İstanbul Kırmızısı, herşeye rağmen İstanbul’u bir marka yapmaya çalışma çabası. Batılı bir orta sınıfın gözünde, onu, cazibe nesnesi kılmaya çalışış’ın filmi, aslına bakarsanız. İstanbul’un ezanı, polisi, ölüsüne yaptığı yıkayışı, Cumartesi Anneleri, kağıtçıları, mültecileri, gencecik başörtülü frappe içenleriyle, film karakterlerinden Orhan’ın ablasının Orhan’ın yazdıkları karşısında söylediği gibi “İstanbul tüm renkleriyle” bu filmde var.
İstanbul Kırmızısı hatta bunların toplamı olsa gerek.
Ve filmdeki oyuncuların tümü ikincil, bu filmin başrolü İstanbul demek çok istesem de, öyle değil!
Filmin zengin oyuncu kadrosu, kuşaklararası dev kadrosu, bir kumpanya gibi. Batı’da kapalı gişe oynayacak bir kumpanya. Uyum mükemmel, oyunculuk mükemmel, Ferzan Özpetek’e teslimiyet mükemmel. Batı’da turnede olduğu fikriyle herkes daha bir döktürmüş. Bir Romalı, İstanbul’a gitmenin ne kadar heyecan verici, büyüleyici bir deneyim olduğunu bu filmden sonra bir kez daha idrak edecek. Ne güzel!
Lakin bir İstanbul yerlisi, günün deyişiyle, lokali için, bu yeterli değil! Halit Ergenç’in yani Orhan’ın yıllar sonra ablasıyla -Zerrin Tekindor- karşılaştığı ve sohbet ettiği sahne hariç, hiç yeterli değil.
O sahne çok yeterli. O sahnede Ferzan Özpetek’te aradığımız her şey var. Ama filmin genelinde bir Ferzan filminde aramadığımız kadar çok mobilya, fazla göze hoş gelen tablo, çağdaş eser, gökdelenli yazar evi gibi detay var.
Bütün bunlar evet çok contemporary ve aynı zamanda vapura binerken hiç değil çünkü sizi polis arıyor. Boğazın suları, İstanbul köprüsü renkleri değişse de arıyorlar.
Gökdelendeki ‘listebaşı’ olmuş yazarın partisi sanki Sorrentino filmi (Gaye Su Akyol’un büyük katkılarıyla) gibi ama buralılara Yavuz Özkan hatta İrfan Tözüm sinemasını aratıyor.
Onların yazar, çizer, ressam tayfasını ele aldıkları sahnelerdeki diyaloglarında en azından hiçkimse bir yazarı diğerine liste başı olmuş yazar diye tanıtmaz. Entelektüeller varoluşçu cümlelerle konuşurlardı.
Onlar da yeni dalga filmlerini aratırlardı.
Gökdelende bir yazar partisine hiç denk gelmedim. Bir kere bir mimarın partisine ve deniz mahsülü büfesine denk geldim.
Ya da yemekte sadece bir masal kitabı yazmış birine, bir mimar dahi olsak geleneği çok okunaklı bir şekilde ele almışsınız benzeri ilkokul test sorusu düzgünlüğünde ve uzaklığında cümleler kurmuyoruz.
Öte yandan şehirli bir kadın olarak bizi seven kocamızla, bize yeni aşık olan erkek, bizim hakkımızda konuşurken müdahil olup bir şeyler yapıyoruz. Sessiz ve görünmez bir şekilde filmdeki gibi hiper edilgen takılmıyoruz.
Bakınız Atıf Yılmaz Sineması. Onu seven iki erkeğin ortasında onlara sarılan. Ya da ikisiyle birlikte sevişen kadınlar…
Mültecileri arabadan epey bir süre çıkmadan izleyen Orhan ile Neval… Neval’in neden orada olduklarını bir çırpıda, neredeyse sıkılarak özensiz, tutkusuz anlatışı…
Herşeyi geçiştiren sadece izlenir olmaktan memnun.
Bütün bu, belki birkaç dakikalık mülteci hikayesinden ve ondan daha az süren Cumartesi annesi sahnesinden ve nice İstanbul’a dair heyecan verici tabii çok dramatik detayın müzik videosu hızından, bir İstanbul şarkıları potpurisi durumundan ve yüzeyselliğinden, buranın yerlisi olarak dediğim gibi hoşlanmadım.
Öte yandan da Deniz /Orhan ikilisinden Orhan’ın isminin Orhan Pamuk’tan gelip gelmediğini de sormadan edemedim.
Orhan Pamuk’un meşhur Boğaz’da geçen Masumiyet Müzesi karakterinin Boğaz sularında aşık ve yenik sırt üstü yüzüşü aklıma geldi çünkü.
Ama maalesef Pamuk’un sevdiği kadın dokundu diye cetveli ağzına sokup çıkaran tutkulu karakterlerinden bu filmde eser yok. Ama birtakım güçlü, olgun kadınlar onlardan bahsederse sanki tutkulu olacak bazı erkekler var. Deniz gibi… Yusuf gibi…
Deniz acı sahibi olanları tanırdı. Deniz bilirdi. Deniz ,deniz severdi. Köpeğini hep bekledi…. Yusuf sadece kendine acı verir…
Ve bol aforizma var. Ooo aklımda tutamayacak kadar çok. Büyük büyük laflar ama bir kere söylendikten sonra hemen eskiyecek.
Filmin karakteri Orhan’ın, Orhan Pamuk olduğuna dair şüphem, ‘Boğaz’ı yüzerek geçmek İstanbul’un kalbinde olmaktır’ diyen Yusuf’un değil de Orhan’ın Boğaza atlamasıyla daha da arttı.
Oyunculuklarının her birinin-Tuba Büyüküstün- hariç, sıradışı cömertliklerinin altını tekrar çizmeliyim. Ama o da sıradışı güzel.
Ve tabii Ferzan Özpetek sinemasını, daima hiçbir filmini kaçırmadığım Ferzan Özpetek sinemasına dair en mükemmel şeyin bu filmde, İstanbul Kırmızısı değil de, o filmin daha ilk saniyesinden itibaren kullandığı inşaat gürültüsü sesi olduğunu da belirterek…
(Burada en çok Roma’da geçen Eclisse’i de hatırlayarak.)
Bu gürültüyü hele zaman zaman çekilen ve yeni yeni haberdar olduğumuz acılara göre kullanışı, sırf şıklık olsun diye Yusuf’un Elgiz Müzesi terasında lego takar gibi heykele melek kanadı takışını bile unutturuyor. Yusuf’un heykelci olması İstanbul’un güzel, çağdaş görünmesi açısından şart olabilir. (Elgiz Müzesi terası da hakikaten çok ender değişik bir yer.)
Ama bu gürültüyü kullanış işte ona şapkaların en İstanbullusu, Beyoğlulu, Kalamışlısı kalkmalı. Çok ciddiyim: muazzam!
Ve bir yerli olarak bana en çok hitap eden ne melekli resim ne arte deco avize ne nice diğer şık nesne, bu ses.
Kesinlikle görün.
Deniz mi Orhan mı? Deniz, Orhan mı aslında? Orhan da Orhan Pamuk mu bir de siz karar verin derim.