İntihal suçlamalarının aranan ismi Jeff Koons son günlerde Paris’e hediye ettiği ama hediyeden çok emirvaki bir satış olarak algılanan lale heykelinin reddiyle gündemde. Bu sayfadaki söyleşisi ise 28 yıl öncesinin Koons’una ait… Robert Storr’un Jeff Koons ile New York’taki dubleksinde gerçekleştirdiği röportaj ilk kez 1990 Ekim’inde Art Press’te Fransızca olarak yayımlandı. İngilizce versiyonu ise 2017’de “Robert Storr, Interviews on Art” adlı kitapta yer aldı.
Robert Storr: Hazır burada ikimize de 1970’lerin ortasında eğitim vermiş olan Ed Paschke‘nin yaptığı bir resmin altında otururken, neden o zamandan başlamıyoruz – bir sanatçı olarak eğitim gördüğün eski zamanlara geri dönerek.
Jeff Koons: Hatırlamaya çalışmak başımı allak bullak ediyor. Bir bakalım… Liseden sonra doğrudan, üç yıl boyunca bana disiplinin gerçekten ne anlama geldiğini öğreterek egzersizlerimde yardım etmiş olan Albert Sangiamo’dan dersler aldığım Maryland Enstitüsü Sanat Koleji’ne geçtim. Sangiamo sizi haftada 40 ile 60 saat arasında aynı çizim üzerinde çalıştırırdı. Ve ben her zaman işleri sonuna kadar götürmek konusundaki zorlamaları sevdim. Fakat Maryland’de gerçekten profesyonel desinatörler yoktu. Orada, teoride New York’tan, profesyonel bir bağlamdan gelmiş sanatçılar vardı, ama hiçbiri gerçekten birinci sınıf desinatör değillerdi.
Diplomamı almamdan önceki son senemde, Chicago Sanat Enstitüsü’ne geçtim ve burası Ed Paschke ile tanıştığım yer oldu. Ed’de hakiki bir efor sarf eden ve iştirak etmeye çalışan birini buldum. Ed gerçek anlamda beni içsel hayatına dahil etti ve bana materyallerini nerede çizdiğini, ilhamının nereden geldiğini gösterdi. Ayrıca bana bir referans çerçevesi sundu, temel bir strateji: kendime zarar verici olmaktan nasıl sakınacağımı ve kendimi, işini geliştirmeme ve politik destek elde etmeme izin verecek bir pozisyona nasıl getireceğimi gösterdi. Bu bir dalkavuğa ya da onun gibi bir şeye dönüşeceğin anlamına gelmiyor, basitçe, kendine zarar verecek hiçbir şey yapmıyorsun ki bu benim için çok önemliydi.
RS: Kendini Chicago funk’ın bir parçası olarak görüyor musun?
JK: Bu beni Chicago’ya çeken şeydi ve hareketi hâlâ beğeniyorum. Ed fenomenal işler yaptı, ve ben Jim Nutt ve Karl Wirsum’ın işlerini de seviyorum. Onlara elbette yakın hissediyorum, ama benim için çok sübjektifler. Yavaş yavaş, bir gece önce gördüğüm rüyanın ya da ilginç veya görsel anlamda heyecan verici bulduğum şeylerin benim düşünce çerçevemde hiçbir şey ifade etmedikleri duygusuna kapıldım. Çok sübjektiftiler. Ve ardından resim yapmayı bıraktım; bu işi bir çeşit mastürbasyon olarak gördüm. Resim yapmakla işim bitsin istedim.
New York’a taşınarak kendimi özgürleştirebilir ve hatta bir ressam olarak geçmişimi silip süpürebilirdim. En baştan başlayabilirdim. Cinselliğimden kurtulduğumu, kendimi ondan ayırdığımı hissettim. Ama hâlâ geçmek bilmeyen bir yapıydı, böylece bir şeyleri temizlemeyi sürdürdüm. ‘’The New” adını verdiğim seri, vitrinlere yerleştirilmiş elektrik süpürgeleriyle kuşkusuz yapmış olduğum en deseksüalize işti. Ve sonra yine, elektrik süpürgelerinin de, -bir çeşit erkeksi cinselliğin birden bire konteynerlerde vurgulandığına bakılırsa- kadınsı bir cinselliği olduğunu düşünüyorum. Ama bu iki takım işin arasındaki ortak yüz dikkat çekecek biçimde cinsellikten yoksundur.
