Arjantin kökenli Brezilyalı yazar Julian Fuks’un 2015’te kaleme aldığı romanı Direniş, Timaş Yayınları etiketiyle şimdi Türkçede. Julian Fuks Direniş romanında Arjantin’in diktatörlük altındaki olaylı yıllarında bir psikiyatrist aileyi odağına alıyor. Yazar Damla Karakuş da Fuks’un bu ödüllü romanını geniş hatlarıyla inceledi. İyi okumalar.
“Bu eserdeki karakterler ve durumlar sadece kurgu evreninde gerçektir; somut kişilere ve gerçeklere atıfta bulunulmamış ve onlar hakkında fikir beyan edilmemiştir.”
Daha kitabın ilk sayfasında yer alan bu açıklama ve sonrasında Latin Amerika’da askeri yönetimlere getirdiği eleştirilerle dikkat çeken Ernesto Sabato’dan bir alıntı, okuyacaklarımın ne kadar önemli ve tehlikeli şeyler olduklarının habercisi gibiydi…
“Bence direnmeliyiz. Benim sloganım budur. Ama bugün, kim bilir kaç kez, bu kelimeyi nasıl somutlaştıracağımı düşünüp durdum.”
Sarsıcı başlangıçları severim. Ha bir de adı tek kelimeden oluşan kitaplar hep dikkatimi çekmiştir. Ah, bütün o sayfalarda anlatılanların yükünü çeken ve her zaman büyük puntolarla yazılan o tek kelimelik kitap isimleri… Hafızamızdan neler geçti, değil mi? İşte Julian Funks’un tek kelimelik büyük romanı Direniş de öyle. Bengi De Sa Matos Paixao’nun dilimize Portekizceden kazandırdığı, Timaş Yayınları’nın Timaş Dünya Edebiyatı kategorisindeki 160 sayfalık bu roman, “Aileye, aidiyete, özgürlüğe dair sessiz bir başyapıt…” şiarıyla sunuluyor. Sayfalar ilerledikçe o şiarın kitaba ne kadar yakıştığının hakkını daha çok veriyor insan. Artık biraz tanışıyorsak, bence siz de vereceksiniz.
“Sessizlik, anlık rahatsızlığın, incinmenin çok ötesine uzandığında nasıl da güçlüdür.” (Sayfa 19)
“… ve sessizlik onu korkutmasa da, onu saran yalnızlık oldukça derin olmalıydı.” (Sayfa 25)
İnsanca yaşanabilmesi için insanlığın yıllar boyunca nasıl mücadele ettiği, evlatlık, aile bağları, aidiyet, erkek veya kadın olma durumlarının sessiz sedasız bu anlatıda yer alması ve bu sessizliğin anlatımda da güç gösterisine dönüştüğünü hissediyoruz cümleler boyu. Annesi ve babası psikiyatr olan anlatıcı Sebastian, evlatlık alınan abisinin hikâyesini merkezine alarak bir romanda ailesini anlatmak istiyor. Bunun için bizi geçmişe götürerek 70’li yılların Arjantin sokaklarını arşınlatıyor. “Bir zamanların Arjantin’inin sokaklarında da yürümedim,” demeyiz artık, öyle bir his. Ailesinin sürgün olmadan önce yaşadığı sokaklar, can korkusuyla terk edilen evler, ülkeler ne kadar da birbirine benziyorlar…
“Sürgün miras alınabilir mi? Biz küçükler, ebeveynlerimiz gibi gurbetçi olabilir miyiz? Kendimizi ülkemizden, vatanımızdan yoksun Arjantinliler olarak mı görmeliyiz? Siyasi zulüm de kalıtım kurallarına tabi midir? Bu sorular abim için geçerli değildi: Arjantinli olması, sürgüne gönderilmesi, doğduğu topraklardan mahrum bırakılması ebeveynlerimize bağlı değildi.” (Sayfa 23)
Her şey bir yana, işkence görmüş Yahudi bir baba ve Katolik bir anneden doğmuş olan Sebastian, ailesinin bir çocuğu evlat edinmesi karşısında o sürgün ve tecrit altında neler hissettiğini her sayfada hissettiriyor okura. Sürgün koşullarındaki kardeş ilişkileri de benziyor birbirine. Çocukların birbirini koruma uğraşı da buna dâhil oluveriyor…
“Beni koruduğunu biliyorum çünkü her zaman yaptığı bir hareket hafızamdan silinmiyor: Eli ensemde duruyor, işaret parmağı ve başparmağı boynumu sıkıyor, dönüşümlü olarak, zorlamadan, sadece bir sonraki adımımın yönünü gösteriyor. Etrafımızı saran herhangi bir kalabalığın ortasında yan yana yürürken beni işte böyle yönlendirdi.” (Sayfa 26)
Direniş ağlarının örüldüğü evlerde gizli toplantılarda çoğu tartışma birbirine benzese de devrimin silahlı mı, yoksa silahsız mı gerçekleşeceği tartışmaları da birçok toplantının ana konusunu oluşturuyor. Yaşarken bize sunulanlar ile gerçekler arasında bir yerde sıkışmış hissederken buluyor insan kendini. Bir şeyi gerçekten görebilmek, ona hangi gözle bakacağımız, iyi mi yoksa kötü mü göreceğimiz, direnişimizi nasıl gerçekleştireceğimiz, hepsi, her şey, bunlar hep bizim elimizde mi gerçekten? Halbuki acı denen şey insanlığın ortak paydası değil mi? Sözlükte bizi insan sözcüğünün karşısına koyacak tek şey, birinin canı yanınca bizim de canımızın yanması değil mi? Soru, soru ve daha çok soru… Hepsi birbirinden yanıtsız. Bilirsiniz, yanıtsız soruları severim. Ama direnişler karşısında yanıtsız kalan sorular midemi bulandırıyor. İşte bu roman, belki de tam olarak bu noktada kurgu olmaktan çıkıp gerçeğin tahtına oturuyor.
