Bir kibirli özne ile daha karşı karşıyayız. Kahramanımız bu kez Christian J.
Bir şef küratör.
İsveç’in yıldız sanatçılara, en önemli avangard sergilere yer vermesiyle tanınan sükseli çağdaş sanat müzesi X-Royal’ın küratörü üstelik.
Kare filmi, çağdaş sanat dünyasının, küratöründen müze çalışanına, temizlikçisinden bağışçısına, yaptığı işe, açılış konuşmasına, yeri süpürmesine, izlemek zorunda olduğu performansa, ileri derecede yabancılaşmasını konu ediniyor.
Marksist kesinlikle.
Bir kültür işçisinin, üst düzey yönetici olabilir, müzeyi temizlemekle görevli çalışan olabilir, nasıl içinde yer aldığı çağdaş sanat dünyasına yabancılaştığını tuhaf olaylar zincirinde uzun uzun anlatıyor.
Temizlik görevlisi örneğin yanlışlıkla müzede enstalasyon olarak sergilenen işi süpürecek. Muhtemelen Donald Kuspit‘in o pek sevdiğimiz Sanatın Sonu kitabının açılışına gönderme yaparak… Kuspit de enstalasyonu çöpe atan galeri çalışanı öyküsüyle başlatmıştı Sanatın Sonu’nu.
Temizlik işçisinin yanı sıra müze bağışçısı, onu aşağılayan performans sanatçısına bir süre sabır gösterip sonra saldıracak. Şef küratör, kahramanımız Christian J. ilişkisel estetik kuramını alıntıladığı Bourriaud’ya yabancılaşacak aniden konuşmasını kesip başka bir konuşma, samimi bir konuşma yapmaya karar verecek. Bu farklı hayatlarda müze içinde yaşanan yabancılaşmalar, zamanla uzun bir film, tüm hayata, mikrodan makroya, yayılacak.
Sokakta, o çağdaş sanat olarak hep açılmak istediğimiz “kamusal alan”da şef küratörün saldırıya uğradığını sandığı kadına yardım etmesi, onu koruması ardından aslında tuzağı düşürüldüğünü cep telefonu, cüzdanı ve kol düğmelerini çaldırdığını fark etmesiyle olaylar gelişecek.
Müzeden hayata açılacağız.
Christian J., cep telefonunun ayfonu bul özelliğiyle müzedeki bilgisayarında asistanıyla birlikte çalınan telefonunun şehirde nerede olduğunu bulur. Bu bir apartmandır.
Küratörün oturduğu yerden çok uzakta, daha sonra itiraf edeceği gibi öteki bulup da korktuğu insanların, çoğunlukla göçmenlerin, sarışından çok kara saçları olanların yaşadığı bir apartman.
Tesla’sını yardımcısıyla apartmanın önüne çeker.
Ayfonunun bulunduğunu tespit ettiğ blokta yaşayan herkese tehdit dolu bir mektup kaleme alır. Teker teker posta kutularından aşağıya atar bu metni.
Eldivenli elleriyle her bir katta teker teker kan ter içinde mektupları attığı bu sahne filmin en ilginç sahnelerinden. 3,5 saatlik çağdaş sanat dünyası üzerinden büyük bir modernite eleştirisi yapan filmin en ilginç sahnelerinden biri.
Christian hep korkmakta…
Mektupları atmadan önce.
Mektupları atarken ve mektupları attıktan sonra da.
Mektubu alan hırsızdan onu 24 saat açık 7 Eleven’a onun adını bırakmasını istemektedir.
Bu bekleyiş sırasında kol düğmelerini evde bulacak. Gerçek hırsız, telefonunu 7 Eleven’a getirecek. Ama olay bununla bitmeyecek.
Mektubu almasıyla, bu iftira sonucu ailesinden gördüğü hırsız muamelesini içine sindiremeyen bir çocuk, bu kez 7 Eleven’a Christian’ı tehdit eden bir mektup bırakacak.
Christian’dan, ondan ve ailesinden özür dilemesini isteyecek.
Mektubuna karşılık alamadığında, bunu yüksek sesle şef küratörün evine giderek talep ettiğinde, Christian, o zarif, bir sanat eserinin yer aldığı mekanla girdiği ilişki üzerine saatlerce kafa yoran düşünceli ve duyarlı entelektüel adam, kaba kuvvette bulunarak çocuğu başından uzaklaştırır.
Bu arada müzenin son sergisi çevresi bir neon tüple çevrili bir Kare üzerinedir. Bu karenin içi adalet, eşitlik ile dolu olacaktır. Şayet hayat başta müzenin pazarlama stratejisi başta bunu mümkün kılamaz. Serginin pazarlanması için başvurulan iletişim ajansı çekip youtube’u yükledikleri filmde, karenin içine sarışın, yavru kedili bir dilenci kız yerleştirmekle kalmadığı gibi kızı kedisiyle birlikte havaya uçurur.
Christian, özel hayatında bu kara saçlı küçük çocuktan aldığı tehdit mektubuyla tedirgin, ağır endişeli bu filmi izleme şansı bulamadan film yayınlanır.
İsveç kamuoyunda şok etkisi yaratır.
Christian işinden olacak mı?
Bundan sonrasını anlatmayacağım.
