A password will be e-mailed to you.

Usta heykeltıraş Mehmet Aksoy, Anna Laudel Contemporary’de açtığı sergisiyle karşımızda.  “Çekicin Rüzgârındaki Ezoterik İllüzyonlar”*  adını verdiği sergi, Karaköy’deki Bankalar Caddesi’nin rüzgârını yanına alarak, tarihi Komando Merdivenleri ile komşu. Yüzlerce yıldır insanlık için önemli bir konumda olan bir semtte Aksoy; şaman, Kibele, Şahmaran ve Anadolu motifleriyle insanlığın ortak köklerine ait değerlere vurgu yapıyor. Galeride üç kata yayılan heykel ve resimden oluşan işler adeta birbiriyle ışık gölge oyunu içinde. Bu işlere bir de galeride çalınan müzik eşlik ediyor. Mistik havanın etkisiyle ruhu etkileyen bu ortamda Aksoy’la söyleşi yapmak üzere bir araya geliyoruz. Ömrünü taş yontarak ondan sanat eserleri ortaya koyan bir sanatçı şunu diyor: “Modern yüzyılın mezarlıklarında yaşıyoruz biz şu anda…”

Tophane-i Amire’de 2012 yılında açtığınız “Zamanın ve Mekânın Suretleri”  adlı sergiden sonra yeni bir sergiyle merhaba dediniz sanatseverlere. Bir sergi açmak için beş yıl beklemenizin nedeni heykelleri sergileyebileceğiniz galerilerin olmayışı olabilir mi? Ya da açacağınız serginin, anlatmak istediğiniz konuyu tam olarak yansıtmasını mı bekliyorsunuz?

Retrospektif sergilerin dışında sergi açtığımda yeni bir konu, form, heykel ve endişeler olmasını isterim. O dediğinizde doğru. İstanbul, Türkiye’nin sanat başkenti sayılır. Ama adam gibi heykel sergisi açacak salonu yok. Devlet galerisi hiç yok. Özel galeriler var onlar da çok müsait değil. Biz duruma göre işler yapıyoruz. Bir sergi açacaksam mekâna uygun heykeller yapıyorum. Hem heykeli, boyutunu hem de heykeller arasındaki ilişkileri göz önünde bulunduruyorum.

Kültür başkenti dediğimiz İstanbul’da bir heykeltıraşın eserlerini sergileyebileceği uygun bir mekânın olmayışını neye bağlıyorsunuz?

Heykelle ve sanatla ilgili bir problemimiz var. Gelen hükümetler iyi niyetli olsalar bile çok bilmedikleri ve sanat kültürü düzeysiz olduğu için, heykel sanatı meydanlara dikilen bir takım heykeller olarak algılandı. Onlar için kahramanların heykelleri yapılır. Heykel sanatı oraya sıkıştırılmıştı. Bu epey zaman böyle gitti. 

Nerede kırıldı?

1960’lı yıllarda başladı. Kuzgun Acar, Ali Teoman Germaner, İlhan Koman ve Sadi Çalık gibi heykeltıraşlar Atatürk heykelleri de yaptılar ama heykeli bir form dili gibi görmeye başladılar. Yavaş yavaş gelişti. Neredeyse 50 yıldır gelişen bir sanat. Toplumsal gelişme için bu elli yıl hiçbir şey değil. Yani bir başlangıç ve nefes alma gibi. Onun için alt yapıya dair bir şey yapılmadı. Görüyorsunuz bir Atatürk Kültür Merkezi (AKM) yapılmıştı zamanında. AKM’nin mücadelesini veriyoruz açılsın diye. Kaç senedir kapalı duruyor. Neden atıl duruyor? Kocaman bir bina bütün fonksiyonlarıyla birlikte atıl durumda. Ve bu bir düşmanlık aslında. Sanata bir düşmanlık açıkça. Hangi sebepten olursa olsun. Sanat anlayışının sıfırlanması demektir aslında.

Daha önceki hükümetlerden ve anlayışlardan söz edeceğim. Heykel kültürü olmadığı için mesela AKM’nin 2. katında bir salonu var fakat yük asansörü yoktur. Heykel taşıyamazsın. Orada üç-dört kişilik bir asansör var. Heykel taşımak için bilmem kaçıncı kata çıkman gerekiyor. Düşünülmüş ama önünde bir ton engel var. Ben orada bir sergi açtım. Allahtan parçalı heykeller yapıyorum iki ve üç kişinin taşıyabileceği ağırlıkta. Ki bu da Türkiye gerçeğinden çıkma bir form anlayışıdır. Türkiye’de böyle, ne yapalım, biz de küçük küçük, eklemeli heykeller yaparız. Omurga gibi birbirine geçecek bir vücut olacak gibi düşünmeye başladık heykelleri mecburen. Bu da iyi oldu. Yokluktan da insanlar bir şey icat edebiliyor. 

