A password will be e-mailed to you.

Heinz Mack’in sergisi boyunca hep bunu düşünüyorum ve bu vaat içimi umutla, renkle, ışıkla dolduruyor. Bugün çocuk olanlar yarın Heinz Mack’inkine benzer bir “joie de vivre”le (yaşama sevinci) dolacaklar diyorum içimden. Mack’in koşarak Sahra’ya kucaklamaya gittiği, alıp kimi resimlerine de yapıştırdığı ve şimdi Emirgân’daki müze mekânında, avuçlayabileceğimiz mesafede duran Sahra kumu kadar sıcak ve sarı, hafif ve uçucu, ışık kadar akıcı olabilir hayat… 

Zero’nun ardından bir Heinz Mack sergisi düzenlemek doğru karar. Bu solo sergi Emirgân SSM’nin bir önceki toplu sergisine bakışı derinleştirirken, hareketin kurucusu ve teorisyeni, Zero’nun ana sütunu diye nitelendirebileceğimiz Heinz Mack’in (formasyon olarak felsefeden geliyor, bu arada) düşünce ve sanatının velut çeşitliliğiyle de bizleri yakınlaştırıyor.

Heinz Mack’e özel olan, başından itibaren bir evrensellik, hatta kozmos iştahıyla sanatsal düşünceye ve sanata dalmasıdır. Işık, ışığın dinamiği, hareket… Bu sözcükleri biz bugün, tüm mecazlarıyla da okuyabiliriz. Zero hareketiyle sahip çıkılan “ışık”ın tüm boyutunu kavrayabilmek için, Almanya’da 2. Dünya Savaşı bitiminde birçok sanatçı neslinin zihnini ele geçirecek yoğun suçluluk, yalnızlık, karamsarlık duygusunu gözden kaçırmamalı. Bu yoğun atmosfer Alman Sanatı’na uzun süre hâkim olur ve gene bu özelliklerinin diyalektiğiyle zaman içinde birçok ülkede kültleşir, dünyanın farklı yerlerinde pek çok nesli etkisi altına alır…

Bir yandan Beuys’un kavramsal sanata vurduğu keskin damga, yağa, keçeye, bala bulanmış, üç saat kucakta taşınan bir ölü tavşanla galeriye kapanmaktan New York’ta üç gün bir çakalla kapanmaya uzanan dünyası, geçmişiyle alakalı yarattığı öz efsanesi, kendi deyişiyle “bireysel mitoloji”si… Diğer yandan Beuys’un talebesi Anselm Kiefer’in (ki şu sırada Paris’te Beaubourg’da retrospektifi sürmekte), çalışmalarındaki dokuyla, kullandığı organik ve inorganik malzemelerle yarattığı, gene Almanya tarihi, savaş, savaş suçları etrafında dönen kurşuni dünya… Bir yandan yeni Alman dışavurumcuların (ya da postmodernlerin) renkçiliği (ki bu renkçilik nihayetinde gene dramatik çağrışımlarla gelir)…

Tüm o iklim göz önüne getirildiğinde, Heinz Mack’in bize sunduğu, Alman çağdaş sanatının nihayetinde pek farklı bir yüzüdür. Teorik ve pratik olarak bambaşka bir Almanlık… Zero’yu kurarken unutmamalı ki Heinz Mack, hayalindeki sanatçılar işbirliğiyle, “memurlar ve tüketiciler” kadar ”ütopyacıları ve peygamberleri” de devre dışı bırakmayı amaçlıyordu. Joseph Beuys’ün, Fluxus’un ve daha sonra Kiefer’in mistik boyutlarından alabildiğine uzağız burada.

Almanlık ( Germanité Germanness, Deutschum) mu dedik? Öyle.

Nihayetinde kadın için “çocuk” neyse (doğursanız da, doğurmamayı seçseniz de, doğuramamış olsanız da hayatınızın bir anı zihninizde mutlaka boy atacak ve sizi meşgul edecek “o kavram”), sanatçı için de “kimlik” kaçınılmaz olarak biraz odur. “Zero” (sıfırdan başlamak anlamında) zaten başlı başına kimlikle bir hesaplaşma ve ona kafa tutuştur. Hem Alman hem Avrupa kimliğine, tüm “boğucu melankoli”ye (bu deyiş Heinz Mack’in) bir başkaldırı, 1931 doğumlu, savaş sırasında sadece bir çocuk olan sanatçının çölü ve göğü kucaklama itkisi, ışığa, renge uzanıp dünyaya açılma hakkını kendinde görmesidir…

O yıllarda Fransa-Almanya, Almanya-İtalya gibi Avrupa ülkeleri arasında ilişkilerin sıfıra (gene bir zero!) yakın olduğunu unutmamalı…

Otto Piene ile atölye komşuluğunun başlattığı Almanya çıkışlı Zero da kendi diyalektiğiyle gelir, birbirine kapalı, birbirine travmalı ülkelerin sanatçılarını da yakınlaştırmayı başarır (Fransız Yves Klein, İtalyan Fontana, Manzoni, Spoerri), totaliter bir evreden sonra ışığa çıkışın yollarını arayan Japon grup Gutai’ya kadar uzanır.