“Hiçbir kitabın bir insanı kapsayamayacağının, kâğıt ve mürekkebin kan ve etten oluşan bir varoluşu yeniden yaratamayacağının son derece farkındayım. Burada söylemek istediğim daha ciddi bir şey, sadece bir tür edebî biçimcilik değil: Kardeşimi kaybetme korkusundan bahsediyorum ve her cümlemde onu daha çok kaybettiğimi hissediyorum.” (Sayfa 27)
Bazen yaşamak ile yazmak arasında kalırsınız. Bu noktada neyi seçerdiniz? Sebastian yazmayı tercih ediyor. Aslında hikâye şöyle: Annesi ile babasının soyunu devam ettirecek bir çocukları bir türlü olmuyor. Hüsranla sonuçlanan sayısız denemenin ardından nihayet anne evlat edinmeye karar veriyor. Romandan şunu da öğreniyoruz ki, bir çocuk evlat edinmenin kararını anne veriyor. Anne istiyorsa baba da istemek durumunda diyebiliriz. Bu sırada sevgilisi tarafından hamileyken terk edilen ve ailesinin de çocuğu istemediği bir İtalyan genç kadın, çocuğunu doğurduktan sonra evlatlık vermek istiyor. Böylece psikiyatr çiftimiz bu genç kadının doğurduğu erkek bebeği evlat ediniyor.
Peki, sonra ne mi oluyor? Aile tam bir çocuk evlat edinmeye karar vermişken anne hamile olduğunu öğreniyor ve çocuklar neredeyse peş peşe doğuyor. Kendi doğurduğu ve evlat edineceği çocuklar arasında bir seçim yapmak istemeyen kadın, iki çocuğu da evladı olarak büyütmeye karar veriyor…
“Çocuk sahibi olmak, her zaman bir direniş eylemi olmalıydı. Belki de yaşamın sürekliliğinin onaylanması, takip edilmesi gereken bir başka etik zorunluluktu, dünyanın gaddarlığına karşı çıkmanın başka bir yoluydu.” (Sayfa 48)
Sebastian, yıllar sonra evlat edinilen abisinin hikâyesini anlatmak istediğinde kuruyor bu cümleyi. Anlıyoruz ki, annesinin bu kararını hep desteklemiş ve üstüne onun bu gücüne de hayran.
“Kardeşim evlatlık ama ben kardeşimin evlatlık olduğunu söyleyemem ve söylemek de istemiyorum. Böyle söylersem, uzun zamandır susturmaya özen gösterdiğim bu cümleyi telaffuz edersem, kardeşimi kategorik bir duruma, tek bir temel niteliğe indirgemiş olurum: Kardeşim bir şey ve bu bir şey birçok insanın onda görmeye çalıştığı şey; bu bir şey kendimize rağmen, onun özelliklerinde, hareketlerinde, davranışlarında görmeye çalışmakta ısrar ettiğimiz işaretler bütünü. Kardeşim evlatlık, ancak kelimenin uyandırdığı, kelimenin kendisinin karaktere dönüştürdüğü damgayı pekiştirmek istemiyorum. Yarasını derinleştirmek istemiyorum ve bunu yapmak istemiyorsam yara demekten vazgeçmeliyim.” (Sayfa 11)
Kitabın yazarı olarak da görülen Sebastian, abisinin durumu konusunda bir hayli hassas olsa da bir gün bir arkadaşının yanında bağırarak abisinin evlatlık olduğunu söylüyor. İşte o gün sessiz bir gerginlik tedirgin bir bulut gibi gezinmeye başlıyor. Fark edilmeyen bu durum, nasıl çözüleceği kestirilemeyen bir sorunu doğuruyor. Az sonra yıldırım düşecek gibi bir ortam bu. Her şeyin bir anlık öfkeyle olduğunu söyleyen Sebastian ise bir anda kendini balkonda buluyor. Abisi sessiz bir eylemle kardeşini dışarıya hapsediyor. Bundan böyle abinin acısının yeri belki de tüm hücreleri de ondan sebep bir türlü bulunamıyor.