Mehmet Aksoy, Yılanlı Şaman, 2010, Anna Laudel Contemporary

“Heykel eleştirisi değildi”

Geçtiğimiz günlerde bir gecede Diyarbakır’daki Roboski Anıtı kaldırıldı. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Barış süreci dediler, bilmem ne süreci dediler. Anlaşın filan derken fiyaskoya mal oldu. Birçok cana mal oldu. Büyük bir yanlış oldu. Kötülük oldu. Onun neticesinde o heykel de kaldırıldı. Her şey puan toplamak üzere yapıldığı için gerçeklikle ilgisi yok. Heykeli gerçekten içeriği, formu bakımından düşünme yok. Bunu konuşamayız bile. O politik bir karar. Politik bir durum. Onun bir aleti haline geldi. “İnsanlık Anıtı” da öyleydi. Politik bir durumdu. ‘Ucube’ bir küfürdü orada. Ama bir heykel eleştirisi değildi elbette. Bütün o söylenen sözlerin hiçbirisi heykel eleştirisi değil. Heykel kültürüyle ilgili, ben diyorum ki o heykel kültürümüz yok. Heykel üç boyutludur. Heykelin etrafında dolanacaksın. Nerede, hangi mekânda nasıl bir etki yapıyor? Güneş, insan ve şehirle ilişkisine bakacaksın. Bu konuda bir eleştiri var mı? Yok. Politik ve kişisel bir karardı.

Öte yandan 1989 yılında yaptığınız “Meçhul Asker Kaçağı” Almanya’da Bonn Şehri’nde Barış Meydanı’nda sergilenmek üzereyken Hıristiyan Demokrat Parti tarafından engellendi. Son olarak bir kilisenin bahçesinde sergilenmeye başladı. Bu eserin ortaya çıkardığı tartışmalar Almanya’da bir şeyleri değiştirdi mi?

Faşizm insanlık suçu. Avrupa veya Alman Parlamentosu faşizmi insanlık suçu olarak kabul etmiştir. Fakat burada bir boşluk var. Pratik hayatta ne olmuş? Bu faşist ordudan kaçan ve direnen kaçak askerler var. Hitler’in ordusundan on binlerce asker kaçıyor savaşa karşı oldukları için. Korkudan değil çünkü savaştan kaçmak bir cesaret işidir. Daha kötüdür, yakalandığında kurşuna dizilirsin. On binlerce kişi kurşuna dizilmiştir de. Bugüne geldiğinde bunun heykelini yaptığın zaman bir anda şoke oluyor insanlar. Ve diyorlar ki; hayır bu bizim ordumuza bir hakaret. Bir anda büyük bir tartışma yarattı bu heykel.

Sonrasında ne oldu?

Yarışma sonunda kazanılmış bir heykel, Bonn şehrine dikilecekti. Hiç kimse heykelin estetiğine laf edemiyor. Sanat eleştirmenleri de çok iyi buluyor. Oradan kurtardık ama içerikten kurtaramadık. “Meçhul Asker Kaçağı” diyorsun. Meçhul deyince farklı bir değere sokuyorsun. Asker kaçaklarının hakları verilmiyordu. Kamusal alanda görev alamıyorlardı. Demokrasi var, parlamenter bir rejim var ama anti-faşistlere haklarını vermiyorsun. Bu heykel tartışması sonunda bütün haklarını geri aldılar. Bu çok önemli bir şeydi. Ve Körfez Savaşı sırasında da savaş karşıtı bir şey oldu. Potsdam’da bütün öğrenciler Körfez Savaşı bitene kadar heykeli beklediler. Bu da önemli bir şey. Bir heykel insana moral gücü yaratabilir. Bir savaş gerçekliğini ve savaş karşıtlığını idrak edilmesini sağlayabilir. Heykeli birlikte açtığımız asker kaçaklarının bütün hakları geri verildi. Heykel deyip geçmemek gerekiyor. Bir sürü işleri başarabiliyor.

Mehmet Aksoy, Zümrüd-ü Anka, 2014, Anna Laudel Contemporary

“Yokluğuyla var olan bir heykel oldu”

‘İnsanlık Anıtı’ Türkiye’de neyi değiştirdi?

