“Artık 80 yaşındayım, bundan sonra ne çeksem yanıma kârdır” demiş Woody Allen sinema yazarı Esin Küçüktepepınar’a. 80, dile kolay. Ve bu 80 yaşındaki adam hâlâ her yıl senaryosunu kendi yazdığı dört başı mamur bir sinema filmi çekiyor. Üstelik bu yıl Amazon için 6 bölümlük Crisis in Six Scenes adlı bir de dizi çekti ihtiyar; yani yanıma kârdır falan gibi sözleri belli ki tevazudan. İlk yönetmenlik denemesi What’s Up, Tiger Lilly’den bu yana tam 50 yıl geçtiğini düşünürsek nasıl devasa bir kariyerden söz ettiğimiz hakkında daha net bir fikir sahibi olabiliriz belki. Belki.
Bu yıl kendi kuşağından bir başka büyük ustanın, Ken Loach’un Altın Palmiye’yi aldığı Cannes Film Festivali’nin açılış gecesinde gösterilen Café Society 1930’lu yılların Hollywoood’unda gösterişli bir malikanede verilen ışıltılı bir partiyle açılıyor. Bizzat Woody Allen tarafından kulağımıza fısıldanan dış ses eşliğinde dönemin en parlak yıldız menajerlerinden biri olan Phil Stern (Steve Carrell) ile tanışıyoruz. Her iki lafından birinde ünlü bir Hollywood yıldızı ya da sinema aleminin önemli bir figüründen bahseden Stern, New York’ta yaşayan ablasından yeğeninin Hollywood’a gelmekte olduğunu ve ona göz kulak olması gerektiğini öğrenir. Biraz canı sıkılsa da elinden geleni yapacaktır. Yeğeni Bobby (Jesse Eisenberg, Woody Allen yedekleri galerisinin son eklentisi) “ne iş olsa yaparım” tadında kapısını çaldığında onu güzel asistanı Veronica’ya (Kristin Stewart) emanet edecek ve bilmeden bir aşkın da kapısını aralayacaktır. Etrafta gördüğü hiç kimselelere benzemeyen, ünlü yardakçılığından ziyade içtenlik ve sadeliğiyle dikkat çeken Veronica’ya (ya da daha çok tercih edilen adıyla Vonnie) kısa sürede aşık olan Bobby’yi kötü bir sürpriz beklemektedir: Vonnie’nin bir sevgilisi vardır. Üstelik evli bir adamdır. Bir süre sonra sevgilisi tarafından terk edilen Vonnie ve onu saf bir romantizmle bekleyen Bobby arasında bir ilişki başlar ama çok daha büyük bir sürpriz sonucu bu aşkın bir yere varmayacağı anlaşılır. Filmin ikinci yarısında ise Bobby’nin Manhattan’a dönüp gangster abisiyle birlikte bir gece kulübü açıp (Café Society) ciddi bir başarı kazanmasını, New York’un en ünlü figürlerinden biri haline gelişini, aile kuruşunu ama tüm bunların gerisinde hala ilk aşkını nasıl unutamadığını izleriz. Bol bol caz, bol bol Yahudi sohbeti, Hollywood ve New York arasında ikiye bölünmüş bir film ve eski günlerini aratsa da hâlâ formunda bir Woody Allen.
