…Bir zamanlar hayranı olduğum gruptan oldukça uzaklaşmıştım. Ta ki Mayıs başında sosyal medyada takip ettiğim insanlardan yeni Radiohead klipleri “Burn the Witch” ve “Daydreamers”ın yayınlandığını öğrenip izleyene kadar. Özellikle ikinci klip, Jonny Greenwood’la pek çok filminde müzikal işbirliği yapan ünlü yönetmen Paul Thomas Anderson’ın çektiği ve bir bakıma Erdal Beşikçioğlu berduşluğuyla ortalıkta dolanan Thom Yorke performansına şahit olduğumuz kısa film, dinleyenin ayaklarını yerden kesen ve melodilerin sırtında yükseldikçe ufkunu ferahlatan Radiohead müziğinin geri döndüğünü hatırlattı…
…Bir zamanlar hayranı olduğum gruptan oldukça uzaklaşmıştım. Ta ki Mayıs başında sosyal medyada takip ettiğim insanlardan yeni Radiohead klipleri “Burn the Witch” ve “Daydreamers”ın yayınlandığını öğrenip izleyene kadar. Özellikle ikinci klip, Jonny Greenwood’la pek çok filminde müzikal işbirliği yapan ünlü yönetmen Paul Thomas Anderson’ın çektiği ve bir bakıma Erdal Beşikçioğlu berduşluğuyla ortalıkta dolanan Thom Yorke performansına şahit olduğumuz kısa film, dinleyenin ayaklarını yerden kesen ve melodilerin sırtında yükseldikçe ufkunu ferahlatan Radiohead müziğinin geri döndüğünü hatırlattı…
Doksanlarda dünya çiçek gibi açarken, iletişim ve ses teknolojileri neredeyse bir altın çağın eşiğindeyken, bizim coğrafyamız da müzikal trendleri yakından takip edebilmeye uygun hale gelmişti. Kentlerimizde büyürken biz çocuklar da dünyanın her tarafından akan müziklere hem görsel hem de işitsel olarak kendimizi kaptırabiliyor, pek çok ülkedeki akranlarımızla eşzamanlı olarak ruhlarımızı eşleştiriyorduk. İlk başlarda kente gelen tek tük plağın ya da CD’nin kopyaları dağıldığında alternatif sayılabilecek, Unkapanı müzik endüstrisinin hemen ilgilenmediği müzikler çoğalıyordu: Mesela Radiohead’in ilk albümü Pablo Honey benim kayıp kaset koleksiyonumda bir arkadaşımdan kopyaladığım versiyonuyla yer alıyordu, sanırım 1993’te çıkan kaydı çok da fazla dinlememiştim o zamanlar. Hâlâ “Creep” denince aklıma güzelim Charlotte Gainsbourg ile Johnny Depp’in Yvan Attal’ın bir filminde müzik mağazasındaki müthiş karşılaşmaları gelir, o albümden çok. Ama hemen akabinde her kentte ortaya çıkan müzik marketler, ithal edilen CD’ler ve seri üretim kasetlerle müzik daha rahat ulaşılabilir hale gelmiş, dergiler daha fazla bilgi aktarır olmuştu. Nirvana, Metallica, Guns ’n’ Roses, Bon Jovi, Iron Maiden, Pearl Jam derken ulaşılabilen gruplar, üstelik bazen konsere de gelerek, oldukça çoğalacaktı. Orijinal bir kaset olarak aldığım The Bends albümüyle Radiohead yavaş yavaş içime işlemeye, ruhumdaki garip bir boşluğa konmaya başlayacaktı: “Fake Plastic Trees” ve “Street Spirit (Fade out)” gibi parçalar hem müzikal hem de kavramsal olarak anlam dünyamı değiştirirken, kaset kitapçığındaki garip sanat işleri (sonradan Stanley Danwood’a ait olduğunu öğrenecektim) müziğin görselliğiyle ilgili birtakım izlenimler de yaratmaya başlamıştı. 1995’te çıkan bu kayıta benim erişmem aynı zamanda üniversitede okumak için İstanbul’a göçmeme denk gelmiş, birtakım yeni deneyimlerime eşlik etmişti.