Türkiye’de ilk defa Cumhuriyet Tarihi’nde bir heykel gündemimize oturdu. 2 buçuk, üç sene gündemde kaldı heykel meselesi. En önemli projelerin yanında yan yana çıktı. Ben bu süreçte hep heykeli anlattım. Bu da çok önemli bir şeydi heykel adına. Bir de o yıkılan heykel yokluğuyla var oldu. Kars’a giden her insan o heykeli görmeye gidiyor. Yok olan heykeli görmeye gidiyor. Gidiyorlar o tepeye çıkıyorlar, görüyorlar. İşte “İnsanlık Anıtı” buradaydı, şöyleydi, böyleydi diye anlatan mihmandarlar var orada. Dünyada böyle bir şey yok. Yokluğuyla var olan bir heykel oldu. Dünyada bir ilk yaşandı gerçekten. Demek neymiş, kalplerde, zihinlerde olan şey yıkılamazmış. Taş değilmiş, bir de bunu anlıyoruz.

Sergiye gelmek istiyorum. “Çekicin Rüzgârındaki Ezoterik İllüzyonlar” neyi anlatıyor? Ezoterizm bir konudaki derin bilgilerin ustalar tarafından ehil olanlara anlatılması değil midir? Bir anlamda o illüzyonu veya yanılsamayı ortadan kaldırmaya yönelik çaba.

Serginin temel sorunu da bu. Bu tür mitosları, şamanik konuları, ruhlar dünyasına giriş çıkışları, insanın kendi gücü, bu gücün dışarı çıkması, insan-doğa ilişkisi… Birtakım şeyler böyle illüzyonlarla anlatılır. Bir şey “Mış gibi” olur fakat o bir gerçeği yansıtır. Bu bir hayaldir, bir ruhtur. Şimdi ruhu nasıl anlatacaksın? Bir yanılsamayla anlatılabilir. Başka türlü düşünemedim ben. Çünkü elle dokunulabilecek bir şey değil. Gövdesi ve fiziği yok. Maddesi olmayan bir şeyin heykelini yapıyorsun. Transparan formları arka arkaya kullanarak bir illüzyon yaratmaya çalıştım.

Mehmet Aksoy, Açılış, Gören Duyan Kibele, Anna Laudel Contemporary

“Heykelimin baş artisti benim”

Anladığım kadarıyla heykelleri yapıp işiniz bitmemiş. Bir de bu heykelleri galeri mekânına uygun bir şekilde yerleştirmişsiniz?

Asıl süreç odur. Bugün bir takım küratörler sanatçılığa soyunup sergi yerleştirmesi yapıyorlar. Bunu aslında sanatçıların yapması lazım normalde. Bir heykel nerede durur, nasıl ışık alır, nasıl konuşur, arkasında ne olmalı, hangi boyutta bir yere konmalı, diğer heykellerle ilişkisi, mekâna bir ışık yayıyor mu yaymıyor mu, enerjisi var mı yok mu? O belirliyor. O da tabii bir sanat. Mekân ve form duygun yoksa bunu yapamazsın.

İyi heykel yerleştirmeleri yapan küratörler var mı?

Ben küratörlüğe toptan karşı olduğum için isimlerini de bilmiyorum.

Neden karşısınız?

Küratörlük benim için güdücülük gibi anlıyorum. Biz de koyun değiliz. O kadar da değil. Yarat, uğraş ondan sonra seni birisi toparlasın bir yere soksun, bir başlık atsın… Onun da adı yazılıyor başa zaten. Sinemada baş artist onlar, biz figüran. Bu olmaz, böyle bir şey yok. Heykelimin baş artisti benim.

Kimselere bırakmam mı diyorsunuz?

Niye bırakayım. Ben yapıyorum. Ona niye bırakayım. Herkes yerini bilsin. Sergi yerleştirici desin bir şey desin adına. Yok, beni güden birisi değil o. Öyle bir şey yok.

Mehmet Aksoy, Sağaltıcı Şaman, 2012, Anna Laudel Contemporary

“Hayat farklılıkların güzelliğidir”

Serginin ana konusu bir köken arayışı olarak yorumlanabilir. İnsanlığın ortak kökenlerini anlatma çabası. Sadece bir inanca ve ulusa ait mitler, metaforlar, sembol ya da imgeleri kullanmıyorsunuz. Buradaki amacınız nedir?

