70. Berlin Film Festivali bu akşam Altın Ayı ve diğer ödüllerin sahiplerini bulacağı tören öncesinde iklimin korunması için bir eyleme sahne olacak. Festival yönetimiyle anlaşma çerçevesinde barışçı bir eylem yapılması planlandı. İklim değişiminin somut etkisi Berlin’in olağandışı ılıman kış mevsimiyle hissedilirken, bütün kameraların önündeki bu eylem en azından içimizi rahatlatır… Yoksa festivalde izlediğimiz politik filmler insanlığın laftan anlamadığının ve vicdansız olduğunun kanıtlarıydı…
Berlin Film Festivali doğrudan politik sinemanın kalesi olarak bilinir. Her yıl ciddi politik meseleleri ele alan, güçlü politik mesajlar içeren birkaç film Altın Ayı için yarışır, diğer bölümlerde de ağırlıkları hissedilir. Bu yıl festival genelinde ağırlık deneysel sinemaya kaymış olsa da Altın Ayı adayları arasında Never Rarely Sometimes Always dışında, doğrudan politik beş film vardı: Todos Os Mortos, Berlin Alexanderplatz, Dau Natasha, Irradies ve Sheytan Vojud Nadarad. Berlinale Speciale galaları arasında Polonyalı usta Agniezska Holland’ın Charlatan, Forum’da Carmen Losmann’ın Oeconomia, Panorama Belgesel bölümünde Karim Ainouz’un Nardjes A. adlı filmleri izlediğim doğrudan politik filmler oldu.
Fassbinder’in gölgesinde
Alman sinemasının 20. yüzyıldaki en etkili temsilcilerinden Rainer Werner Fassbinder’in, adeta yutarak okuduğunu söylediği ve 1980 yılında Alman televizyonu için 15,5 saatlik devasa bir diziye uyarladığı Berlin Alexanderplatz, çağdaş Alman edebiyatının en önemli romanlarından biri. Alfred Döblin’in 1929 yılında yayınlanan bu karanlık eserinin Weimar Döneminin ruhunu yansıttığı söylenir. Aşırı uçlara kaymaya eğilimli bir toplumu, suçluları ve yeraltı dünyasını olanca şiddetiyle anlatır, Döblin. Bertolt Brecht ve Günter Grass misali usta Alman yazarlar da üzerlerindeki etkisinden söz eder.
Afgan kökenli Alman yönetmen Burhan Qurbani, Döblin’in hapishaneden yeni çıkmış, kendine konforlu bir hayat kurmak isteyen eski beton işçisi Franz Biberkopf karakterini Afrika’dan tekneyle Avrupa’ya geçmeyi başarmış Gine-Bissaulu sığınmacı karakteri Francis ile değiştiriyor. Sığınmacı kavramını da tartışmaya açıyor. Qurbani’nin toplumu Almanya’daki Afrikalı sığınmacı sayısının her geçen gün arttığı gerçeğiyle yüzleştirmek için Döblin’i seçmesi yerinde bir hareket.
Döblin’in romanın başındaki sözlerini ve anlatıcı olarak sesini Francis’in fahişelik yapan kızarkadaşı Mieze’ye mal etmiş Qurbani.
Vedat Erincin’in de önemli bir rol üstlendiği Shahada (Şehit) adlı filmi de Berlin’de yarışmıştı. Göçmenler, din, geleneksel aile ilişkileri ve kültürel çatışma kavramları üzerine ezber bozmaya gayret eden bir filmdi. Patronların beyaz, sömürülenlerin siyah, egemenlerin erkek, ezilenlerin erkek olmadığı bir sistemin eleştirisini yapıyor Berlin Alexanderplatz’da. Başından sonuna izleniyor, ama çok da çarpmıyor insanı.