İlk gençlik arkadaşlarımdan bazılarının yoğun müzik zevkinden ve gittikçe genişleyen koleksiyonundan da yararlanırdım o yıllarda ve sevdiğim bir arkadaşım Berlin’den hayatıma katılıyordu ve her seferinde Radiohead hayranlığını Arab Strap’tan Tindersticks’e ya da dEus’a genişleyecek bir yelpazede özel bir konumda tutuyordu. Bu açıdan 1997’de müziğin bir tür efsane kayıtlarından biri olarak ortaya çıkan OK Computer hemen kasedini aldığım, “Karma Police” ve “Paranoid Android” gibi paçaların klipleri de dahil olmak üzere zihnime hızlıca kaydolacak kadar sık dinlediğim bir şaheser olmuştu. Ayrıca o yıllarda kız arkadaşlarımla ilişkilerim yüzeysellikten uzaklaşıp bir tür derinleşmeyle aileler, ruh halleri, deneyimler üzerine sohbetlere ve gittikçe artan oranda kitap okuma, film izleme, müzik dinleme deneyimleri üzerinden sanatı paylaşmaya evrilirken Thom Yorke’un mırıltılarının arasında ortaya dökülen psikolojik sayıklamalarının da katkısı kaçınılmazdı. İçinde bulunduğumuz durumlarda birer baloncuk açılıyor ve bu baloncuk içinden hayatı yeniden değerlendirirken en fazla eşlik eden grup Radiohead oluyordu sanki. Hatta 2000 yılında, 99 depremi sonrası yıkılmış bir coğrafyanın çocuğu olarak kendimi yeniden oluşturmak için boşluk içinde salınırken çok farklılaşmış bir Radiohead müziği olan Kid A ile karşılaşınca, “Everything In Its Right Place”, “How to Disappear Completely” ve “Idioteque” gibi parçalarda olduğu gibi, ruhumun salınımlarıyla Radiohead’in müziğinin yarattığı salınımlar eşleşmişti adeta. O zamanlar hâlâ kaset koleksiyonu yapmaktaydım, CD’lere geçişim ürkek oluyordu, ama teknolojinin imkânlarıyla bilgisayardan müzik dinlemeye başlamıştım da, dolayısıyla Radiohead kayıtlarına hem kaset koleksiyonumda hem de dijital data koleksiyonumda yer veriyordum, zamanla yasallıklarını yitirecek olan, müzik endüstrisinin hem yayılmak için kullandığı hem de bir bakıma nefret ettiği Napster’dan Audio Galaxy’ye, Soulseek’ten last.fm’e çok farklı uygulamalarla müziğin altını üstüne getiriyordum. Dijital koşulların kişinin müzikle çok daha yoğun, engelsiz ve mekâna ihtiyaç duymadan ilgilenmesine yardımcı olduğu bir dünyaya geçmiştik ve Radiohead hem müzikal anlayışıyla hem de dijitale göz kırpan tavırlarıyla bu dünyanın öncülerinden oluyordu. Aynı kayıt periyodunda ürettiği parçaları 2001’de Amnesiac adıyla ertesi yıl piyasaya sürdüğünde, ben artık dijitalden takip ediyordum grubu. Aynı dönemde internetteki çeşitli sitelerinde (W.A.S.T.E. ve greenplastic gibi) paylaştıkları bana avangart gelen metinleri ve grafik işlerini takip ediyor, grup elemanlarının taşkın imgelemlerinden etkilenerek kendi küçük metinlerimi yazmaya çalışıyordum. Psikolojik hallerimizi, neredeyse psikosomotik ilaçlar gibi etkileyen müzikleri, bu dönemden itibaren elektroniğe çok fazla yer vermeye başlayınca kimi zaman beni huzura kavuşturacağına huzursuz etmeye başlamıştı yalnız.