İnsanoğlu, doğa ve dünya… Dünyayı ben bir bütün olarak görüyorum. Üstünde yaşayan farklı ırktan ve etnik kökenden insan var. Hayvanları ve canlıları da ayıramıyorum. Dünya ve hayat bu faklılıkların güzelliğidir. Bu farklılıklar düşmanlık haline getirildiği için bir de buradan bakın demek istedim bu sergide. İnsanız dediğimiz zaman bir ırk ve soydan bahsediyoruz. Bunun beyazı, siyahı yok. Nerede yaşarsa yaşasın. Hangi çağda yaşarsa yaşasın. İnsanı duyguları, vicdanı, dokunma ve görme duygusunu kaybetmeyelim. Bunların toplamı biziz. Her şey birbiriyle iletişim içinde. Bütün dünya ve evren iletişim içinde. Sergide, evrende bir şey bozulursa her şey bozulur gibi uyarılar var.

“Ne kadar geriye bakarsak o kadar ileriye gideriz”

Ama öte yandan günümüz dünyasında bu mitlerin pek bir karşılığı yok. Günümüz modern ya da post modern dünyası başka mitler yaratıyor. Binlerce yıl öncesinden bir miti bu güne getirme ihtiyacı neden duydunuz?

İnsanoğlu devamlılık ister. Akıllı insanlar da hep arkaya bakar. Önde gelecek vardır. Arkada bir yaşanmışlık vardır. Öne gitmek için arkaya bakmak gerekiyor. Böyle bir endişeden çıkıyorum. Ne kadar geriye bakarsak o kadar ileriye gideriz. Unutmayız. Bunlar yapıldı. Bunların üstüne çıkmamız gerekiyor. Osmanlı dönemine dönmek, geridir. Sen şimdi Cumhuriyet’e gelmişsin, Cumhuriyet’in nimetleriyle büyüyorsun, besleniyorsun, yetişiyorsun içinde ve diyorsun ki, doksan yıl geriye dönelim. Böyle bir şey yok. Bu geri düşüncedir. Oradan geriye bakarak, bunlar bunlar oldu, daha iyisi nasıl olura bakacağız. Bizim işimiz bu. Onun için ben bu işe “el verme” diyorum. Aslında birbirine el vererek gelişir insanoğlu. Yani bir bilgi üstüne bir şey konulur, sana sunulur. Sen bir şey koyarsın başka birisine sunarsın. Bu çağlar boyu gider. Ve bu bilgi genlerimizi etkilemeye başlar. Bu bilgi genlerimizde çoğalır, büyür. Yani gelişme böyle olur. Yoksa hep maymun kalırdık. İnsan ve doğa hep ilerler.

Mehmet Aksoy, Şahmeran, Anna Laudel Contemporary

“12 Eylül’de şahmaran katledildi benim için”

Sizin birçok eserinize konu olan Şahmeran‘ı bu sergide de görüyoruz.  Şahmeran hikâyesi insana güvenilmeyeceğini anlatıyor…

Şahmaran aslında insanlardan kaçan bir canlı. İnsanın kötü olduğunu, fitne, fesat ve ihbarcı olduğunu düşünüyor. Şahmeran hikâyeleri benim 12 Eylül’de dikkatimi çekti. Ve 12 Eylül’le tam birebir uygun olduğunu düşündüm.

Nasıl yani?

Baştakiler hastalandı şahmeranın etini yiyecekler, iyi olacaklar. Öyle düşündüm. Ve doğrusu da bu. Ne zaman baş hastalansa tabanın eti yenir sonuç olarak. Şahmaran katli 12 Eylül’dür. 12 Eylül’de Şahmaran katledildi benim için. Şahmaran öyküleriyle Aya İrini’de 1989 yılında yapılan İstanbul 2. Bienali’ne katıldım. Oradan başladı hikâyeler. Orada bir bilgelik de var.  Şimdi güvensizlik, ihbar, arkadaşlık falan var ama bir de bizim vahşi, kötü, çirkin dediğimiz canavarların, sürüngenlerin hey şeyin dilinden anlıyor. Ondan sonra bitkilerin dilinden anlıyor. Yanında kalan Camsab’ı affediyor. Camsab, Şahmeran’ın etinin üçüncü suyunu içtiği için bitkilerin dillen anlıyor. Şahmeran bütün genlerini Camsab’a veriyor. Burada böyle bir gen teorisi de var. O Camsab, Lokman Hekim’dir. Bitkilerin dilinden anlayıp bunu kitaplaştıran bilimsel hale sokan ve şu anda alternatif tıbbın babalarından biri sayılan Lokman Hekim’dir. Oraya dikkat çekmek için de yapıyorum.

