Aşısını beklerken mutasyona uğradığı haberi gelen Corona virüsü hayatlarımızda sadece 2020’ye dair bir anı olarak kalmayacak gibi gözüküyor. İşte böyle bir dönemde Guardian’ın “çağı tanımlayan kitap” olarak nitelediği, David Wallace-Wells imzalı “Yaşanmaz Bir Dünya – Isınma Sonrası Hayat” tam da bu yüzden yeni kitap tavsiyemiz…
“Durum çok kötü, sandığınızdan da beter. İklim değişikliğinin yavaş ilerlediği hikâyesi bir peri masalı, aslında hiç olmadığını anlatan masal kadar habis belki de. Ve eğer siz sadece deniz seviyesinin yükselmesinden endişeleniyorsanız, buzdağının yalnızca ucunu görüyorsunuz demektir.”
2019 yılında pek çok yayın kuruluşu tarafından yılın kitabı seçkilerine dahil edilen, çok sayıda dile çevrilen Yaşanmaz Bir Dünya (Uninhabitable Earth), tüm bilimsel çalışmaları bir araya getirerek bizi yakın -ve tatsız- geleceğimizle tanıştırıyor ve harekete geçmeye çağırıyor. Pandemi döneminde Türkiye’de de salgın hastalıkla ilgili kısmından oldukça bahsedilen kitap uzun süredir bekleniyordu. Ebru Kılıç‘ın çevirdiği kitap Domingo Yayınevi tarafından basıldı.
İşte kitapta yer alan salgın hastalıklar bölümü:
Kayalar gezegen tarihinin bir kaydıdır, milyonlarca yıl süren çağlar jeolojik zamanın kuvvetleriyle düzleştirilmiş, iki-üç santim kalınlığında, hatta daha da ince katmanlar haline getirilmiştir. Aynı şekilde buz da iklimin soy kütüğü gibi işler ama buz aynı zamanda donmuş tarihtir, çözüldüğünde bu tarihin bir bölümü canlanabilir. Bugün Kuzey Kutbu’ndaki buzullarda milyonlarca yıldır havada dolaşmamış hastalıklar bulunuyor, hatta bazıları o çağlarda henüz ortalıkta olmayan insanoğlunun hiç karşılaşmadığı hastalıklar. Bu da, tarih öncesi salgınlar buzdan çıkıp geldiğinde, bağışıklık sistemlerimizin bunlarla nasıl mücadele edeceğini bilemeyeceği anlamına geliyor. Laboratuvarlarımızda birkaç mikrop canlandırıldı bile: 2005 yılında 32.000 yaşında bir “ekstremofil” bakteri diriltildi, 2007’de 8 milyon yaşında bir mikrop hayata döndürüldü, Rus bir bilim insanı 3,5 milyon yaşında bir bakteriyi sırf meraktan, neler olacağını görmek için kendisine enjekte etti (bu deneyden sağ çıktı). 2018’de bilim insanları biraz daha büyük bir şeyi dirilttiler: son 42.000 yılı permafrostta donmuş halde geçirmiş bir solucanı.
Kuzey Kutbu çok daha yakın zamanlardan kalma korkunç hastalıkları da barındırır. Araştırmacılar, Alaska’da 1918’de 500 milyon kişiyi etkilemiş, 50 milyon kişinin, yani o zamanki dünya nüfusunun yüzde 3’ünün ölümüne neden olmuş grip hastalığının kalıntılarını keşfettiler. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinde etkili olan bu dehşetli salgın, savaştan yaklaşık altı kat fazla insan öldürmüştü. Bilim insanları Sibirya buzullarında çiçek ve hıyarcıklı vebanın –ve insanın geçmişine ait başka birçok hastalığın– kısılıp kaldığına inanıyor. Gelmiş geçmiş tüm yıkıcı hastalıkların kısa tarihi, Kuzey Kutbu güneşinin altında bırakılmış yumurta salatası gibi bekliyor.
Bu donmuş organizmaların birçoğu aslında buzlar çözülünce hayatta kalamayacaklar; canlandırılanlar genelde titiz laboratuvar koşullarında diriltildiler. Ama 2016’da permafrostun çözülmesi sonucu en az yetmiş beş yıl önce şarbondan ölmüş bir ren geyiğinin cesedi açığa çıkınca bakteri serbest kaldı: Bir çocuk öldü, yirmi kişi şarbona yakalandı, iki binden fazla ren geyiği de telef oldu.
Epidemiyologları asıl kaygılandıran şey!
Epidemiyologları antik hastalıklardan daha fazla kaygılandıran şey ısınma nedeniyle yer değiştiren, yeniden yapılanan, hatta yeniden evrim geçiren mevcut musibetler. Isınmanın ilk etkisi coğrafidir. Erken modern dönem öncesinde insanların kırsalda yaşamaları, salgınlara karşı bir savunmaydı; bir mikrop bir kasabayı ya da krallığı, hatta uç örneklerde bir kıtayı mahvedebilirdi ama çoğu durumda kurbanlarından çok da uzağa gidemezdi. Kara Ölüm Avrupa’nın yüzde 60’ının ölmesine yol açmıştı ama ürkütücü bir karşıt gerçeklik olarak, gerçekten küreselleşmiş bir dünyada nasıl bir etkisi olurdu, bir de onu düşünelim.