Bugünlerde içinde yaşadığımız, komşuluk ettiğimiz coğrafyaya baktığımızda… Yanı başımızda, bu toprakların bir bölümünde olan bitene, çocuk ölümlerine, baş kesmelere, ablukalara, toplu göçlere, suikastlere, onlarca canı aramızdan koparan, kimi canları hayatta yarım bırakan bombalara “tanıklık” etmeye devam eden yazar ve sanatçı nesilleri, yani bizler, artık biliyoruz ki, değiştiremediğimiz bu trajik akışın ağırlığını muhtemelen ömürlerimizin sonuna dek hissedeceğiz. Ama bugünkü felâketlerde hiçbir sorumluluğu olmayanlar, bugün sadece birer çocuk olanlar… Onların ileride ışığa ve renge çıkma, birbirlerine doğru gitme, birlikte çalışma, gruplar kurma, melankoliye hayır deme hakları olacak; bunu yapacaklar, yapabilirler. Bu mümkün. 

Heinz Mack’in sergisi boyunca hep bunu düşünüyorum ve bu vaat içimi umutla, renkle, ışıkla dolduruyor. Bugün çocuk olanlar yarın Heinz Mack’inkine benzer bir “joie de vivre”le (yaşama sevinci) dolacaklar diyorum içimden. Mack’in koşarak Sahra’ya kucaklamaya gittiği, alıp kimi resimlerine de yapıştırdığı ve şimdi Emirgân’daki müze mekânında, avuçlayabileceğimiz mesafede duran Sahra kumu kadar sıcak ve sarı, hafif ve uçucu, ışık kadar akıcı olabilir hayat… Sanat da öyle. Ve mucizevi. Mack’in sadece birkaç yıl önce (sanırım 2012’de) gerçekleştirdiği, gökyüzüne dimdik çıkan ışıklı merdiven kadar mucizevi. Yves Klein ve Manzoni’nin erken ölümleriyle sarsılan, resmi kayıtlara göre ömrü 10 yılı geçmemiş (1958-1967) Zero hareketi, 2000’lerde dikkatleri gene üzerine çekmeye başlar… En son 2015’te Amsterdam’daki Stedelijk Müzesindeki sergiyi (hareketin 62-65’deki grup sergileri oradaydı), Emirgân SSM’deki izler.

Bu yeni ilginin üzerine de düşünmeli… 1967 sonrası avangardlar, alanlarını keskin bir tekçilikle çizerler (kavramsalcıların en militan kanadı, çalışırken “işe elini sürmeyi” dahi gericilikle damgalar o dönemlerde)… Sanatı keskin kompartımanlara ayıran bir yaklaşımın etkisiyle olsa gerek, Zerocular uzun süre kinetikçi kategorisine sığdırıldılar. Oysa kinetizm Zero düşüncesi için elbette dar bir kalıptı… Hareketin kurucusu Heinz Mack’in, bugünkü solo sergisinde de görebildiğimiz en belirgin özelliklerinden biri, her tür tekçiliğe karşı olmasıdır. Zihinde sonsuz bir ufuk. Her tür malzemeyi, rengi, teknolojiyi ve canı çektiğinde iki elini birden kullanma özgürlüğü… Mutlak bir yasaksızlık. Manifestolarında “sınırsız beklentiler”den söz etmişti zaten Siyasi tekçilikle birlikte, ekonomik, kültürel dayatmalar da dünyanın her yerinde çatırdarken, Varoufakis’in “Eski Avrupa parçalanıp çöküyor, Yeni Avrupa’yı kurabilmek ise, demokrasiyi sadece bizler için değil Avrupa ötesi için de bir hak olarak algılamaktan geçiyor” dediği günlerde Heniz Mack’in yolu (yolları), günün kanonlarına kulak asmadan arzusunu kamçılayan her medyuma ve ilhama (Mağrip ülkelerinden aldığı ve asimetriyle bozduğu ritm) açıklığı, Avrupalı çilekeşlik ve mazohizm karşıtlığı, bir vaattir aynı zamanda…

Norman Rosenthal ve Nazan Ölçer, böyle bir sanatçının sergisine en duyarlı küratörlüğü yapmışlar. Gayet akışkan bir anlayışla, örneğin 2010 sonrası çalışmalarla 1958-60-70 ve sonrası çalışmalarına ilhamla ve çok içeriden bir okumayla yan yana getirerek… Tarih, dönem sınırlarını çiğneyerek.

Kısa bir tarifim var: bir sergiden çıktığınızda kitabın son sayfasını okuduğunuz ve kitabı artık kapatabileceğiniz hissine kapılmayıp, sanatçıyla yeni bir diyaloğa girdiğinizi mi hissediyorsunuz? Cevap evetse, gördüğünüz çok iyi bir sergidir. Nazan Ölçer’in müzeci olarak en iftihar etmesi gereken yönü bence bu… Salonlardan birinde kendim dahil sadece 4 kişinin bulunduğu bir anda, Norman Rosenthal’in yanındaki kişiye ışıklı heykellerden biriyle alakalı “kozmik seks” dediğini işitiyorum. Siz sergiyi gezerken, bu cümlenin hangi çalışma önünde söylendiğini tahmin edebilecek misiniz acaba?



Daha fazla yazı yok
2024-11-02 17:17:15