Size çok genç bir yazar ve yönetmen takdim etmek istiyoruz. İrem Aydın, yazıp yönettiği oyunu Yerden Yukarı Bulutların Altında‘da ilginç bir pozisyon alıyor, izleyicinin kendine yer açabildiği, oyuncuların alanlarını genişletebildikleri bir pozisyon bu. İrem Aydın’la heyecan verici duruşunu, tiyatrodan beklentisini ve gündelik hayatın kuşatıcılığını konuştuk.
-Oyundan çıktığımda şu cümleyi kurdum hatta sana da söyleme fırsatı bulmuştum. Gündelik hayatımızın ruh halinin bir özeti.. Kuvvetli bir özeti… Gündelik hayattan tüketici olmadan nasıl beslenebildiğini merak ediyorum….
Güncel olana bakınca –çünkü deneyim alanı olarak da elimizden gelenin en iyisi bu- zaten geriye pek fazla seçenek kalmıyor. Sonuçta gerçekle kurgunun, özneyle nesnenin birbirine karıştığı, tüm kavramların iç içe geçtiği temelini belirsizlikten alan kaygan bir zeminde ayakta kalmaya çalışıyoruz ve artık gerçek diyebileceğim tek şey ancak gündelik hayatta karşılaşma imkanı bulduğumuz birtakım anlar. Buna rağmen dijitalleşme üzerinden bakınca genellikle alelade anlamında kullandığımız gündelik olgusu bile öyle bir noktaya geldi ki artık saatlerimiz hatta dakikalarımız bile tüketim malzemesine dönüştü. Son olarak sosyal medyada hikayeler bunun en çarpıcı örneği. Artık dakikalarımız bile imge ya da imaj yığını olarak tüketime uğruyor ve 24 saat içinde biz herhangi bir eylemde bile bulunmadan büyü gibi kendiliğinden yok oluyor. Daha kolay ve daha hızlı olan ne varsa cazip gelirken kamusal alanları bedenlerimizden önce korku, paranoya ve tahammülsüzlükle dolduruyoruz. Bunu görmek toplu taşımalarda, sokaklarda, meydanlarda kafamızı telefonlardan birazcık kaldırsak çok kolay. Ben de bundan başta tüketici olarak besleniyorum diyebilirim. Elle tutulur tek şey olduğunu düşündüğüm o birtakım anların arayışıyla gündelik hayatı tüketiyorum. Sonuçta var oluşunu tüketimden alan ya da tükettikçe var olduğumuz ‘’orji sonrası hal’’ pek fazla seçenek bırakmıyor geriye.
“….Artık dakikalarımız bile imge ya da imaj yığını olarak tüketime uğruyor ve 24 saat içinde biz herhangi bir eylemde bile bulunmadan büyü gibi kendiliğinden yok oluyor. Daha kolay ve daha hızlı olan ne varsa cazip gelirken kamusal alanları bedenlerimizden önce korku, paranoya ve tahammülsüzlükle dolduruyoruz.”
-Sevgiyle şiddetin yakınlığı gibi. Bu yakınlaşma bu ince çizgiye ne dersin?
Kesinlikle. Yaratılışın özünde karşıtların çatışmasından doğan birlik ve yaşamın döngüselliği gereği öyle zaten. Resimde de Chiaroscuro dedikleri yani ışık ve gölge birlikteliğinin kompozisyona derinlik katması gibi. Bu anlamda metnin duyarlılığı duyarsızlıktan doğuyor diyebiliriz. Anlattıkları da gündelik hayatta aşırı bireyselliğimizden ve bencilliğimizden kaynaklı duyarsızlıklar. Duyarlılığı da farkındalığından çok dile getirme cesaretinde bana kalırsa. Demek istediğim izleyende ‘’bunu ben de yapıyorum ama yüksek sesle söylemekten kaçınıyorum’’ hissiyatıyla özümsediği dürüstlük noktası. Oyunda yer yer itiraf niteliğinde beliren kendi içimizde kabullenemediğimiz yüz kızartıcı gerçekler. Başa referansla tüm bu duyarsızlıkları realize eden birinin dile getirmesiyle oluşan bir tür duyarlılık diyebiliriz.
-Tiyatro oyunu yazmak ile bir hikaye yazmak arasındaki en temel fark nedir sence? Neyi en çok hesaba katıyorsun bu anlamda?