RS: Başka türlü söylersek, öznelliğin tartışılır olduğu dönemde Chicago sürrealist hareketinde olduğu gibi resim yapma eylemiyle bağlantılıydın, diyebilir miyiz?
JK: Resim yapmak benim sanatsal evrimimde oldukça sübjektif bir şeyi temsil ediyor: bu daha çok, daha büyük sosyal önem kazanacağını umabileceğin şeyleri değil de bana kişisel olarak dokunan şeyleri ele almamla alakalı.
. . .
“Belirli şeylerin güzel olduğu sezgisi ile büyüdüm”
RS: Bütün eserlerin arasında yeniden ürettiğin nesne ve imgeler ile bir şekilde ilişkili olan geliştirdiğin belli unsurlar var mı?
JK: Babam bir iç mimardı ve bir mobilya dükkanı vardı. Dükkan çeşitli odalardan oluşuyordu. Sahte bir salonu ve yemek odası vardı, sonra bir mutfak, çalışma odası vesaire. Babam Fransız rüstik tarzında bir çok mobilya satardı, ayrıca da kolonyal tarzda. Böylece ben belirli şeylerin güzel olduğu sezgisi ile, estetik düşünceyle büyüdüm. Ayrıca, sanıyorum ki, belirli bir anal unsurla. Bu durumda çevrenizin düzenli olmasını istersiniz ki nesneler kendi seslerini bulsun ve konuşsunlar.
RS: Yerleştirmelerinde seçtiğiniz nesneler nasıl bir sesle konuşuyorlar seninle?
JK: Bazı insanlar işlerimin kesinlikle kitsch olduğunu düşünüyorlar, ama ben işlerimi hiç o şekilde görmüyorum. İnsanlara söylemeye çalıştığım şey, aslında, onların geçmişlerini silmemeleri ve onları onlar yapan her şeyi harmanlayıp yol almaları. İşlerim, insanlara basitçe onları onlar yapan hiçbir parçayı reddetmemelerini söylüyor, geçmişlerini dikkate almalarını. Zenginlikleri onları onlar yapan şeyden geliyor; onlara yaraşmak için özgür hissedebilirler.
. . .
RS: İşinin söyleşilerde sıklıkla işaret edilen politik yönlerinden biri orta sınıf dediğin şeyle burjuvazi diye kastettiğin şey arasında ki sanırım demek istediğin varlıklı burjuvazi, güçlü ve hırslı burjuvazi. Bu iki grup arasında bir yerde konumlandığını düşünüyor musun? Ya da bunlardan biri ya da ötekiyle kendini açıkça özdeşleştiriyor musun? İçine doğduğun sınıfta kendini bir tutsak gibi hissettin mi?
JK: Hayır. Söylemek kolay değil bunu, ama bir çocuk olarak her zaman bir küçük prens gibi hissettim. Ve oldukça komiktir ki, Ilona (Cicciolina) kendini her zaman bir prenses gibi hissetmiş. Annem hiçbir zaman çalışmadı, ama beni son derece yüreklendirdi ve üniversitedeki yıllarımda bana yardım etti. Böylesi bayağı orta sınıf bir şey. Ebeveynlerim her zaman konfor içinde yaşadılar. Oldukça büyük bir evde Georgian-tarzı bir köşkte büyüdüm. Atlarımız vardı, köpeklerimiz vardı. Ebeveynlerim bayağı bayağı 1960’lılar diye düşünüyorum. Bir spor kulübünün üyeleriydiler. Yaşam tarzlarında her zaman macerayla iç içe geçmiş bir şeyler vardı. Para biriktirmediler, istiflemediler. Hayatlarını sosyal seviyelerinde sonuna kadar yaşamaya çalıştılar.
