Kozalar, Soytarım Lear gibi oyunları ile tanınan Pangar Tiyatrosu’nun güncel oyunu Hedda Gabler sezon içinde muhakkak izlenmeli. Henrik Ibsen’in insan analizindeki evrenselliğini anımsamak için de güzel bir fırsat bu…
Henrik Ibsen eleştirel rasyonalizm edebiyat anlayışının tiyatrodaki öncüsü ve çağdaş tiyatronun da kurucularından. İzleyicilerin romantik oyunlara alışkın olduğu dönemde gerçekçi oyunlar yazmış bir yazar. Onun ilk kez 1890 yılında Almanya’da oynanan ünlü oyunu Hedda Gabler, dönemin ahlak yapısına uymadığı gerekçesiyle olumsuz eleştiriler almasına rağmen tiyatro tarihinde bir klasik oldu. Emre Koyuncuoğlu ve Başak Erzi’nin dilimize kazandırdığı oyun Dilek Tekintaş dramaturjisi ile Türkiye’de ilk kez 2012’de Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi.
Ben oyunu ilk kez Tuğrul Tülek, Demet Evgar, Osman Karakoç, Yeşim Koçak, Tolga Çiftçi, Nazan Diper ve Merve Satılan’ın performansından izleyebildim. Büyük oyunculuk diye bir tabir vardır, asla büyük oyunculuk içermeyen, tüm doğallığı ve samimiyetiyle seyirciyi de içine çeken enfes bir oyundu. Bu doğallığın oyuncuların genç olmasından da kaynaklandığını düşünüyorum. Mehmet Birkiye bilinen bir öyküden, sahnede cep telefonlarının da kullanıldığı modern bir tragedya yaratmış. Bu başarılı işte tek tek oyuncuların da çok büyük payı var tabii.
Televizyonda da ünlü oyuncuları tiyatroda izlemek iyi mi hep bir tartışma konusu bence. Yüzleri çok aşina olduğunda insan oyundaki karaktere adapte olamamaktan korkuyor. Ama Demet Evgar bunu müthiş içten bir Hedda Gabler yorumu ile kırmış. Oyun boyunca bir an bile kaybetmediği kondisyonu bir yana adeta Hedda’ya bürünmüş.
Oyun sahnelenişi bakımından da diğer Hedda Gabler yorumlarından farklı. Geniş bir sahnede ufak bir alan kullanılmış. Ama çoğu zaman oyuncuların hepsi esas ana sahnenin dışında da görünüyorlar ve bu sayede Hedda Gabler’in dünyasında olanları izlerken dışarıda neler olduğunu da görüyoruz.
Kendine zarar veren bir antikahramanlık ve kadınlık öyküsü
Ibsen’in güçlü metnine gelince, Hedda hepimizin içinde olan karanlık bir taraf aslında. Erkek hegomonyasından kurtulmaya çalışırken hem etrafına, hem kendisine zarar veren bir antikahramanlık ve kadınlık öyküsü. Yaşamdaki amacı ve o amacı korumakla yitirmek arasındaki ruhsal gitgelleri anlatan bir yapıt.
Bu kez Beliz Güçbilmez’in çevirisinin yardımı ile tamamen bilinç akışı ile güçlü bir dilde kurgulanan oyunda tüm karakterler zihinlerinden geçenler ile gerçekte verdikleri reaksiyonlar arasında gidip geliyorlar. Bir yandan sessiz aktarımlar sürerken, bir yandan da kapalı kapılar ardındaki iç seslerinin kurbanı olmalarının sonucunda birbirini domino taşı gibi etkileyen olaylar meydana geliyor.
Böylece oyun aracılığı ile kadının toplumdaki yeri sorgulanıyor ama aslında oyun aşkın, gizli duygularımızın, yapamadıklarımızın, öfkemizin, zaaflarımızın da oyunu. Her şeyden önemlisi de söylenilen bir yalanın vicdana nasıl hançer vurup, insanın kendi sonunu yaratabileceğinin bir ifadesi. En çok da bu ifadeye tekrar şahit olmak için izlemeye değer.
İLGİLİ HABERLER
“Analog olmanın getirdiği özen kayboldukça her şey sıradanlaştı”