Irkçılık her yerde
Caetano Gotardo ve Marco Dutra’nın birlikte yaptığı Todos Os Mortos (Bütün Ölüler) Brezilya’nın bağımsızlığını kazandığı ve köleliğin yasaklandığı tarihten hemen sonra, 1899 yılında geçen bir film. Eski topraklarından, servetlerinden ve nüfuzlarından geriye pek bir şey kalmamış olan Soares Ailesi ile eskiden onların kölesi, sonradan çalışanı olan bir Afrikalı aile arasındaki ilişkiye odaklanıyor. Her iki aile de Sao Paulo ve taşradaki çiftlik arasında bölünmüş… Ancak ayrıcalıklı beyazlar ile hala köle olarak görmekten vazgeçemedikleri siyahlar arasındaki gerilim sadece sınıf farkıyla kalmıyor, Afrika inançlarıyla Hristiyanlığın çatışması da önemli bir tema olarak beliriliyor.
Karakterler 1899 yılında ama mekan yeni binaları ve trafiğiyle bugünkü Sao Paulo… Latin Amerika edebiyatının büyülü gerçekçilik akımından bir roman uyarlamasıymış duygusunu veren Todos Os Mortos, Manoel de Oliveira filmlerini akla getiren bir sinema diline sahip. Helene Louvart’ın mükemmel görüntüleri ve kadın oyuncuların övgüye değer toplu performansları, filmin günümüzle ilişki kuramayan siyasi yaklaşımından daha fazla öne çıkıyor.
Sovyetlerle bitmeyen hesaplaşma
Bütün totaliter rejimler insan haklarını çiğnemede, adaleti kavramını yok etmede ve gücü kötüye kullanmada birbirinin aynıdır. Bir dönemin sosyalist Doğu Bloku ülkeleri ve hepsini otoritesi altında ezen SSCB de çöküşünden bu yana onlarca filmle ağır biçimde eleştirildi. Ilya Khrzhanovsky ve Jekaterina Oertel’in birlikte yönettikleri Dau. Natasha, Sovyet rejimini sadizm ve dekadansla özdeşleştiriyor. ’50’li yıllarda Fransız bir bilimadamının önderliğinde, elektromanyetik dalgalarla askerleri güçlendirme denemeleri yapılan bir fizik kurumunun kantininde çalışan, orta yaşa gelmiş Natasha’ya odaklanıyor film. Genç iş arkadaşını kıskanan ve onunla rekabet eden, kantin kapandıktan sonra orada yiyip içen Natasha’nın hayatından bir kesit sunuyor.
Sokurov sinemasından aşina olduğumuz rengi soldurulmuş görüntülerle kapalı mekanlarda geçen film, mizansen ve oyunculuk açısından çok başarılı. Ancak hem cinselliği hem şiddeti grafik ve kaba biçimde sunmanın yanı sıra kadın oyuncusunu istismar ediyor. Filmdeki bir sevişme sahnesinde ondan pornografik bir filmdeki kadar gerçek bir performans aldığı gibi bir işkence sahnesinde de yine benzer gerçeklikte aşağılayıcı bir muameleyi canlandırtıyor. Natalia Berezhnaya bu rolüyle Gümüş Ayı kazansa bile yeterli bir tazminat sayılmaz. Dau. Natasha “radikal ve kışkırtıcı” bir film olarak tanıtılıyor ve bu sıfatları hak ediyor.
Şarlatan kim?
Filmlerini Altın Ayı adayı olarak görmeye alıştığımız Polonyalı usta yönetmen Agniezska Holland’ın Çek televizyonu için yönettiği Charlatan, Özel Gala bölümünde gösterildi. Çok özenle yapılmış, geniş kitleye hitap ettiği için ana akım sinema klişelerini barındıran bir film. 2. Dünya Savaşı öncesinde bir taşra kasabasında şifacı olarak nam salan ve büyük bir servete sahip olan Jan Mikolášek’in (Ivan Trojan canlandırıyor) savaş sonrası kurulan komünist rejim tarafından yargılanmasını konu alan ilginç bir film, Charlatan. İlginç çünkü dönemine göre bilim dışı bir yaklaşım sergilediği düşünülen Jan Mikolášek, aslında gözleme dayalı idrar tahlili yapıp bitkisel karışımlarla tedavi ediyor hastalarını. Bugünün deyişiyle aromaterapi yapıyor.