Bu kadar spoiler yeter lakin kibirli erkek özne Christian’ın mesleki başarısı, gücüyle baştan çıkarıp bir geceliğine bir ilişki yaşadığı gazeteci Amerikalı Anne’le sevişmesinden sonra içini spermiyle doldurduğu prezervatifini az önce içine girdiği kadın partnerine çöpe atması için bir türlü veremeyişini elbette anlatacağım. Anne’in Margaret Atwood‘un Damızlık Kızın Öyküsü uyarlaması dizide ve bir başka feminist dizi, Top of the Lake’deki Elisabeth Moss olduğunu ekleyerek.
Bu one night stand evinde sıkıntıyla resim yapmakta olan bir goril var üstelik.
Goril salonda evin sıradan bir yaşayanı gibi resim yaparken Christian, Anne ile sevişiyor. Bu Sorrentinovari, izleyiciyi yadırgatan ama filmin kahramanının hiç yadırgamadığı canlı, insan olmayan tür, sürrealist bir detay olarak gizemini film boyunca koruyacak.
Biz bu gorili ilerleyen dakikalarda sadece resim yaparken değil Anne’in rujlarını sürüp ayna karşısında vakit geçirirken görüp yadırgasak da İsveçli yönetmen bize kolektif bir rüya gördürmeyi sürdürerek ve gorille ilgili hiçbir bilgiye eriştirmeyecek.
Bu sürrealist detay, filmde, bağışçılara Perestroiaka sonrası, 1990’ların ikinci yarısında hepimizi epey meşgul eden ünlü Rus performansçı Oleg Kulik’i çağıran Oleg isimili sanatçının gorile öykünerek yaptığı performansla yeni anlamlar kazanacak.
Dali’nin gergedan, Beuys’un bir çakal ile yaşadığı tüm çağdaş sanatsal türcü ilişkileri de anımsatırcasına bu kez erkek performans sanatçısı, müzenin kalburüstü bağışçılarına verilen şık akşam yemeğinde onlara teker teker saldıracak gerekirse saçlarını sürükleyip itip kakacak. Filantropistler bizleri şaşırtan sakin ve korku içinde epey bir süre bekledikten sonra -neyse ki- sanatçıyı bir güzel dövecekler.
“Ormanda av olmamak için ölü taklidi yapmanız gerekir.
Aksi takdirde av olursunuz.
Karşı taraf korktuğunuzu hissederse sizi avı kılması an meselesidir.”
Buna benzer bir alıntının anons edilmesiyle açılan performans, Kare filminin kibirli kibirsiz tüm özneleri için geçerli bir manifesto tadında.
O blokta yaşayanlardan korktuğunu, cüzdanını çaldırmadan kısa bir süre önce, tuzağa düşürüldüğünü bilmeden ondan yardım isteyen bir kadını sokakta koruduktan ve tam bir kahraman gibi hissettiğinde de Christian’ın söylediği gibi: “korktum ama çok korktum”. Ve korkunun ecele faydası yok. Ölü gibi yapmak yaşamanın tam da kuralı. Ve şehir de ormanların en acımasızı.
Şef küratör bu esnada hırpaladığı kara çocuğun izini bulmak isteyecek.
Vicdanını rahatlatamayacak asla.
Bir çağdaş sanat eleştirisi değil
Filmin yönetmeni Ruben Östlund’un yıldızlı bir aferini hak edişi de burada.
Kızlarıyla özür dilemeye gittiği blokta bu cesur, kara saçlı çocuğun artık orada oturmadığını öğrenecek.
Ve biz de tıpkı Christian gibi asla o çocuğa ne olduğunu, Christian’ın o çocuğa kaba kuvvette ne kadar ileri gittiğini bilemeyeceğiz.
Film, çağdaş sanatın iflası ve bir eleştirisi değil aslında.
İzleyicinin çağdaş sanatın kendi içine, terimlerine halktan kopuşuna yaptığı bir isyan hiç değil!
Hep bir sığınak, bizi kurtaracak, adalet, eşitlik gibi değerleri yansıtabileceğimiz bir ada olarak düşündüğümüz sanatın tam da bu yüzden hayatın içinde ürettiği nice paradoksun önce güzel bir sergilenişi. Ardından pek çok sanatçı için devrimci düşüncenin, dünyayı değiştirmek isteyenlerin sığınağı haline gelen çağdaş sanatın, bunu yapamayacak kadar hayat tarafından determine edildiğine, sığınağın artık olmadığına işaret ediyor.
Ve bu önemli ve pesimist bir tespit.
Bu adanın, bu filmde Kare’nin içinde tıpkı dışında olduğu gibi vicdanımızı ne izleyici ne sanatçı olarak artık rahat ettiremeyeceğimizi, her ne kadar hayat ile sanatın, 21. yüzyılın başında, tıpkı 20. yüzyılın başında ve ortasında olduğu gibi, kavuşmasını ne kadar dilesek de mümkün olmayacağı üzerine bir tespit.
Evet sert.
Çok sert.
Keza çağdaş sanat da, o eksik olan halka izleyicisi de suça batmış durumda.
Bu durumda Kare, 20. yüzyıl başında Malevich’in ütopyası, sadece kendini temsil edecek herhangi bir boşluk boş kalamayacak kadar 21. yüzyılda dünya dolmuş.
Çok ev, çok insan.
Ne kadar insan o kadar korku.