Hipokrat’a atfedilen “Sanat uzun hayat kısa ” söylemiyle sanat-hayat arasındaki ilişkiye dair günümüz manzarası içinden neler söylenebilir? Her şeyin karmaşık yapılara dönüştüğü fakat bir o kadar yüzeysel kaldığı günümüz yaşam biçimleri içinden geçerken, zaman ve mekânın neye tekabül ettiğini, dahası bireysel varlığımızın yaşam haritası içinde nerelere koordinatlanabildiğini merak edip cevap vermeye niyetlenmek, tüm tarihi boyunca sanatı da besleyen dip dalgalardan olmuştur. Sanat da tek tek bireylerin edimlerinin toplamından daha fazlasıyken, her sanatçının tekil yaratımına ayrı bir varoluş atfetmesiyle yaşama alternatif bir varlık alanı yaratır.
Gerek son dönem çalışmaları gerek kariyerinin farklı istasyonlarında mekân olarak kente, yaşam olarak burada varlığını sürdüren insan tiplemeleri ve ilişkilerine günümüzü biçimlendiren öğelerle bakabilen Altan Çelem, eserlerini bu bakışın duyarlılığıyla şekillendiriyor.
Kent ve zaman
Evrimsel olarak primitif dönemlerden beri sosyal ağlar kurma konusundaki becerileriyle diğer canlılardan ayrılan insanın en büyük yaratısı kentleridir. Tarım toplumlarından antik dünyaya, imparatorluklardan, ulus devletlere kadar her devirde giderek farklılaşan dinamiklerle gelişen kentler belki de en büyük gelişmeyi Endüstri Devrimi sonrası kaydetmiştir. Ulaşım, eğitim, beslenme vb. her türlü kitlesel ölçekli altyapıdan kişisel alanlara kadar müthiş bir büyüme söz konusudur. Beraberinde göç ve yerleşim sorunları baş gösterirken, kamusal – bireysel olan ayrımı da belirecektir.
Diğer taraftan büyük ve kaotik yapılarıyla kentler, elbette gündelik zamanlarımızın da ana sahnesi. Mekân anlamında sosyal ilişkilerimizden kamusal veya bireysel yaşantılarımıza kadar her şeyin cereyan ettiği tek yer. Bu bağlamda dünyayı fetheden insan bilinci evrimleşirken, gerçeklik olarak kendi zaman algısını da şekillendirmiştir. Geçmiş, şimdi, gelecek ayrımları göreceli olarak kavramın bir kısmına denk gelse de mekânın kendisiyle bir arada yani zamansal bir labirent olarak izlerini tüm yaşantımıza bırakır.
Akış ve tanıklık
Modern felsefede zamanın “çizgisel ve döngüsel” olarak ele alındığını görüyoruz. Çizgisel olarak önceden sonraya ardışık anlarla ilerleyen zaman, döngüsel olarak başı ve sonu belli aralıklarla da ilerleyebilir. Örneğin içinde yaşadığımız gündelik tüm unsurlarıyla irademiz dışında çizgisel olarak ilerlerken, sanatsal bir çalışma içinde edimlerimiz döngüler halinde gerçekleşmektedir.
Burada en önemli nokta Çelem’in de eserlerinde izleyiciye işaret ettiği “akış” kavramının her iki algının ortak unsuru olması. Öyle ki Çelem üslubunu manzaralardan, figürlere dek mekân ve zaman içinde belirip kaybolan görünümlere tanıklık eden bir keskinliğe taşıyor. Kaçınılmaz olan bu tanıklık, zamanı gündelik hayattan kent kültürüne, mekân algısından ruh-beden ilişkisine kadar geniş bir çerçeveden ele alan ve “modernizmin efendisi” diye anılan ünlü Fransız düşünür Henri Lefebvre’nin söylemlerine konu edindiği eksene yaklaştırıyor. Özünde çizgisel ve döngüsel zaman ayrımının akış biçimlerinin farklılığına dayalı bu anlayış, Çelem’in eserlerinde yaptığı gibi modern insanın çağına bakış atmaktan çekinmiyor.
Bu bakışa Çelem’in eserleri rehberliğinde girdiğimizde başka unsurlar kadar karşılaştığımız “kentsel dönüşüm” oluyor. 21. yüzyılla birlikte başta İstanbul olmak üzere tüm kentlerin rant endeksli politikalarla “kentsel dönüşüm” adı altında geri dönülmez bir biçimde değiştiğine şahit oluyoruz. Çok tartışmalı bu süreçle yıllardır kesintisiz ve derinden yok edilense kente taşarak, kültürel miras, yaşama biçimleri, insan malzemesi ve hatta kişisel-toplumsal belleğimiz oluyor. Çelem’de eserlerindeki “bakış”ı sürekli “akış” halinde olan değişim an ve mekânlarına kurgularken, güncel bir tanıklığı gerçekleştiriyor.
Bu tanıklığı sanatçının, pratiğini bir “günlük” gibi akıtmasıyla da okuyabiliriz. Tuvalini sürekli akışkan bir zamanın güncesi olarak gören Çelem, kelimeler yerine kendine özgü teknik ve boya kullanımı ile ortaya koyduğu bir disiplinle tutuyor güncesini.