Yalnızca tiyatro oyunuyla hikaye arasındaki temel farktan değil tiyatro daha doğrusu sahnelenmek üzere yazılmış metinler arasındaki temel farklılıklardan da bahsedebiliriz. Sonuçta bir tiyatro oyununda da hikaye anlatabilirsiniz. Hatta alışkın olduğumuz tiyatro oyunları ağırlıklı bu yönde. Belirli bir olay örgüsü içinde özdeşlik kurmaya çalıştığımız karakterleriyle bize kendimizden parçalar bulduğumuz bazen bulamadığımız bir hikaye ya da öykü anlatıyor. YYBA ekseninde böyle bir biçimsellikten bahsedemeyiz. Temsili karakterlerin diyalogları üzerinden dördüncü duvarın arkasında kalanlara bir hikayeyi fısıldar gibi aktarma çabası yok yani. Doğrudan seyirciye bakarak ortak bir deneyimi paylaşma çabası hakim. Bu anlamda metin açısından temel aldığım nokta şiirselliği oldu. Ama etkisini yine gündelik hayatın sadeliğinden toplayan basitlikte anlatan bir şiirsellik bu arayış ağdalı büyük büyük harflerle değil. Çıkış noktası hep bir imgeydi. Zaten metnin çoğu provalar sırasında doğaçlamalarla oluşturduğumuz mizansenlerin üzerine yazılarak sonradan ortaya çıktı. Bu yüzden elimizde parçalı ve monologlardan oluşan bir metin var.
“… İzleyici renkli ve parlak gördüğü hatta maruz kaldığı imajlara yöneliyor. İçerik önemini kaybetti gibi geliyor bana, genel anlamda tiyatro ne kadar iyi ambalajlayıp sattığına bakan bir ürüne dönüştü.”
-Çok genç bir yazar ve yönetmen olarak İstanbul’daki tiyatro geleneğinin en kuşatıcı ve bu anlamda özgürleştirici yönlerini sormak istiyorum…
Gelenek denince kökeni itibariyle akla ilk gelen ödenekli tiyatrolar oluyor. Bu kurumlarda üretilen işleri fazla takip ettiğimi söyleyemem. Diğer yandan 2000’li yıllarla ivme kazanan bağımsız tiyatrolar kendi geleneğini oluşturmaya başladı bile. Pek çok alternatif tiyatro kurduğu dil birliği ve kemikleşen izleyici kitlesiyle dikkat çekiyor. Benim de bünyesinde üretme imkanı bulduğum ve yönetiminde yer aldığım Entropi Sahne bağımsız bir sahne mesela. İç işlerini de bildiğim için ekonomik anlamda sürdürülebilirliği zor tabii olanaklar çok kısıtlı. Ama düşük prodüksiyonla tamamen hayal gücümüzden beslendiğimiz bir iş çıkarmamıza engel olmadı bu durum. Bazen sınırlar yeni imkanlar, dolaylı anlatım olanakları doğurabiliyor ve soruda bahsettiğin kuşatıcılığı bilinçli ve seçili olmasa da bir yanıyla özgürleştiriyor. Onun dışında İstanbul’daki tiyatro geleneğine dair ne denir ya da var mıdır bilemiyorum gerçekten. Şehir o kadar dağınık ve kaotik ki a noktasından b noktasına gitmek başlı başına mücadele. Bu durumda istikrarlı tiyatro izleyicisinden bahsetmek zor tabii bir altyapı sorunu olarak zor. Kadıköy kendine has, Beyoğlu ayrı. Son dönemde Kadıköy’de bağımsız sahneler adına bir öbeklenme oldu mesela. Bir taraftan daha ticari boyutlarda ilerleyen AVM tiyatroları var. Niteliği tartışmalı olsa da seçenek çok. Bu durumda satış ve pazarlama devreye giriyor. İzleyici renkli ve parlak gördüğü hatta maruz kaldığı imajlara yöneliyor. İçerik önemini kaybetti gibi geliyor bana, genel anlamda tiyatro ne kadar iyi ambalajlayıp sattığına bakan bir ürüne dönüştü.
“….elektrik süpürgesi oyunda bir karakter olarak hem fiziksel çağrışımı hem sinir bozucu sesiyle çok karizmatik bir oyuncu ve kesinlikle başrol…”
-Oyuna dönersek izlemeyenlere de saygısızlık yapmadan ilerlemek istersek… Arzu hakkında da bir oyun… Politik de bir oyun. Arzu üzerine konuşalım mı?
