verdiği şekil bedene nüfuz etsin, önce bedene oradan hareketlerine, devinimlerine ve tabii düşüncelerine. Sinsice, kararlılıkla işleyecek. Her günün sabahı her sabahın akşamı, bıkmadan, azimle derimizi tabaklayacak.

Kişinin kendisinin farkına varması, ilk olarak kendi bedenini daha muhtaç bir bebekken, onu kucaklayanın teninden ayırmasıyla olurmuş; başka bir deyişle ten, kendi olmak için, kendini tanımak, kısacası varolabilmek için ilk araç, bir çeşit ayna esasında. Nasıl Narsist su yüzündeki aksinde kayboluyorsa, kişi de kendine doğru yolculuğa teninden başlıyor. Bedenin sinirini deneyimlemek, bittiğini anlamak, dış dünyadan içini ayırabilmek demek. Bedeninin sınırlarını kabullenmek , « Ben (ich/ego/moi) »in oluşumundaki en büyük adım belki. En içimizdeki itkiler magmasının sonsuz olmadığını kabul etmekle anlıyoruz, benlik magmanın üzerindeki kabuk misali dışarıyla iletişim için bir arayüz. Dokunarak başlıyor dünya üzerindeki yaşam, dokunmak ilk iletişim yöntemi aynı zamanda kullandığımız ilk dil, çevirisi olmayan, belki en eski ama en gelişmiş ilk lisan.

Eğer ten benliğin kabuğuysa…

Eğer ten gerçekten benliğin kabuğuysa, son noktaysa ya da eğer iç ve dış dünya arasında bir arayüzse, ve hatta ten benliğin en derinine ulaşmak için dolaysız bir geçişse eğer, o zaman uğruna verilen savaşlar o kadar da beyhude değil sanki… Didier Anzieu ve çağdaşı birçok düşünürün de dile getirdiği üzere ten ve tin arasında dolambaçsız bir ilişki var, ten benliğin oluşmasında belki de en büyük rolü oynayan araç, organ, daha da ötesi, ten duyusal bir ağ, benliğe bir örtü, bir zarf. Bir başlangıç, aynı zamanda bir hudut. Baş döndürücü bir kuvvetle alevlenmiş, karmaşık itkiler dünyasına açılan, aynı zamanda onu bir şekilde bir arada tutan son kontrol noktası.

Belki tam da bu sebeple, açık olsun koyu olsun, soluk olsun yanık olsun, uçsuz bucaksız bir kum denizi gibi düşünebileceğimiz bu tekdüze yüzeyde rastalanan her ufak pürüz başlı başına bir hikayeyi çağırır, bir hafıza yeridir, bir bilgi bankasıdır. Küçük ya da büyük her yara izi, sergilenen ya da gizlenen her dövme, yüze düşen en küçük bir bir gölge, göğüste bir leke, tene eklenen her renk bazen bir şiire, bazen bir romana, bazen karanlık sinema salonları icin düşünülmüş bir festivale dönüşür. Ten filmin başladığı yerdir. Ten serginin orta göbeğidir.

Serginin başlığını birbirini tamamlayan, hatta birbirinin devamı gibi kabul edebileceğimiz iki farklı şekilde düşünmemiz mümkün: Renk vermek, ilk akla geldigi gibi kendini belli etmek, niyetini, duruşunu, kendini göstermek, sergilemek. Saklı kalabilecekken kalmamak, açığa çıkmak, hatta açık vermek. Ama bir yandan da, renk ve vermek kelimelerini biraz zamanda aralayarak okuyacak olursak, ressamın paletine, videocunun piksellerine, fotoğrafın kırmızısına, siyahına beyazına yani sanatın olmazsa olmazına işaret eden bir beklenti çağrıştırıyor, sanatçının temel hareketine gönderiyor zira renk vererek kendini açık ediyor sanatçı, renk vererek kendini var ediyor.

İkinci bir deri gibi kumaş

Sergiye katılan üç sanatçı, üç farklı açıdan ten ve renk ilişkisini sorguluyorlar. Üç sanatçı da farklı metotlarla kumaş kullanıyorlar. İkinci bir deri gibi kumaş. Semiha Berksoy kumaşın en mahreminini seçip, çarşaf uzerine çiziyor. MB’nin imgelerinde kumaş bir ortu gibi bedeni saklamakla ya da açmakla meşgul. Çınar Eslek ise kumaşı bir malzeme olarak kullanıyor, rengarenk binlerce çaput parçasından bir yerleştirme gösteriyor.

