Carla Simon, 72. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı kazanan Alcarràs adlı filmine Şeftali Bahçesi adını verebilirdi… Çehov’un Vişne Bahçesi misali hayatın ta kendisi gibi hem çok yalın hem çok karmaşık olduğu, değişen sosyo-ekonomik koşullara ayak uyduramayan Sole Ailesinin üç kuşaktır geçimini sağladığı şeftali bahçesini kaybetme riskini konu aldığı için…
Zaman ve mekan 19. yüzyıl ortası Rusya taşrasından 21. yüzyıl başı Katalunya taşrasına, bahçede yetişenler vişneden şeftaliye, insanların hal ve tavırları, görünüşleri ve yaşayışları değişse de meselenin özü hep aynı… Bütün ayrıntıları ince ince işleyen Simon, filme esin veren soruna dikkat çekmek için filmin geçtiği mekanın adını kullanmış. Öte yandan İber yarımadasındaki Arap egemenliğini hatırlatan, İspanyolca’da sözcüklerin Arapça kökenini yansıtan Al önekiyle başlayan (taşlar, kayalar, kayalık anlamına gelen) ismi aracılığıyla tarihteki büyük değişim ve dönüşümlere de gönderme yapıyor. Alcarras’ın nerede olduğunu, gerçekten böyle bir yer mi olduğunu merak edip öğrenmemizi hedefliyor. Simon, Katalunya’nın Lerida bölgesinde geniş bir aileyi barındıran çiftlik evini kuşatan şeftali bahçesini, hasat zamanı kutlamalarıyla hareketlenmediği zamanlarda insanların çalışmaktan başka bir şeye vakit bulamadığı taşra hayatının zorluğunu, öte yandan doğal ortamda büyümenin çocuklar için güzelliğini izleyiciye aktarıp onları da aileye dahil ediyor. Böylece filmin finalinin etkileyiciliğini garantiliyor. Sole Ailesi, o finalde ne hissediyorsa biz de hissediyoruz.
1986 doğumlu Katalan yönetmen, 2017 yılında Estiu 1993 / ’93 Yazı adlı filmiyle Berlin Film Festivali Generation K-Plus bölümünde En İyi Film, bütün festival filmleri arasından yapılan seçmede En İyi İlk Film ödülü kazandı. Bu muhteşem dünya prömiyerinin ardından, İstanbul dahil, yarıştığı her festivalde ödül kazanmanın yanı sıra İspanya’nın Goya, Katalunya’nın Gaudi ödüllerini de sildi süpürdü! Avrupa Film Ödülleri’nde Keşif / FIPRESCI Ödülü adaylarından biriydi. Bu yüzden ikinci filmiyle Altın Ayı kazanması hiç de sürpriz olmadı.
’93 Yazı’nda kendi çocukluğunu anlattığını hep vurgulayan Simon, yine kökenlerine döndü, şeftali yetiştiren amcalarının yaşadığı bölgedeki değişime çevirdi kamerasını. Romeria adlı yeni projesiyle ’93 yazı ve Alcarràs ile başladığı üçlemeyi tamamlayacak. Alcarràs hem tarım alanında günümüzün sorunlarına değiniyor hem de bir aile dramı anlatıyor:
Solé ailesinin büyüğü Rogelio (Josep Abad), filmin başında neden üç kuşaktır ekip biçtikleri toprakların tapusuna sahip olmadıklarını İspanya tarihine bir göndermeyle açıklıyor. Bu sayede “eskiden insanlar sözünün eriydi, söz senetti” vb. şekilde sunulan anlaşmazlığın hiç de masumane bir sebebi olmadığını anlıyoruz. İç Savaş sırasında kim olduğunu söylemediği ama tarım kollektifleri kurdukları için anarşistler olduğunu varsayabileceğimiz devrimcilerin toprak sahiplerini vurduklarını anlatıyor. Rogelio’nın ebeveynleri Pinyol Ailesini kilerde saklayıp hayatlarını kurtarınca, Pinyollar minnet göstermek için filme konu olan araziyi Solélere bırakmış… Ama tapuda herhangi bir işlem yapmamışlar… Öte yandan çiftlik evi için bir devir sözleşmesi imzalanmış. Oğlu Quimet (Jordi Pujol Dolcet) bu duruma isyan etse de elinen gelen bir şey yok…