Elektrik süpürgesi hem süpüren hem de tahrik eden bir arzu nesnesi olarak elektrik süpürgesi üzerine de konuşabiliriz? Çünkü bana göre oyunun başrol oyuncularından biri de o… Evet oyunun bütün olarak yoruma açık bir yapısı var ama özellikle bahsettiğin sahne özelinde söylenebilecek çok şey var. Bir kere öncesinde tuvalet kağıdıyla gelen bir wipe out ve kimliğin yeniden inşa edilme süreci başlıyor hemen sonrasında öznenin öteki tarafından tanınma arzusu doğuyor. Hatta bu sahne imgeselden simgesel düzene geçiş gibi biraz. Arzunun zaten her şeyin başında insan olarak bir özellikten çok öz, bir hareket ve devinim olduğunu söylüyor Lacan. Bu anlamda köle-efendi diyalektiğini çağrıştırıyor bu sahne. Burada imgesel özdeşleşme yani kendi egosuna ulaşmak için yansıyan imgeyle bir nesne üzerinden gerçekleşen ilişki kuruluyor diyebiliriz. Bu ilişki oyunun geneline hatta konstrüksiyonla kompozisyon arasında bile hakim. Sahne üstü mevcudiyetin canlı yayında yansıtılmasıyla ortaya çıkan çatışma demek istediğim. Virtüel ve aktüelin çarpışmasında, iç içe geçip birbirini sömürmesinde yani. Tabii bu söylediklerim sahnede olanların sadece bu olduğu anlamına gelmiyor. Yani hadi burada şunu anlatalım sen özne ol, sen nesne, süpürge de objet petit a gibi bir durum yok. Ama prova sürecindeki çalışmalarda yakalamaya çalıştığımız transandantal coşku, bir aşkınlık hali oldu ve doğaçlamalar bu yönde gelişti. Oyuncular kendileri olarak doğurdukları bu anlarda insan doğasına dair bir şeyleri bedenleriyle söyleyebildi. Bu yüzden yoruma açık bir şey izliyoruz ve üzerine oturup uzun uzun konuşabiliriz. Ama elektrik süpürgesi oyunda bir karakter olarak hem fiziksel çağrışımı hem sinir bozucu sesiyle çok karizmatik bir oyuncu ve kesinlikle başrol.
-Cep telefonları, canlı yayınlar, göstermek, görünmek… Bir tür oyun yazarı gibi bütün mesela instagram kullanıcıları… Olmayan birine hayatımızı anlatıyoruz. Kendi kendimize belki… O karşımızda sabit bizi dinleyen bize bakan biri varmış gibi cümleler kurarak imge paylaşmak senin oyununu da çok ilgilendiriyor gibi geliyor bana… Haksız mıyım?
Doğru hatta tasarım olarak oyun bunun üzerine kurulu. Canlı yayının yansıtılma mevzusu, kablolardan sarkan telefonlar vs… Öz ve varoluşun parçalanması, kimlik yarılması hepsi var. Zaten öznenin varoluşunun ötekinin bakışıyla(gaze) nesnelleşerek gerçekleşmesi yetmiyormuş gibi bir de çoklu bakış devreye girdi. Artık bir kamera deliğinin bakışıyla var olunuyor yani. Bunu narsizm bile değil sığ bir dışa dönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı diye yazıyor mesela Baudrillard. Sen de oyun yazarı demişsin. Öyle gerçekten. Herkesin profili kendi yaşam tarzı ve görünüşünün bir tür mikro propagandası, yazılanlar da manifestosu gibi. Her sayfanın bir konsepti daha amiyane tabiriyle olayı var. Ama virtüel avatar gerçek kimliği ele geçirdi. Kendi kendimizin kölesi oluyoruz bu durumda. Oradakine yönelik yaşıyoruz aktüel olanı ve ona göre konumlandırıp sekteye uğratıyoruz. Ama bunlar zaten bildiğimiz şeyler, bildiğimiz ve bilerek parçası olmayı sürdürdüğümüz bir nevi tragic flow. O yüzden çağdaş eserlerde ağırlıklı apokaliptik bir atmosfer hakim ve o yüzden Black Mirror’ı ayıla bayıla izliyoruz.