Bunun sonucu olarak, ben her zaman bir sınıf yapısı bünyesinde süzülüyormuş hissini taşıdım. Gittikçe kafam karışıyor şimdi olduğu gibi, ben ayrıca birçok kültüre aitim, üç kültüre, doğrusu. Zamanımın bir kısmını Almanya’da, bir kısmını İtalya’da ve bir kısmını da New York’ta geçiriyorum. Bu bütün işi daha da karıştırıyor. Bir anlamda kendimi daha ve daha fazla yabancı hissediyorum ve yaşam tarzımın ortalamadan biraz farklı olduğu fark etmeye başlıyorum. Uzun zaman için bunu kendime itiraf etmeyi reddettim, ama bu durum gürültülü bir şekilde açıklaştı, diğer insanlarınkilerle aynı baskı ve sorumluluklara sahip olmama rağmen.
“Beni motive eden öfke ya da intikam hırsı değildi”
RS: Burjuvazinin –yukarı hareketliliği arzu eden bir sınıf- suretini harekete geçiren şey, senin ifadenle öfke idi. İlerlemeye yeterli olunamadığında öfke ve gücünü cepte gören oturmuş soylu sınıfa karşı öfke. Bu öfke sende bir şeyler uyandırıyor mu?
JK: Eminim ki motivasyonum, ilkel bir seviyede, öfkeden veya buna oldukça benzer bir şeyden kaynaklı. Bir bireye ya da gruba karşı değil bu öfke, ama ilerlemeye olan arzu şeklinde. Muhtemelen bu gelişmeyi alışma kategorisine sokarak öfkeyi azaltıyorum. Bu, benim talep ettiğim, olabileceği en iyi şekilde olmasını istediğim yaşam kalitesi ile bağlantılı. Ekonomik yönden düşünmüyorum: Yaşamın, entelektüel, manevi ve biyolojik kalitesi hakkında konuşuyorum. Konunun ekonomik tarafı, pastanın üzerindeki krema sadece.
Sanatçı olmaya karar verdiğimde zor bela geçinmekten, az parayla yaşamaktan, yapmak zorunda olduğum işin yapmayı istediğim iş olmamasından ve zamanımı yapıyor olmayı dilediğim şeyleri değil, başka şeyleri yaparak geçirmekten özellikle keyif almıyordum. Bu bana hiçbir zaman memnun edici gelmedi ve belirli türde bir öfke duydum, kökleşmiş bir öfke değildi, daha çok bir bıkkınlık gibiydi çünkü hayat beni tatmin etmedi. Her durumda, beni motive eden öfke ya da intikam hırsı değildi, onun yerine iştirak etmek ve hayatımı mümkün olduğunca güzel ve göz kamaştırıcı hale getirmekti. Herkesinkinden daha büyük bir pasta dilimi istemiyorum, ama o pastayı görebilmeyi istiyorum.
RS: Ve oldukça tartışmaya açıksın.
JK: Evet, ama bu benim işlerimle içkin değil. Bu işlerime bir tepki. İşlerim hiçbir zaman o amacı taşımaz, o tepkiyi doğuracak bir pozisyona koymazlar kendilerini, bu da işlerimin hiçbir politik ittifakı olmaması gibi güzel bir sebeptendir. Herhangi bir konuda işlerim kendilerini politik olarak konumlandıracak olsa, o boyut işlerimde asli bir hale gelir ve gelecekleri, elbette bayağı belirsizleşir. Ama gelecek benim işlerimin sahip olduğu yegane şey.
RS: Yani bir grup işten ötekine geçtiğinde her başarılı pratiğin limitlerini keşfetmek istiyorsun?
JK: Önemli olan şey kendimi özgür kılmak. Bu, kendimi tam bu belirli anda bu anın sınırlamalarından ve Jeff Koons’dan ayırmayı başarabilmek ve ufkumu genişletmeye çalışmakla alakalı. Ondan sonra, sıkılıyorum. Bir şeyi bir kere sıkıca yakalamış ve keşfi sınırlarına kadar zorlamış, kendimi yüzde yüz o işe yönlendirmiş, her şeyimi vermişken neden kendimi tekrar edeyim? Bu beni çok yönlü çalışmaya iten nedenlerden biri. Kendimi tekrar etmek zorunda kalsam, bunu kusursuz olarak, işimin bana bir program belirleyip kültürel sahnenin içinde yer almam için beni zorunlu malzemeyle desteklediği zaman yapmak isterim. Bu, benzersiz bir parça üretip insanların bunu görmek için hac yolculuğu yapmasının gerekmesi gibi değil. Ne kadar insan bunu görme şansına sahip olurdu? Halbuki, bu şekilde, bir etki üreten görülecek yeterince nesne olurdu. Ondan sonra bir başka şeye geçebilirim. Pek çok sanatçı kendini benzersiz parçalar yaratabileceklerine inanarak kandırıyor, halbuki onların tüm kariyeri büyük bir çoklu tekrar olmakla sona eriyor.