Mehmet Aksoy

“Binalar mezar taşları gibi”

Her insan biraz şamandır diyorsunuz. Yani doğaya ait. Özellikle sanayi devriminden sonra gelişen teknolojiler nedeniyle doğayla ilişkimiz kesilmeye çalışılıyor. Bu konuda başarılı oldukları da söylenebilir. Kurtuluşumuz yeninden doğada ve şaman olmakta diyebilir miyiz?

Kurtuluşun bizimledir (Gülüyor). Aslında sen mezarlıkta yaşadığın için öyle geliyor. Modern yüzyılın mezarlıklarında yaşıyoruz biz şu anda. Beton şehirlerde yaşıyoruz. Bu binaları mezar taşları gibi düşün ve biz onların içinde yaşıyoruz. Doğadan koptuk. İzole edildik. Onun için piknikçiler çıktı. Sen doğa hasretini gidermek için ilk gördüğün yeşilin altına oturuyorsun. Denizi, gökyüzünü ve ağacı çekmeye çalışıyorsun. Neden? İşte bu hasretten. Bu sergi bunu anlatıyor. Her insan köklerine dönmek ister. Her insan şamandır. Doğaya karşı bu hasret var.

“Hakikaten ışığı yontuyorum”

Aslında taşı değil, ışığı yontuğunuzu söylüyorsunuz. Işığı iyi bilen biri olarak fotoğraf çekiyor musunuz?

Fotoğrafı 1960’lı yıllardan beri çekiyorum. Karanlık odayı çok iyi bilirim. Hatta fotoğraf sergisi de açmışımdır. Genelde bana gelen fotoğrafçılarla anlaşamam. Eğer fotoğraftan anlıyorsa anlaşıyoruz. Ama hevesli tiplerle anlaşamıyorum.

Neden?

Onlar her şeyi bilmiş gibi oluyorlar. Bir şey söylersem güceniyorlar. Gücenince ben de diyor ki; bana bak, kendine gel. Ben ışığı iyi bilirim. Bu iş ışık işidir başka bir şey değildir. Heykeli çok iyi bildiğim için düşen ışığı ben iyi bilirim. Çünkü her gri, siyah ve beyaz tonunu düşünürüm. Oradan gelirse ışık böyle düşer, buradan gelirse böyle düşer. Bunu bilmezsem taşı yontamam. Ben hakikaten ışığı yontuyorum. Form dediğimiz şeyler nedir? Işığı taşıyan satıhlar, ışığı taşıyan kütlelerdir. Açılarla, yüzeylerle oynuyorum. Bir yerden ışık gelecek sonra yavaş yavaş dağılacak. Biz bunu heykel yontarken yapıyoruz. Sen fotoğraf çekerken görmüyorsun? Ben bu sefer takılıyorum. Kardeşim ışık buradan gelecek burada siyah, burada beyaz olacak. Sen öyle yapacaksın diyorum. Tabii bir karşılıklı saygılar içinde olunca güzel şeyler çıkıyor.

Yakın gelecekte fotoğraf sergisi var mı?

Bir sürü şeye inat bir fotoğraf sergisi yapsam iyi olacak.

Kime inat?

Aslında, anlamıyor ve küçümsüyor diyenlerin inadına ışık senfonisi gibi bir sergi açmalı. Görülsün ışıkla nasıl oynanılıyor. Fotoğrafçılık ışıkla oynarken ona kişisel bir anlam vermektir. İyi bir fotoğrafçı bunu yapar. Veremiyorsa canı sağ olsun.

Son olarak, eserlerinizin ana malzemesini taş oluşturuyor. Ve taşla ilgili birçok özdeyişleriniz var. Bu sergide de taşla yaptığınız eserlerin ağırlıkta olduğunu görüyorum. Yine de sormak isterim. Bunca yıldan sonra taş hakkında neler söylersiniz?

Taşta bir güzellik var. Bir kere tesadüfler yaratıyor. Dıştan içe doğru yontarken yepyeni formlar sunuyor sana. Üçüncü boyutun mucizelerini yakalarsın devamlı. Çünkü deseni bir taraftan çiziyoruz. Arkadan da çiziyim diyorsun falan ama taşla öyle bir imkânlar geliyor ki; milyon kere alternatifler geliyor. Her sanatçı biraz tesadüf avcısıdır. Tesadüfler yaratırsın ve avlarsın. Taş, tesadüf yaratmaya çok imkân veriyor. Tesadüf yaratıyor, sana sunuyor. Bunu hiç düşünmemiştim diyip hemen avlıyorsun. Bir konuya yoğunlaşmışsan onu yakalarsın. 

*Sergi 20 Nisan’a kadar gezilebilir.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 13:34:00