Üslupsal iz
İnsan dünyaya iz bırakmak ister. Algoritmaların hayatı geri dönülmez biçimde değiştirmesinin neredeyse eşiğinde olduğumuz 21. yüzyılda belki de halen tek anlamlı iz sanatsal yaratımın bizatihi kendisi. Altan Çelem’in eserlerinde zaman ve mekânın şekillendiği kentlere ve içinde yaşayan bizlere bakarken yaptığı da en yalın ifadesiyle böylesi izlerden örülü bir izlek bırakmak.
Tuval yüzeyini taşıdığı potansiyel temsiliyet problematiğiyle yorumlayan sanatçı temel gösterim kiplerini de çeşitli resim türleri içinden kurguluyor. Seçkide yer alan “Üsküdar”, “Kasımpaşa” ve “Taksim” gibi büyük boyutlu yağlıboyalar, manzaraları belirli bir mesafeden bakışa açarak yorumlarken, “Doğal Yaşam Müzesi” veya “Karaköy Vapuru” gibi eserlerde kadrajını kuşbakışından yere indiriyor. Böylece göz, manzarayla kente dışarıdan içeri doğru bir perspektifin izinden yaklaşırken, konu kent sokakları ve mekân içlerine kayınca, bir parçası olduğu karşı cepheye yerleşebiliyor.
“Arbede”, “Önemli Buluşma”, “Sınırda”, “Evde Akşam”, “Derin Muhabbet”, “Aile Arasında” ve “Misafir” gibi tüm figür ağırlıklı kompozisyonları ise ister tekil portreler ister kalabalık gruplarla olsun, izleyende o an orada olduğu hissi yaratan bir kırılganlıkta. Mekân içlerinde salınan, sokakta yürüyen, bir masa etrafında veya toplu bir etkinlik içinde kalabalıklaşarak çoğalan figüratif ifadeler günlük ilişki jestlerini irdelerken, izleyicinin de zaten deneyimlemiş olduğu böylesi anların gücünden beslenebiliyor.
Giderek arketipleşen her iki kompozisyon anlayışı, bakışın “an” odaklı yanını, zamanın akışkan sürekliliğini vurgularken, sanatçının boya kullanımı ve teknik seçimlerini de bu yapıya uygun yorumlamasını sağlıyor. Çünkü teknik ve malzeme biçimsel bir sorun olarak algılansa da içeriğin kurgulanmasına yönelik enstrümanlar gibi yapısal bir işlev kazanıyorlar. Kaldı ki Çelem’in en büyük üslupsal ayrımlarından birisi de tuvalini bir inşa yüzeyi olarak bütün olanaklarıyla kullanması. Perspektifi dahi derin ve ölçekli inşasının emrinde soyutlamaya vardırırcasına ustalıkla kullanıyor Çelem.
Kent yaşantısının karmaşasını yansıtan yüzeyler
Ayrıca deneysel renk kullanımı ve boyama biçimi de temelde gri skaladan sızan mavi, sarı, kırmızı, yeşil, mor ve pembe gibi ışıkla buluştuğunda belirginleşen alanlar, akışkan kurgunun ana ayaklarından birine karşılık geliyor. Katman katman yağlıboyalarında gördüğümüz ve gerçekliği temsil eden tüm renkler, kent yaşantısının karmaşasını yansıtan yüzeylere dönüşüyor. Çelem’in dozu iyi ayarlanmış paleti, renk olgusunu rastgele ve tali bir unsurun ötesinde, son derece bilinçle ve yerinde kullanılmış bir öğe halinde sunuyor.
Kent sokakları, göğe ve çevreye yayılan bina dolu kompozisyonlar, araçlar, manzaralar, tek tek portreler veya grup halde figüratif konular, sanatçının kendine özgü üslubuyla adeta sürekli bir akış içinde biçimlenip form değiştiren dinamik varlıklar gibi ele alınırken; yüzeyin üç boyutla sınırlı doğasına fütüristlerden farklı biçimde zaman olgusunu katarak gösterim olanağını çoğaltabiliyorlar. Resmin Mekânsal olduğu kadar zamansal bir edim olduğunu da anlıyoruz.
En küçük anın yörüngesinde sürekli “hiçliğe gidip varlığa gelen” Çelem’in eserleri silikleşip-beliren bir eksene oturuyor. Göz yer yer bu çok katmanlı yapı içinde tam olarak hangisinin gerçekleştiğini takip edemese dahi üst üste binmiş zamanlar ve mekânlar içinde form değiştirerek gerçeklik kazanan kompozisyonlar, biçimden içeriğe bütün öğeleriyle kentsel bir senfoninin çağcıl versiyonunu seslendiriyorlar.
*Altan Çelem’in Millî Reasürans Sanat Galerisi için hazırladığı “Günlük II” sergisi 31 Mart 2018’e kadar görülebilir.
İLGİLİ HABERLER
Sergi Eleştirisi / Zümrütoğlu: Elin Armağan Olduğu Bir Zaman