A password will be e-mailed to you.

Mağara Kilisesinden Peri Bacası Tüneline, Bir Açıkhava Sergisi Türkiye’deki Doğanın Tadını Çıkarıyor

Nicole O’Rourke’un Hyperallergic sitesindeki yazısı Billur C. Korkmazyiğit çevirisiyle Türkçe olarak sanatatak.com’da.

 

Yönetmenler Byambasuren Davaa ve Luigi Falorni tarafından Gobi çölünde çekilen Ağlayan Devenin Öyküsü (2003) çok nesilli bir Moğol ailesinin develerin yavrulama dönemi sırasındaki hayatlarını yavaş yavaş, özenle ve incelikle aktarır. Kabiledeki en genç devenin mitolojisini anlatan en yaşlı adamla başlar film. Hayvanların önemini, güzelliğini ve hayatları için ne kadar önemli olduklarını anlatır. Bu insanlar basit, herkesten ırak bir hayat sürerler, dış dünyayla tek etkileşimleri, ihtiyaç duyduklarında deveyle birkaç saat uzaklıktaki küçük bir köye gidip alışveriş yapmak veya nadiren açtıkları küçük eski televizyonları aracılığıyla dünyayla yüzeysel bir ilişki kurmaktır.

Film uygun düştüğü üzere, küratör Fulya Erdemci ve yardımcı küratör Kevser Güler’in sergisi Gelin Bahçemizi Ekelim’in bir parçası olarak, Cappadox Festivali’nde gösterildi. Bir tür sihirli gerçekçilik vardı filmde, doğaüstü manzarası ve çok sayıda mitolojisiyle Kapadokya, Türkiye’de olma deneyimine benzeyen bir histi bu. 

Ailenin sahip olduğu arazi gibi Kapadokya da, aynı anda işgal edilmiş ve ticarileştirilmiş ve soyutlanmış ve değerli hissettiriyor kendini. Film çekimi sırasında, kameralar ailenin arazisini istila etmiş, elektriğin olmadığı toprak üzerinde elektrik kabloları yılan gibi kıvrılıp bükülmekte… Etrafı turizm endüstrisi tarafından sarılan Kapadokya da aynı şekilde kendinden uzağa düşmüş.

Ne ironiktir ki bu sızıntılar olmasaydı, bu tür yerleri görmemiz de imkansızlaşacaktı.

Ekonomi ve endüstrileşme politikaları nedeniyle, turist endüstrisiyle Kapadokya yerlileri arasındaki ilişki, artık karşılıklı bir bağımlılıktan ibaret. Bu filmin bir gözlemcisi ve bu insanların takıntılı bir izleyicisi olarak, iki yüzlü olma durumuna saplanıp kalırsınız: Nasıl anlatırsanız anlatın, ne kadar samimi ve iyi niyetli olursanız olun, bir tür Batılılaşmanın içinde rol aldığınız için suçlusunuzdur. Kapadokya’da olma duygusunu yansıtan bir his bu. Bu farkındalığa ve bir parçası olmanıza rağmen bu sürece karşı, ve bu süreçle birlikte hareket etmenin tekil içgüdüsü, Erdemci ve Güler’in sergisinin temel konusu.

İzleyicinin kendisini daha az mütecaviz, daha çok yoldan geçen biri gibi, hatta kimi durumlarda bir katılımcı gibi hissetmesine neden olacak kadar cömertken; kendi zaman, yer, ve ironilerine önem veren bir sergi.

Sergi, adını (aynı zamanda bu yıl düzenlenen festivalin de konusu), Voltaire’in Candide adlı kitabında bir çiftçinin söylediği son satırdan alıyor. Sergi bir anlamda, Candide’in araştırmasının yıllar sonra ve Istanbul’dan çok uzaktaki devamıdır. Yanlış ütopyalar ve ilişkilere dair: Kültürel, politik, tarımsal, dini veya ticari… Herhangi bir beyaz küp galeriden veya çağdaş Batı sanatından farklı olarak, özel bir yer, özellikle de bir otobüse binmeyi, bir alanda bir saatliğine mola vermek için otobüsten inmeyi, ardından gene otobüse binmeyi içeren çevre gezisi türünden “hızlı turizm”le ilişkili olan yerler, turist destinasyonu olarak ucuzladıkları zaman, sizi de anı sorgulamaya iterler.