Kimseyi okuyup üflemiyor, ama telkinin gücüne de inanıyor, insanlara “İnan ki iyi olasın,” diyor… Kendisi ise inançlı bir Hristiyan… Öte yandan eşcinsel… Bir de savaş sırasında Çekoslovakya Almanya tarafından işgal edildiğinde yüksek rütbeli Nazileri tedavi etmiş ama hasta ayırt etmemek Hipokrat yemininde de yer alır… Komünist rejim için ‘elenmesi gereken bir unsur’ ama suç teşkil eden hiçbir edimde bulunmamış. Düzmece bir ‘ölüme sebebiyet verme’ davasıyla onu ve asistanı / sevgilisi František (Juraj Loj) kendilerini mahkemede buluyor… Birçok başka nüansı da bulunan filmin asıl vurgusu, Doğu Avrupa’da geçmişin totaliter rejimlerine özenen bugünün hükümetlerine… Savunma özgürlüğünü engelleyerek yargıyı komediye dönüştürmelerine ve homofobik yaklaşımlarına…
Cezayir protestoları
Brezilya’da yaptığı, Türkiye’deki festivallerde gösterilen Madame Sata ve A Vida Invisivel gibi kurmaca filmleriyle tanınan Karim Ainouz, 2019’da babasının ülkesi Cezayir’e dönüp Cumhurbaşkanı Abdelaziz Bouteflika’nın beşinci kez seçilmesini engelleyen protestoları görüntüledi. Sivil itaatsizliğe övgü diyebileceğimiz, futbol takımı şampiyonluk kutlamasını andıran protestoların renkliliğini ekrana yansıtıyor Nardjes A.’da.
Filme adını veren, ailesinin geçmişinden bağlantılarına her belgeselcinin rüyası denebilecek bir kadın eylemciyi 8 Mart 2019 tarihi boyunca takip ediyor. Kameranın kendisi de bir eylemci gibi olayların içinde yer alıyor ve göz hizasından olan biteni takip ediyor. Belgesel yapmayı bir manifesto gibi gören, hem düşünsel hem estetik açıdan zayıf kalan işlerin aksine belgeselin sinema olduğunu unutmadan yaptığı bu filmle Ainouz, sevmediğim kurmaca filmlerine oranla çok daha anlamlı bir başarıya imza atmış.
Para, para, para
Para nasıl üretilir? Forum bölümünde gösterilen Carmen Lossman imzalı adlı belgesel bu soruya cevap aradı… Ne buldu ne bulamadı! Ama şunu hepimiz anladık: Bankaların -filmde iki müdürün de söylediği gibi- darphanesi yok ki para bassın, ama bu kredi vererek ve onu faiziyle geri alarak, yani kar ederek bankaların para ‘yaratmasına’ engel değil. Bireylerin, şirketlerin ve devletlerin borçlanması da bir tür para üretimi.
Michael Moore’un erken dönem belgesellerini andıran bir tavırla Frankfurt’un çokuluslu finans firmalarına ‘musallat olan’ yönetmenin röportaj yaptığı kişiler dört gruba ayrılıyor: 1) Sürekli ekonomik büyümeye, yani sürekli daha fazla para üretmeye / kara odaklı bir sistemin gezegeni tüketeceğini tartışan araştırmacılar ve akademisyenler. 2) Finans sektöründe çalışıp anonim kalarak görüş veren ve sistemi ‘içinden’ anlatan uzmanlar. 3) Yönetmenin başvurusunu inceledikten sonra bir halkla ilişkiler taktiği olarak demeç verip aslında hiçbir şey söylemeyen, toplantı yapıyormuş gibi poz veren ama gerçek toplantıya kamera sokmayan şirket yetkilileri. 4) Sektörün bir halkasında çalışıp, işlerini yapıp büyük resimden bihaber olanlar.