. . .
“Sanat Michael Jackson’ın kendisiydi”
RS: Bir keresinde başka birisi olmak isteseydin bunun Michael Jackson olacağını söylemiştin. O her şeyi yeniden yaptı, yalnızca fiziksel görünümünü değil ama ayrıca, kendi kişisel cennet bahçesini yaratarak çevresindeki dünyayı da yeniden tasarladı. Düşüncen bu muydu?
JK: Michael’a saygı duyuyorum. O ekstrem. Michael’ın söyleyecek çok şeyi vardı ve onun hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkusu yoktu. Michael’ın kendi üzerinde gerçekleştirdiği radikal dönüşümlerin bu gözü kara doğasında bir sembol görüyorum –ve bu dönüşümlerden sonra kendisiyle yaşamak zorunda olmasında. Aynaya bakamazdı ve biliyordu 35’ine bastığında nasıl görüneceğini. Bu dehşet verici. Thriller’ına saygı duyuyorum ama bir ürün olarak müzik kaydında özellikle dikkate değer bir şey yoktu. Sanat onun müzik kaydı değil; kendisiydi. Kendisi gerilim filmiydi, korku tanımaz bir adam.
RS: Mükemmelen yapılandırılmış bir personanın grotesk ya da canavarsı olma riskini aldığını düşünüyor musun?
JK: Bunu gerçekten hiç merak ettim mi bilmiyorum. Personamın iletişim için bir araç olduğunun farkındayım ama bu benim tek endişem ya da salt ifade şeklim değil. İletişim kurabilen nesneler yapmaya çalışıyorum, zekamı, bu çerçevenin bünyesinde ve insanların ihtiyaçlarını karşılayacak bir sistem bulmaya çalışarak kullanıyorum. Jeff Koons’un personası takımın bir parçası, ama ürünün bitmiş hali yalnızca Jeff Koons değil. Özel hayatım, Jeff’in hayatı, algılandığı şekliyle Jeff Koons’un hayatından daha çok ilgilendiriyor beni. Jeff’in hayatı önce geliyor, ardından sanatçı Jeff Koons’un hayatı geliyor.
RS: Bütün bu işlerin içinde Warhol hakkında ne düşünüyorsun? Aklındaki o muydu?
JK: Andy hakkında ve benle Andy arasındaki bağlantılar hakkında düşünen pek çok insan var. Bunlar benim düşündüğümden çok dikkat ediyorlar bunlara. Tamam, biz Duchamp’çı tarihin ürünleriyiz. [Marcel] Duchamp nesnel olanın alanına sanatı sokmak için en çok çalışmış insan ve ben onu yol boyunca takip etmek istemekten hiç vazgeçmedim. Andy entelektüel fikirleri iletmek için cinselliği kullandı. Andy’nin fikirlerinin çoğu zihinden önce cinsel organlara hitap ediyor. Bu ayrıca benim de iletişim kurma yolum. Bunu söylediğim için üzgünüm, çünkü Andy’nin işini severim, ama Duchamp’ın bende uyandırdığı gibi bir saygı uyandırmadı Warhol hiçbir zaman. Warhol’a pek çok sanatçıya duyduğumdan daha çok saygı duyarım, ama bence insanlar Andy’yi durdurmak yerine, geriye dönüp iyice bakmalı ve Duchamp’ın işiyle benimki arasında bağ kurmalı. Benim yeni işim Jeff ve Ilona (Made in Heaven) [1990] bisiklet tekerleğinin eşdeğeri midir? Bisiklet tekerleğinden beri nesnel sanatın zirvesi midir? Öyle olduğunu söyleyebilirim. Bence işim bir paket Brillo’dan daha nesneldir.
Kaynak: Jeff Koons interview: ‘Some people certainly think that my work is kitsch, but I never see it that way’ / Independent