“…uzak ihtimal gibi görünen her şey birazdan döneceğimiz sokağın köşesi kadar yakın bir taraftan. Olağanüstü hallerin gündelik hayatın parçasına dönüştüğü bir anomalide bize kişisel anlamda olan ne durup bunu dinlemekti biraz.”
-Oyunculara izleyiciye alan açmak bi açık yapıt yazmak yönetmekle ilgili konuşalım. Bence çok katmanlı bir oyun yazmayı başarmışsın. Arzuya ilişkin karanlıkları biraz olsun aydınlatabilmeyi. Şiddetin doğasına ilişkin karanlığı da… Bombayla havaya uçurulma korkumuz da var oyunda metrobüste kimseye yer vermek istemeyen bencilliğimiz de. Hayatta kalmayı bu koşullar altında başardığımız için duyduğumuz suçluluk da…
Tüm bu dijitalleşme çılgınlığının ortasında toplumsal olarak ağır bir travmadan geçiyoruz. Aslında mesele biraz da bunu anlatmaktı yani bugün sosyal medya çağında elimizde akıllı telefonlarla trajediyi nasıl ele alıyoruz ve nasıl tepki veriyoruz meselesi. Hatta tepki verebiliyor muyuz sorusu. Bir yanda engellenemeyen haber akışıyla ana sayfalara düşen saldırı, patlama, savaş ve ölüm haberleri bir yanda gündelik hayata ben çağının zirvesinde belki de tüm yüzeyselliğiyle devam etme arzusu ve bu arzudan gelen vicdani bölünme. Susan Sontag fotoğraf için ayrıcalıklı kesimlerin ve hayatlarını emniyet altına almış olanların görmezlikten gelmeyi tercih edebileceği konuları gerçek ya da daha gerçek kılmanın vasıtasıdır diyor mesela. Bugün bakınca çok daha sık maruz kalıyoruz bu fotoğraf ve videolara henüz dün geçtiğimiz sokakta vuku bulmuş bir trajedinin sonucu, hayatları emniyete alınmamış bireyler olarak hem de. Uzak ihtimal gibi görünen her şey birazdan döneceğimiz sokağın köşesi kadar yakın bir taraftan. Olağanüstü hallerin gündelik hayatın parçasına dönüştüğü bir anomalide bize kişisel anlamda olan ne durup bunu dinlemekti biraz. Haliyle o karanlık noktalar su yüzüne çıktı.
-Tiyatrodan beklentini sorabilir miyim?
Gerçekten bilmiyorum daha önce hiç düşünmemişim. Ama tiyatronun tatmin edici tarafı seyirciyle buluşma noktası sanırım yani biri oyundan çıkınca yarattığın dünyada kendine bir yer edinince olan şey. İmkanlarımız el verdiği ölçüde samimi ve dürüst dertlerimizi birileriyle buluşturmak diyebilirim. Biraz klişe ama öyle.
-Peki sırada ne var? Özellikle bahsetmek istediğin geçmiş bir projen var mı?
Öncelikle Mart’ta iki ayrı projeyle Almanya turnemiz var. Entropi Stüdyo bünyesinde ortaya çıkan ‘’Yerden Yukarı Bulutların Altında’’ ve Dilşad Budak Sarıoğlu’nun otobiyografik romanından uyarladığımız ‘’TürkLand’’ okumasıyla. Orada nasıl tepkiler alacağımızın merakı içindeyiz. Yine Entropi Stüdyo içinde çıkacak yeni bir projenin provalarına başlayacağız yakında. Yerden Yukarı nasıl görme biçimleri üzerineyse bu da biraz sevme biçimleri üzerine kurulu olacak. Yine bizim jenerasyon üzerinden ele alacağız. Onun dışında Almanya ve Makedonya’yla iki farklı ortak proje üstüne çalışıyoruz eğer gerçekleşirse co-director olarak yer alıcam. Bir de hepsinden bağımsız ilk yazdığım oyun #portraitofanordinarydinner 2018 sonunda sahnelenmek üzere Uppsala Şehir Tiyatrosu repertuarına alınarak İsveççe’ye çevrildi. Onun heyecanı askıya alınmış beklemede. İşler yolunda giderse durum böyle.
Yerden Yukarı Bulutların Altında oyunu Entropi Stüdyo‘da 9 Şubat’ta izlenebilir.