Son mirasçı Pinyol (Jacob Diarte) bir minnet borcunu ödemeye devam etmek yerine bütün topraklarını güneş enerjisi tarlasına dönüştürmek için yatırım yapmış. Hasadı beklerken dallarında kızarıp o tüylü kabuğun içinde tatlı nektarlarını biriktiren şeftalilerle dolu canım ağaçların yerine ürettiği elektriği satabileceği güneş panelleri dikmek istiyor. Bütün aile canını dişine takıp şeftali toplamaya çalışırken etraflarını panellerden bir ordu kuşatıyor… Bu baskı ve gerilim altında bir yandan da beklenti farkları ve kuşak çatışması nedeniyle aile bireyleri birbirine düşüyor…
Alcarràs’ın senaryosu da Çehovyen bir incelikle çağına tanıklık ederken geçmişteki çatışmaların bugüne yansımasından dem vuruyor. İç Savaş öncesinde toprak sahipleri kentlerde ya da malikanelerine çekilmiş yaşar, zaten toprağı kendilerinin işlemez, ama çiftçilerin emeğini sömürerek zenginliklerini korurdu, bu yüzden devrimcilerin hedefi oldular. Devletlerin dünyada yaşanan krizlere rağmen yiyecek üreten çiftçiyi, köylüyü değil büyük yatırımcıyı destekler. Hele bir de temiz enerji üretecekse kim neden karşı çıksın? O temiz enerji hangi kirli sektörlerde ve hiç de çevre dostu olmayan amaçlarla kullanılacakmış, o da zamanımızın büyük çelişkisi… Alcarràs’ta tarım kooperatifi üyelerinin sürekli taban fiyatı protesto ettiklerini bu yüzden senaryosuna ekliyor, Simon. Öte yandan Quimet başta olmak üzere çiftçilerin de sütten çıkmış ak kaşık olmadıklarını gösteriyor ki kimseyi romantize etmeyelim…
Çocuklar ve ergenler, onların gözünden yetişkinlerin dünyası ’93 Yazı’nda olduğu gibi Alcarràs’ta da öne çıkıyor. Onların geleceği söz konusu olduğu için farklı yaşlardaki beş çocuğun farklı tepkileri, ebeveynleriyle sarsılan ilişkileri filmin büyükbabanın pişmanlığıyla birlikte en dokunaklı yanını oluşturuyor. Performanslarda doğallığı yakalamak için amatör oyuncularla çalışan Simon’un sabrına ve yönetmenliğine diyecek söz bulamıyorum. Filmi izledikten sonra amatör olduklarını öğrendiğim, 16 Şubat sabahı Berlin’e gelenlere otelde kahvaltıda rastladığım oyuncularını müthiş bir uyum içinde bir araya getirmiş. Çocuklarla çalışmadaki becerisine ’93 Yazı’ndan aşinayız. Bu filmdeki yetişkinlerin çok yetenekli profesyoneller olmadığına inanmakta zorluk çektim.
Carla Simon’un son derece sağlam ama zarif bir tarzı var. İzleyiciyi anlattığı öyküden ve karakterlerden koparmamak ilk amacı, o yüzden biçimsel gösterişten kaçınıyor. Filmin ihtiyaç duyduğu atmosferi mükemmel yaratıyor, ama hiçbir anda öyküden kopup nasıl da güzel bir uzun plan çekmiş demiyoruz. Filmin her öğesi bütünün içinde kaynaşmış. Yaz güneşinin mutluluk altın ışıkları, şeftali bahçesinin serin yeşili, güneş panellerinin etrafındaki kurak toprak ve göz alan günışığı, Meryem Ana ve Hasat Bayramı’nda gençlik enerjisini simgeleyen disko spotları, varlığını hissettirmeyen kamera kullanımı sinematografinin başarısını takdir ettiriyor. Neşe dolu çocuk çığlıklarını, yetişkinlerin öfke patlamalarının, öykülerin, şarkıların, kepçe homurtularının birbirine karıştığı gürültülü ama kakofoni oluşturmayan ses kurgusu da ayrı bir başarı.
Alcarràs bir başyapıt değil, ama sinema sanatının özünden kopmadan zamanın ruhunu yakalayan, büyük emek sarfedilmiş, hilesiz, süssüz, gerçekçi bir film olarak Altın Ayı’yı kucaklıyor.