Losmann, konusuna nesnel biçimde yaklaşmaktansa Michael Moore misali militan bir tavırla izleyiciyi manipüle etmekten çekinmiyor. Ama bunun somut bir yararı var: Naifçe anti-kapitalist olmanın, az tüketiyorum, yerel üreticiden alıyorum, kredi kartı kullanmıyorum vb. iyi niyetli eylemlerin hiçbir etkisinin bulunmadığı bir ekonomik sistemi, git gide büyüyüp gezegeni yutmadan önce değiştirmek gerek.
Yirminci yüzyılın felaketleri
Rithy Panh, kariyerini Kamboçya’da Kızıl Kmerlerin yaptığı katliamları anlatmaya adamış bir yönetmen. Phnom Penh’de doğan, babası öğretmen ve senatör olduğu için kamplara gönderilen, annesi, babası, kardeşleri, yeğenleri burada açlık ve yorgunluktan ölen bir insan başka ne anlatsın? 15 yaşındayken Tayland’a kaçan Panh’ın kurmaca ve belgeselleri özellikle Cannes Film Festivali’nde mutlaka bir yan bölümde gösterilir. Filmi izleyince Irradies başlığının ABD’den 2. Dünya Savaşı’nda Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombasının yaydığı ısı ve radyasyona maruz kalarak yananları kastettiğini anladık…
Panh, Alain Resnais’nin iki başyapıtına gönderme yapıyor, hatta bu filmlerden de alıntı yapıyor Irrides’de. Resnais’nin nükleer felaketi ve Avrupa’da savaş sonrası histeriyi birlikte ele alan Hiroşima Sevgilim filminin Marguerite Duras imzalı senaryosu ve Nazi toplama kamplarından geriye kalanlara odaklandığı Gece ve Sis belgeselinin metni Irradies’in de metnine, hatta müziğine esin vermiş. Panh, filmini disiplinlerarası bir çalışma olarak tasarlamış ve bir sanat galerisinde enstelasyonu yapıldığında daha da etkili olabilecek bir tarzda ekranı üçe bölmüş. Bir Japon sanatçının Hiroşima ve Nagazaki’de yananları simgeleyen performansını da yer yer kullanmış. Başta 2. Dünya Savaşı olmak üzere 20. yüzyıla damgasını vuran bazı soykırım ve savaşların imgelerini bir kez daha gözler önüne sererek insanların ve doğanın fosfor, napalm ve atom bombalarıyla yakılmasındaki acımasızlığa bir ağıt yakmış. Filmdeki bir cümle aslında her şeyi özetlemeye yetiyor. “Dünyadaki en alçak yeri biliyorum: İnsan”.
İran’dan dört eleştirel öykü
Muhammed Rasoulof’un Sheytan Vojud Nadarad (Şeytan Yoktur) adlı filmi idam cezası karşıtlığı üzerine kurulu dört kısa filmden oluşuyor. Rasoulof, vicdani retçi olmaya izin verilmeyen İran’da zorunlu askerlik görevini yerine getirenlerin bir de cellat olmaya zorlanmasındaki çifte acımasızlığı dile getiriyor. Arkaplanda idam cezasının hala geçerli olması ve rejim düşmanı olarak görülen aktivistlerin de idam edilmesindeki adaletsizlik sergileniyor. İlk öyküde bir profesyonel cellatın gündelik yaşamını anlatıyor, Rasoulof. Diğer üç filmin odak noktası ise askerliğini yapmazsa ne iş bulabilen ne pasaport alabilen, askerdeyken emre itaat etmezse ceza alan ve askerliği uzatılan gençlerin açmazı ve karşı koymayı göze alanların ödediği ağır bedel… Cesur içeriğine ve İran sinemasının genel kalitesini tutturmasına rağmen çok da incelikli olmayan bir yapım Sheytan Vojud Nadarad.