Erdemci, bizim anda olmamızı, Kapadokya manzarasına ve mirasına bakmamızı, ama aynı zamanda önemiyle kurduğumuz ilişkiyi kesmemizi ve onun yerine canlılığıyla eğlenmemizi istiyor. Gerçekten de bütün festival bununla ilgilidir: İzleyicilerin bu antik ve güzel kenti deneyimlerken, bir taraftan da içinde bulundukları anın tadını sanat, müzik ve yiyecek aracılığıyla çıkarmalarını istiyor. 

Sergideki eserlerin çoğu Kızılçukur vadisi boyunca yerleştirilmiş. Genelde tırmanış ve dağ bisikleti sürmek için kullanılan bu alanda Avanos’taki duraklar, üçhisar meydanı, festivalin aynı zamanda konser mekanı olan Kızıl vadi ovasındaki yerleştirme ve performans gibi diğer birkaç yere daha eserler yerleştirilmiş.

İlk yerleştirme, Ayşe Erkmen’in bisiklet yolundaki peri bacası çıkışında yer alan el yapımı bir halkadan oluşma “Ödül” adlı çalışması. Büyük, geometrik ve görülmemesi imkansız bir yerleştirmedir. İlginizi, bölgenin doğal formasyon özelliği olan peri bacalarından birine çeker. Çorak toprakta çıkıntı halinde yükselen gözenekli kayalar, İsa’dan önceki zamanlardan 1980’lere kadar kuşaklar boyunca oyularak evlere dönüştürülmüş. Erkmen’in tek bir peri bacasına odaklanan yerleştirmesi, ziyaretçinin diğerleri arasındaki bu peri bacasına gerçekten bakmasına ve incelemesine neden oluyor. İkiye bölündüğünü fark ediyor ve bir zamanlar olasılıkla kapı olan yer, şimdi bir açıklığa yöneliyor ve Erkmen’in halkasının çevresel herhangi bir etki olmaksızın, bu açıklığın içinden geçmesine izin veriyor. Arazi elbette ki yerleştirmeler olmadan da güzel ama yerleştirmeyle, güzelliğin sonsuzluğu ilgimize mahzar oluyor: Muazzam ve her bir peri bacasının bizim bilmediğimiz öykü ve geçmişini öne çıkarıyor.

Maider Lopez, “Yakınlaştırma”yla sarı seramik (2016) Diğer yerleştirme, Murat ve Fuat Şahinler’in “Teneffüs II”si (2016), toprak altına konulmuş dairesel bir çalışma. Güneş enerjisiyle çalışan yerleştirme, toprağı gerçekten nefes alıp veriyormuş gibi gösteriyor: Kendi halinde bir toprak parçası, sanki canlıymışcasına, yavaş yavaş, bir aşağıya bir yukarıya hareket ediyor.

Yürümeyi sürdürürseniz ve biraz uzaktaki arı kovanının mavisiyle uyum içinde, yerde duran boyanmış, küçük bir seramik parçasıyla karşılaşırsınız. Ardından çevrede açan küçük pembe çiçeklerle uyumlu, koyu pembe bir seramik görürsünüz. Ardından, hemen üstünüzdeki kaya formasyonunun birkaç katmanını taklit eden, kum rengine çalan pembe bir seramik parçasına rastlarsınız. Bu seramikler, Maider Lopez’in “Yakınlaştırma” eseri için yerel seramikçiler tarafından yapılmış ve bölgenin yerli sanatçılarına ve manzaraya ve toprağa ve toprağın çok katmanlı ve geniş çaplı etkisine basit bir katkı.

