Margarethe von Trotta bugün 81. yaşını dolduruyor ve sinemaseverlere “Ingeborg Bachmann – Reise in die Wüste” (Çöle Yolculuk) filmini armağan ediyor! Hem onun doğum günü hem sinema dünyasının bu göz kamaştırıcı feminist biyografik filmi kutlu olsun!
73. Berlin Film Festivali’nde yarışan Reise in die Wüste filminin çok iyi olması, Altın Ayı’yı, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu Gümüş Ayı ödüllerini hak etmesi sürpriz değil elbette. Sinema tarihinin en önemli yönetmenlerinden ve feminist sinemanın en güçlü temsilcilerinden biri Von Trotta. Rosa Luxembourg ve Hannah Arendt misali öncü kadınların hayatlarından kesitleri sinemaya parlak bir başarıyla aktardı. 2.Dünya Savaşı sonrasında Almanca konuşulan dünyada adeta bir yıldız haline gelen şair ve yazar Ingeborg Bachmann kadar özgür ruhlu, zamanının ilerisinde düşünen ve yaşayan, bir o kadar da zarif, hoş ve hassas bir kadının, manifestosuz ama, hayatı ve eserleriyle apaçık feminist bir figürün filmini de elbette Margarethe von Trotta çekecekti… Kadın kahramanları betimlemedeki inceliği ve oyuncu yönetimindeki ustalığını Bachmann’ın metinlerinden alıntılarla zenginleşen diyaloglarla daha da çarpıcı hale gelen senaryoyla birleştirince bu başarıya erişmemesi olanaksızdı.
Bachmann’ı kendisi gibi ünlü bir yazar olan Max Frisch ile ilişkisi yeni bitmiş, üzüntüden yatağa düşmüş bir noktada karşımıza çıkarıyor, Von Trotta. Geriye dönüşlerle bu ilişkinin başlangıcını, gelişmesini ve sarpa sarmasını anlatırken, paralel kurguda kendisine hayran genç yazar Adolf Opel ile Mısır’a yaptığı bir yolculukta yeniden kendini bulmasını izliyoruz.
Yazdığı her bir sözcüğü tek tek düşünen, değerlendiren bir yazarın sevdiği, seviştiği, uğruna ülke değiştirdiği, aynı çatı altında yaşamaya gayret ettiği bir erkekten ayrılınca başka türlü etkilenmesinin mümkün olmadığını anlatı evrildikçe fark ediyoruz. Ingeborg Bachmann’a o çok alıntılanan “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar,” cümlesini neyin yazdırdığına, her daim bilincinde olduğu bu durumdan onun bile kaçınamadığına, ama hastane odasında bir çiçek gibi solmuşken, içinden gelen ışıltısı, yeteneği ve özgür ruhuyla çölün ortasında nasıl yeniden yeşerdiğine de tanık oluyoruz.
Bachmann duygularını saklamayan, bastırmayan, değişken bir ruh haline sahip bir kişilik. Margarethe von Trotta filmin tarzını onun duygularına uyumlu bir değişkenlikle çekmiş. Henüz kendini iyi hissetmediği için dolunayda çölde dolaşmaya çıkmadığında pencereden dolunay görünüyor ama kamera odadan dışarı çıkmıyor. Ancak Bachmann’ın çöl manzarasının tadını çıkarmaya başlayınca görüyoruz güzelliğini. Ürdün’de Wadi Rum’da çekilen bu sahneler Batılı entelektüelin egzotik diyarda yolculuğunu ya da çölde kendini bulma mistisizmini hissettirmemek için özenle çekilmiş. Ama böyle bir yerde olmanın da anlamı var, Avrupa’nın o ikiyüzlü burjuva ahlakından ve şehir uygarlığından uzakta olmayı simgeliyor. Kültürel ve coğrafi olarak gidilebilecek en uç nokta burası…
Bachmann’ı tanıyan ve sevenler için define sandığı gibi bir film Reise in die Wüste, hiç okumamış olanların ise onu yakından tanıyabileceği ve okumak için kitaplarını almaya koşacağı bir film bu… Von Trotta, son yılların en iyi filmlerinden ikisinde, Mia Hansen-Love’ın Bergman Adası ve Marie Kreutzer’ın Korsaj’ında, Phantom Thread dahil birçok kalburüstü yapımda rol alan Lüksemburglu oyuncu Vicky Krieps’ten üstün bir performans almış. Krieps bu rolü Bachmann’ın filme taktığı dantel eldivenler gibi geçirmiş üstüne! Benim şehrim dediği yer Roma olan yaşama sevinciyle dolup taşan bir kadın o. Onu ilk gördüğümüzde pembe saten bir gece elbisesi giymiş, birçok sahnede ayağında dikkatimizi çeken siyah iskarpinleriyle dönemin ruhunu da yansıtıyor. Gücünü yitirmekte olan ataerkil sistemin karşısına dikilen, evlenmeyen, çocuk doğurmayan, monogam olmayan bir modern kadın tipi çiziyor.
Sinemaseverler Max Frisch rolündeki Ronald Zehrfeld’i Christian Petzold’ün Barbara ve Feo Aladağ’ın Ayrılık filmlerinden anımsayacaktır. Kalın çerçeveli gözlüğü ve ağzında piposuyla belleklerimizde yer eden ünlü Max Frisch portre fotoğraflarından kopyalanıp yapıştırılmış gibi duruyor. Frida Kahlo’nun Diego Rivera’sı, Camille Claudel’in Auguste Rodin’i misali Ingeborg Bachmann’ın da Max Frisch’i var… Ne kadar entelektüel ne kadar yetenekli ne kadar aşık da olsa sonuçta onun seçtiği bir hayatı yaşayan, onun evinin kadını olan, yemek pişirip bulaşık yıkayan, kıskançlık krizlerine katlanan, fedakar, sadık bir eş istiyor, kendisi sadakatsiz olsa bile… Bachmann’ın isyan ettiği küçük burjuva erkekleri temsil ediyor.