Serginin çıkış noktası Semiha Berksoy’un yanaklarına kondurduğu ve toplumsal hafızaya kazınmış kırmızı yuvarlak allıklar. Allık değiller muhtemelen, daha koyu, daha yoğun dokulu bir makyaj. Ten üzerine kondurulmuş, tüm genel geçer makyaj teknikleriyle alay eden, görülmemezlikten bilinçli bir sekilde uzak o yuvarlaklar, bir yandan sanatçının kendine, yani kimliğine açılan, bir yandan da tektipleştirilemeyen bedene, kontrol altına alınamayan zihne, yani özgünlüğe ve tekilliğine çıkan yollar. Sanatçının eserleri sergide neredeyse bir totem konumundalar. Tinin tendeki dışavurumunun makyaj olabileceğini, gülüşün hemen üzerine kondurulan kıpkırmızının neşeyle atılan bir kahkahanın, içtenliğin, hafif ve kıvrak, ihtiraslı ya da coşkulu bir varoluşun simgesi olabileceğini söylüyorlar.

Semiha Berksoy’un çarpıcı, dışavurumcu diye tabir edebileceğimiz iki tablosuyla dialog halinde bir yerleştirme açıyor sergiyi. Çınar Eslek en derinimizdeki gölgeleri, umut ve korku gibi neredeyse ilkel denebilecek güdüleri sahneliyor; meta anlatıları nasıl da kolaylıkla içselleştirdiğimize hayret duyuyor. Farklı yüksekliklerde asılmışlar, renkli yüzlerinden sessiz çığlıklar saçılıyor ortalığa, gölgeleri duvarları kaplıyor, heybetli hatta biraz ürkütücü. İlkel toplumlardan bir tanesinin tapınağı duruyor sanki karşımızda. Sanki binlerce yıl önce birileri diz çökmüşler, en derinlerdeki hislerini, en gizli isteklerini emanet bırakmışlar bu heykellere.

Bedenin en içi

Dilek sanatçının kumaş yerleştirmesine verebileceğimiz ilk anahtar kelime. Anadolu’da, Meksika’da, Peru’da, Afrika’da karşımıza çıkan dilek ağaçlarına düğümlenmiş rengarenk kumaş parçalarından oluşan devasa bir yapı serginin tam ortasında duruyor. Yine biraz ürkütücü, ama bu kez biraz da eğlenceli, rengarenk bir ağ. Bir yandan görünmez bir kasnağa gerilmiş, gerildiği yerlerden yırtılmış, zorlukla bir arada kalan bir deri parçasını düşündürüyor, bir yandan da bedenin en içini, organları bir arada tutan dokuları andırıyor, hatta mikroskop altındaki görüntüleri düşündürüyor.

Çınar Eslek’in dokunaçlı yerleştirmesine Marguerite Bornhauser’in fotoğrafları direniyorlar. Neredeyse tezat yaratan yumuşak bir atmosfer var sanatçının imgelerinde. Bedenlerin yüzeyinde renkli ve bugulu rüyalar. Bir uyku hali, ya da bir hipnoz. Sanki gözler kapalı ve bilinçaltına doğru bir yolculuga çıkmak var bu fotoğraflarda. Katman katman bir araya getirilmiş kurgular, tene verilebilecek renklerin tende belirecek hisler kadar değişken, bazen gölgeli, bazen ahenkli, dramatik ama bir o kadar da hafif ve neşeli olabileceğine dikkat çekiyor.

Tene düşen her gölge, yansıyan her renk bir hikaye aslında. Ten benliğin yüzeyi dedik ama aynı zamanda ten benliğin hafızası. Her deneyim, her etap, her geçiş, her açılış, her yolculuk bir iz bırakıyor bu yüzeyde, deri yavaş yavaş zamanı içine alıyor. Marguerite Bornhauser’ın fotoğraflarında zaman farklı yüzeylerde görünür halde, farklı izler, farklı gölgelerde. Rüyaya yatmış genç sanatçı, görünenin en altına gitmiş, oradaki hikayeyi bir ucundan tutmuş, renk vermiş, bedenin üzerinde, bedenin uzerinden sergilemiş.
Hiçbir deneyim aynı degil, hiçbir iz diğeri gibi değil, ama her üç sanatçı da, görmeye pek de alışık olmadığınız renkleri kullanarak, tenin normalleştirmeye direnmek için fethetmek gereken ilk cephe olduğunu fısıldıyorlar.

Kasa Galeri’deki “Renk Ver Bana” sergisi Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde gerçekleşiyor ve 23 Nisan’a kadar sürecek.

 

İLGİLİ HABERLER

Bedenin oluş eyleme maruz kalma etki etme ve etkilenme kuvvetleri

Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu “Beyazımtırak” tüm renkleri kapsadı

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:24:15