Gösteride yer alan Emin Naci Akkuyu ve Murat Taşçıoğlu’nun “Floral Sohbetler”i (2016) ve Özge Önderoğlu Akkuyu’nun “Flora Yürüyüşleri” (2016) gibi diğer parçalar da, aynı şekilde izleyicinin, çevresindeki arazinin içinde yaşamasını ve takdir etmesini istiyor. Akkuyu’nun rehber kitabı olan Kapadokya’nın Florası, sergi için ikinci baskısı yayınlanmış ve kitap yedi farklı dilde, varsa kullanım yerleri, çiçeklenme zamanlarını içeren 223 bitkiyi tanımlıyor. Ayrıca, çiçekleri renklerine göre kodlayarak sergiyi gezen ziyaretçilerin çiçekler arasında yürürlerken kolaylıkla bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır. Akkuyu ve Taşçıoğlu’nun sohbetleri, bölgedeki belli bitkilerin iyileştirici doğası ve tarihiyle ilgili. Davaa ve Falorni’nin filmindeki Moğol aileyi seyreder gibi, bir bütün olarak sergi de, karşınızda duran bir hayat tarzına değer vermeyi, bugünün kentleşmesi ve ticarileşmesinden ayrı bir tarzla toprağı ve doğayı anlamayı sergiliyor.

Tomas Saraceno, “Aerocene Havaalanı Kapadokya” (2016) Benzer şekilde, Tomas Saraceno’nun , “Aerocene Havaalanı Kapadokya” (2016) adlı proje/performansı da, güneş enerjisiyle gökyüzüne yükselen, balon benzeri heykelleri kullandı:

Sıcak hava balonuna yapılan doğrudan bir bağlantı, çevreye zarar vermenin yanı sıra, alanı gezmekle de ünlüdür. Murat Germen’in “2 No.lu Matrix: Yaşayan Kültür Yolları” (2016), Yaşayan Kültür Algı Haritası’yla, izleyicileri daha da ileri bir menzile, Kapadokya’nın daha az bilinen yerlerine gitmeye teşvik eder: Harita yol boyunca numaralarla ilişkili fotoğraflardan oluşmuştur. “Flora Yürüyüşleri” ve Lopez’in “Yakınsama”sı gibi Germen de, izleyiciden, genelde Kapadokya’yla ilişkilendirilen “hızlı turizm” mantığını bir anlamda tersine çeviren, ve zaten orada olan güzelliği bulmasını ister. Gösteride yer alan eserlerin çoğu, doğrudan karayla ve çağdaş ticari ekonomiyle ilgilenirken, Nilbar Güreş, Hera Büyüktaşcıyan ve Asuncion Molinos Gordo’nun yerleştirmeleriyse, daha çok, karada ve karanın tarihinde ve mitolojisinde var olan bugünün ekonomisi, toplumu ve politikasının etkilerinden söz ederler. Güreş, Kızılvadi’deki üç mağaranın içindeki üç yerleştirmeyle, düş gibi, tılsımlı, harika bir hücre yaratmıştır. Her biri bölgedeki dinlerle ilgili bir açıklamada bulunur. Özellikle Bektaşi kültürünü, her ikisi de eski ve bugüne dek değişmemiş haldeki tarihiyle ve kimliğiyle ve, hem kırılgan hem de hareketli tarzda, ama buna rağmen her zaman doğaya inanmasıyla açıklar. Hepsi birlikte ele alındığında, koleksiyon, hemen göze çarpmayan motifler ve yerel malzemeler ve el ürünlerini kullanan bir anlatı gibi davranarak, hayatı karaya ve ilgili sosyal ve kültürel gerçekliklerine taşıyor.