“Direnmeyi öğrenmek gerekir, ancak direnmek asla önceden belirlenmiş bir kadere teslim olmak, asla kaçınılmaz bir geleceğe boyun eğmek anlamına gelmez. Direnişin ne kadarı kendine soru sormayı öğrenmek demektir?” (Sayfa 89)
“Plaza de Mayo Anneleri, daha doğrusu, o sırada henüz kimsenin adını duymadığı bir topluluk olan, kendilerine “Torunları Kayıp olan Arjantinli Büyükanneler” diyen bir grup tarafından imzalanmıştı: Kaybettiğimiz küçük torunlarımızı sahiplenen veya evlat edinen veya nerede olduğunu bilenlerin vicdanlarına ve kalplerine sesleniyoruz; derin bir insanlık ve Hıristiyan yardımseverliğinin bir göstergesi olarak bu bebekleri nerede olduklarını bilmeden çaresizlik içinde yaşayan ailelerin kalplerine geri döndürün. Onlar geçmiş yıllarda kaybolan ya da öldürülen çocuklarımızın çocukları. Biz Anneler-Büyükanneler, Tanrı’nın Yasasının tüm Yaratılışın en masum ve saf varlıklarını koruduğunu hatırlatarak bugün, her gün haykırıyoruz. İnsanların kanunu bu aciz varlıklara da en temel hakkı tanır:” (Sayfa 102)
Bu roman sıradan bir ailenin sıradan hikâyesi değil. Bunu zaten artık anladınız. Burada değinmeden geçemeyeceğim bir konu da 1976 ila 1983 yılları arasında yaşanan askeri diktatörlükle birlikte Plaza de Mayo Anneleri’nin büyük bir cesaretle protestolara başlamış olması. Bu topluluğun isteği tutuklanan kızlarının doğurdukları çocukları, yani torunlarını himayesine alan devleti protesto ederek onlara ulaşmak. Çünkü biliyorlar ki, devlet onları evlat sahibi olmak isteyen ailelere evlatlık olarak verdi. Sebastian ise abisinin hikâyesini yazmaya karar verdiğinde işte tüm bunların peşine de düşmüş oluyor. Önce bir cesaret göç etmek zorunda kaldıkları eve varıyor, sonra da Plazo de Mayo Anneleri’ni ziyaret ediyor. Sebastian abisine borçlu hissederek aile geçmişini ona vermek için nefis bir direniş gösterirken, abisi de ailesine direniyor. Direnişler ve arada kalışlar arasında sürüklenen bu romandan geriye okurun damağında kekremsi bir tat kalıyor. A bu arada, Plaza de Mayo Anneleri tanıdık geldi, değil mi?
“Benzetmeyi icat eden amatör deneme yazarının da tanımladığı gibi bir salata yapmak için dört kişiye ihtiyaç vardır; cimri, savurgan, bilge ve çılgın. Az miktarda sirke dökmek cimrinin işidir, yağı bol dökmek savurgana düşer, bilge adam tuzun tam miktarını belirlemekle ilgilenir ve deli her şeyi şevkle karıştırır.” (Sayfa 49)
Romanı bir nevi günlük okur gibi okuduğumu fark ediyorum. Buenos Airesli ve bir hareketin üyesi olan baba figürünün devletin baskısıyla göç etmesi anlatılırken, bir yandan da soyunu devam ettirmek için uğraşan bir ailenin hikâyesi yanına eklemleniyor. Belki de tek isteği aile kurmak olan çift, nasıl acılara bulaştığından habersiz büyütüyor çocuklarını. Hikâyeleri, bir başka hikâyenin içinden geçerek yerleşiyor hayat sahnesine… Tüm bu hikâyenin satırları arasında kafamda uçuşan sorular ve benzetmeler de nefis bir kurgu salatası hazırlıyor.
“Bazen bir acının içine sığan tek şey sessizliktir. Kelimelerin yokluğundan yapılmış bir sessizlikten değil. Yokluğun kendisi olan bir sessizlik…” (Sayfa 84)
Bu roman hakkında aktarmak istediklerimi bir sessizlikle sonlandırmak istiyorum, çünkü bu alıntı çok haklı. Sessizliğimin içinde düşünüyorum; ya bazı kimseler hikâyelerini yazmasaydı?
Yazar hakkında
Julián Fuks 1981’de São Paulo’da Arjantinli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Gazete ve dergilerde çalıştı. İlk kitabı Fragmentos de Alberto, Ulisses, Carolina eu 2004 yılında yayınlandı. O zamandan beri birkaç kitap daha yayınladı ve birçok edebiyat ödülü kazandı. Direniş romanı Jabuti Edebiyat Ödülü (2016), Oceanos Edebiyat Ödülü (2016), José Saramago Edebiyat Ödülü (2017) ve Anna Seghers Ödülü’ne (2018) layık görüldü. 2019’da Republic of Consciousness Ödülü finalistleri arasına girdi.
KÜNYE:
Direniş
Julian Funks
Çeviren: Bengi de sa Matos Paixao
Timaş Yayınları
160 Sayfa