Bilenler bilir, çok büyük bütçelerle çalışmıyor Woody Allen. Hatta son yıllarda New York yerine dünyanın başka namlı kentlerinde (Paris, Londra, Roma, Barcelona vb.) film çekmesinin bir önemli sebebi de New York’ta çekim yapmanın gitgide pahalanması ve Allen’ın bütçeyi denkleştirmekte zorlanması. Gerçi iyi de oldu belki bu zorunlu göç, hem Allen için (New York’u özledikçe biraz daha güzel fikirlerle döner oldu anayurduna) hem de izleyici için (Allen’ın kariyerinin tıkandığı noktada yeni kentler, yeni karakterler ona yeni yollar, bize de bir kısmı gerçekten de sağlam yeni filmler getirdi). Bu süreçte özellikle Match Point (Londra’da çekmişti) gibi bir başyapıtın geldiğini hatırlatmak yerinde olur. Zekaişi bir komedi olan Midnight In Paris ve San Fransisco’da çektiği serbest Tennessee Williams uyarlaması Blue Jasmine de Allen’ın yakın tarihli kariyerinin incileri arasında sayılabilir. Tabii bu filmlerin çoğunda Woody Allen’ın en çok etkilendiği ustanın yine Woody Allen oluşu da bir başka gerçek. Allen sanki eski kataloğunu karıştırıp hoşuna giden özgün fikirlerini yeniden işlemeye başlamış gibi bir intiba oluşuyorsa sizde de, merak etmeyin, hepimizde oluşuyor. O yüzdendir ki Allen filmografisiyle yeni tanışanlar için çok parlak gelen kimi fikirler bizim gibi yaşı daha ileri olan izleyiciler için o kadar çarpıcı gelmiyor, bir yerlerden hatırlıyoruz zira.
Café Society’nin Woody Allen açısından en büyük yeniliği üstadın ilk kez dijital formatta bir sinema filmi çekmiş olması. Görüntü yönetmenliğini efsaneler arasında bile bir efsane kabul edilen Vittorio Storaro’nun (Apocalypse Now, The Last Emperor, 1900, Last Tango In Paris, daha saymalı mı?) üstlenmesi ise filmin en önemli, artılarından biri olmuş. Özellikle iç mekanlarda yakın plan ışığı filme şaşırtıcı derecede dikkat çekici, inanılmaz bir görsel derinlik kazandırmış. Allen bundan sonra da dijitale devam eder mi bilemeyiz ama Storaro ile devam etse çok iyi olur. Gerçi haksızlık etmeyelim, bir önceki filminde de bir başka efsaneyle çalışmıştı (artık onu da siz bulun, ben söylemeyeyim) ve o da müthiş bir çıkarmıştı. Oyuncu seçiminden dem vuracak olursak, yine Woody Allen’ın alışılagelmiş sağlam kadrolarından biri var karşımızda. Belki eskisi kadar kalabalık değil kadro ama çok isabetli ve ilginç tercihler var. Bir kere Jesse Eisenberg gençliğinde Woody Allen’ın oynadığı hızlı konuşan, nevrotik New Yorklu yahudi tiplemesinde birçok selefinden (mesela Owen Wilson’dan ya da Jason Biggs’den) daha iyi bir çıkarıyor ve Allen’ı taklide yönelmediği gibi kendisinden bir şeyler katmayı başarıyor. Kristen Stewart’ın post Twilight kariyerinin gitgide parlak bir yön alışını ise mutlulukla izliyoruz. Steve Carrell her zamanki gibi çok iyi ama filmin bizce asıl hoş sürprizi onun ablası rolünde izlediğimiz Jeannie Berlin. Şu sıralar The Night Of adlı dizide de dikkatleri üzerine çekmeyi başaran emektar oyuncu kariyerinin başladığı 70’li yıllardan bu yana çok az filmde rol aldı ama 60‘ından sonra yolu bir açık gibi görünüyor.
Dediğimiz gibi, belki Woody Allen’ın sadık izleyicileri biraz hayal kırıklığı yaşayacaktır ama ustanın hâlâ atacak birkaç sağlam kurşunu kaldığını gösteren Café Society her hâlükârda gidip görülmesi gereken bir film bizce. Allen’ın belki de kendi yarım kalmış aşklarına selam yolladığı, komediyi az da olsa geri plana atıp melankolik bir romantizmi parlattığı Café Society sizi de geçmişinizde kalan bir aşka götürebilir, kimbilir. Filmin çıkışında gözleriniz bir yerlere dalıp giderse, bundandır.