Bir süre sonra dünyanın gidişatı Bushlu ve savaşlı yıllara kayınca, 2003’te daha gitarlı, hal ve gidişata protest Hail to the Thief albümünü dinleyicilerine yolladı grup ve daha fazla kendi solo projelerine, arayışlarına yöneldiler. Bu yıllarda dijital müzik mekândan temin edilen müzik kayıtlarını yemeye başladığından dolayı, her müzisyen kendi stratejisini geliştiriyordu ve EMI ile yaptıkları köklü plak sözleşmesinden kurtulmuş olan Radiohead de 2007’de In Rainbows albümünü istediğini öde mantığıyla dijital olarak müzik severlere sunuyor, ama yavaş yavaş çarpıcılığını yitiriyordu. Grup elemanları (özellikle Thom Yorke’un elektronik kayıtlarıyla gitarist Jonny Greenwood’un film müzikleri) kendi yollarında daha iştahlı işler yapmaya devam ediyordu, bir tür U2 gibi benim hayatımda çeşitli sebeplerden atmosferin üst tabakalarında yok oluyordu, dolayısıyla 2011 yılında çıkarttıkları King of the Limbs hiç uğramadığım bir albüm olmuştu. Belki de ülkemizdeki kaotik koşulların da koyulaşmasına denk gelen bir dönüşüm sürecine yakalanmıştık ve takip ettiğim müzik dergilerinin de kapanması, sosyal medyanın mekânsal medyaları yemesi, kamu yayıncılığının sıkı düzene oturması, gençliğin ulaşabileceği medyanın parça pinçik yeni biçimlerle varlığını sürdürmesi gibi gelişmeler nedeniyle bir zamanlar hayranı olduğum gruptan oldukça uzaklaşmıştım.
Ta ki Mayıs başında sosyal medyada takip ettiğim insanlardan yeni Radiohead klipleri “Burn the Witch” ve “Daydreamers”ın yayınlandığını öğrenip izleyene kadar. Özellikle ikinci klip, Jonny Greenwood’la pek çok filminde müzikal işbirliği yapan ünlü yönetmen Paul Thomas Anderson’ın çektiği ve bir bakıma Erdal Beşikçioğlu berduşluğuyla ortalıkta dolanan Thom Yorke performansına şahit olduğumuz kısa film, dinleyenin ayaklarını yerden kesen ve melodilerin sırtında yükseldikçe ufkunu ferahlatan Radiohead müziğinin geri döndüğünü hatırlattı. Zamanın koşullarına uygun olarak çok hızlı ve açıkası gizli bir tanıtım stratejisiyle on bir parçalık yeni albümleri A Moon Shaped Pool dijital platformlardan ulaşıma açıldı (müzik marketlerden satın alınabilecek CD ya da vinyl versiyonları için Haziran beklenecekmiş) ve birkaç gündür hiç durmadan bu albümü dinliyorum. Müzik yayınları tarafından heyecanla karşılanan ve orta yaşlı rock grubunun zorlu performansına şapka çıkartılan bir albüm olarak görüldü yeni kayıt dünyada. Banaysa her nedense bu katman katman özel olarak tasarlanmış albüm, Kid A’den sonra gelse hiç garip gelmez müthiş bir performans izlenimi verdi. Ritimleri mikro salınımlara, titreşimlere çok yer veren parçalar, dinlerken benim de ister istemez sallanmama, neredeyse psikosomatik tepkiler vermeme sebep oldu. Elektronik piyano oyunları kimi zaman ıssızlık ve yalnızlık izlenimi verdi (“Daydreamers” parçasında piyano loopları yıllar önce Haruki Murakami’nin Kafka Sahilde kitabı için Amerikalıların yaptığı internet sitesinde kullanılan loopları hatırlattı mesela). Kulağıma çalınan you really messed up (“Full Stop”tan), their faces are concrete grey (“Glass Eyes”dan), broken hearts make it rain (“Identikit”ten), one day at a time (“The Numbers”dan), distance it’s like a weapon (“Present Tense”ten) sözleri lirik atmosferik Radiohead’i bana geri getirdi. Albümü kulaklıkla dinlerken yakaladığım her ses teknisyenliği oyunu heyecan yarattı, çok farklı tarzların üst üste yapıştırılmasını andırsa da albümün bütünlüğüne hayran kaldım. Neredeyse bir bilim-kurgu müzikali gibi algılanabilen bu şaheser, zamane insanını kulaklığını taktığında bambaşka bir atmosfere taşıyabilir. Ayrıca yeni albümün şenlikli tanıtım süreci esnasında bakalım daha ne sürprizler göreceğiz Radiohead yayınlarında, kulağımız kadar gözümüz de üzerlerinde olmaya devam etmeli…
Mert Tanaydın