Eserler de, tıpkı Güreş’in sözünü ettiği fikirler ve inanç sistemleri gibi, bir anda harekete geçmeye hazırlarmış gibi görünürler. Turist endüstrisi kendisini ağırlıklı olarak sık sık fetiş haline getiren, romantize eden ve maskeleyen bir geçmişe dayalı. Güreş bizim bunu sorgulamamızı istiyor ve eserlerini incelerken, bunu yapıyoruz.

Hera Büyüktaşçıyan’nın “Karşılıksız Aldınız Karşılıksız Verin” (2016) adlı çalışması henüz gün ışığına çıkarılmış arkeolojik bir alan gibi görünür gözümüze. Yerleştirme, yakınlardaki mağara kiliseden asma motifini alır ve üzümleri metamorfik olarak gerisin geri toprağa yerleştirerek, her parçayla üzümlerin köklü geçmişine ve bölgede azalmış olmasına rağmen, bugün ve geçmişteki ekonomiye ve din kültürüne ve şarap yapma işlemine dikkati çekiyor. Seramik eseri arkeolojik bir kazı gibi yerleştirerek, aynı zamanda, yaşam dolu bu bağcılık kültürünün, diğer ekonomilerin canlanmasının ardından, yavaş yavaş değişmesine ve hatta belki de yok olmasına dair yorum da yapıyor. Büyüktaşçıyan’ın Kapadokya’da şeylerin nasıl değişime uğradığını sorguladığı üçhisar meydanındaki (sergi için seçilen yerlerden biri) bir çay bahçesinde Molinos Gordo’nun yaptığı video yerleştirmesi, bu değişimlerin gerçek nedenleri ve nasıllarını inceler. “Amaç, Hedef ve Cezalar” (2016) adlı kısa film çalışması, çiftçilerin genelde hasat ve köyle ilgili meseleler üzerine sohbet etmeye geldiği bir yer olan aynı çay bahçesinde bir döngü halinde çekilmiş. Video, küçük çiftçilerin bu kanun sayesinde kendi topraklarından kar etmelerinin nasıl imkansızlaştırıldığına ve devletin tohumları ve doğayı nasıl ekonomize ve politize ettiğine ışık tutarak 5553 no.lu Tohum Kanunu’nun etkilerini tartışan araştırmacıları ve çiftçileri gösterir. Bu video gösterideki en yalın çalışmadır, aynı zamanda serginin, Kapadokya’nın ticarileştirilmesiyle savaşma tarzı için de bir metafordur ve oradaki sıradan insanı, kendi toprağından geçinmeye çalışan çiftçileri destekler. Sonuçta sergi sürekli olarak ve arsızca bizi engeller gibi görünen politikalara rağmen kendi bahçemizi kendimiz ekelim diye yalvarır bize.

Ağlayan Devenin Öyküsü’nün ana konusu annesi tarafından reddedilen bir devenin doğumu. Filmde aile annenim hislerini değiştirmek ve bebeği kurtarmak için her tür ritüeli dener ve elinden geleni yapar. Sona doğru eski bir ritüel şarkı ve müziği sayesinde anne deve gözyaşlarına boğulur ve bebeği emzirir ve benimser. İnsanlar, hayvanlar ve doğa etkili bir sinematik an yaratır, ama film burada sona ermez: Son sahne, görüntüsü bozuk, eski televizyonu seyreden bir çocuğu ve yanında oturan ve mütevazı evlerini küçük gösteren dev bir anteni sağa sola çevirerek ayarlamaya çalışan kardeşini gösterir. Ne denli kendimize yetersek yetelim veya toprağımız ve hayatımız ne kadar yeterli olursa olsun, herkesin bildiği çimen her yerde, her zaman daha yeşilmiş gibi duruyor, ama ya bunun yerine kendi bahçemizi kendimiz ekmeyi seçersek ne olacak?

Yazının orjinali için:

http://hyperallergic.com/304496/from-a-cave-church-to-a-fairy-tunnel-an-outdoor-exhibition-revels-in-turkeys-landscape/

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 08:33:01