Bugün küreselleşmeye ve insan nüfuslarının hızla birbirine karışmasına rağmen ekosistemlerimiz çoğunlukla istikrarlı, bu da başka bir sınır olarak iş görüyor; bazı mikropların nerelere yayılıp yayılmayacaklarını biliyoruz. (Bu nedenledir ki macera turizminde karşılaşılabilecek bazı hastalıklara karşı onlarca yeni aşı ve profilaktik ilaç gerekiyor ve yine bu nedenle Londra’ya seyahat eden New York’luların kaygılanmalarına gerek yok.)
Gelgelelim küresel ısınma bu ekosistemleri birbirine karıştıracak. Bu da demektir ki, tıpkı Cortés’in yaptığı gibi, hastalıkların da sınırları aşacaklarına kesin gözüyle bakabiliriz. Sivrisineklerin taşıdığı her hastalığın görülme alanı bugün için tanımlanmış durumda ama tropikal bölgeler genişledikçe bu sınırlar hızla kayboluyor; söz konusu kayboluş hızı bugün için on yılda 48 kilometre. Kuşaklar boyunca Brezilya’daki Amazon havzasında, Haemogogus ve Sabethes sivrisineklerinin bol oldukları yerlerde sarıhumma hastalığı görüldü, bu hastalık ormanın içinde yaşayan, çalışan veya oraya seyahat edenler için, ama sadece bu kişiler için, bir endişe unsuruydu. 2016’da gitgide daha fazla sayıda sivrisineğin yağmur ormanının dışına yayılmasıyla hastalık Amazon’dan çıktı; 2017’ye gelindiğinde ülkenin megapolleri olan São Paulo ve Rio de Janeiro’nun çevresindeki bölgelere ulaşmıştı. Çoğu gecekondularda yaşayan otuz milyonu aşkın insan, yakalananların yüzde 3 ila 8’ini öldüren bir hastalıkla karşı karşıya kaldı.
Sarıhumma, göç eden sivrisineklerin ısınan dünyanın giderek daha fazla bölgesini fethederken taşıyacağı hastalıklardan sadece bir tanesidir; buna salgın hastalıkların küreselleşmesi diyoruz. Sıtma tek başına, şimdiden her yıl bir milyon insanın ölümüne yol açmaktadır; gerçi Maine’de ya da Fransa’da yaşarken sıtmadan yana pek kaygılanmazsınız. Tropikal bölgeler sürüne sürüne kuzeye doğru ilerledikçe ve sivrisinekler de bu ilerlemeye eşlik ettikçe kaygılanmaya başlayabilirsiniz; gelecek yüzyılda dünya nüfusunun giderek daha fazla bir bölümü bu tür hastalıkların gölgesi altında yaşıyor olacak. Birkaç yıl öncesine kadar, Zika virüsünden yana da pek kaygılanmıyordunuz.
Bilim insanları neler olduğunu hâlâ tam olarak anlamış değil
Tesadüf bu ya, Zika ısınmanın kaygı verici ikinci bir etkisine, hastalıkların mutasyonuna da iyi bir örnek olabilir. Kısa süre öncesine dek Zika’yı işitmemiş olmanızın nedenlerinden biri, Uganda ve Güneydoğu Asya’da kısılıp kalmış olmasıydı. Bir diğer nedense kısa süre öncesine dek doğum kusurlarına neden oluyor gibi görünmemesiydi. Bugün, gezegenin mikrosefali (başın normalden küçük olması) paniğine kapılmasından yıllar sonra bile, bilim insanları neler olduğunu ya da neyi gözden kaçırdıklarını hâlâ tam olarak anlamış değiller: Hastalık Amerika kıtalarına geldiğinde genetik bir mutasyon sonucu ya da yeni ortama uyarlanarak değişmiş olabilir; ya da belki de Zika ancak başka bir hastalık, muhtemelen Afrika’da o kadar sık görülmeyen bir hastalık söz konusu olduğunda doğum öncesinde yıkıcı etkiler gösteriyordur; belki de Uganda’nın doğal ortamındaki ya da bağışıklık tarihindeki bir şey, oradaki anneleri ve doğmamış bebeklerini koruyordur.
Öte yandan, iklimin bazı hastalıkları nasıl etkilediği konusunda kesin olarak bildiğimiz bazı şeyler var. Örneğin, sıtma daha sıcak bölgelerde serpilip gelişir, Dünya Bankası’nın tahminlerine göre 2030’a gelindiğinde bu nedenle 3,6 milyar insan sıtmanın varlığını hesaba katarak yaşıyor olacak, bunun 100 milyonu ise doğrudan iklim değişikliğinin sonucudur.
“Yeni evren” deyişi bir abartı değil
Bu gibi tahminler sadece iklim modellerine değil, iş başındaki organizmanın incelikle anlaşılmasına da dayanır, daha doğrusu organizmaların. Sıtmanın bulaşması için hem hastalığın hem sivrisineğin olması gerekir; Lyme hastalığının bulaşması için hem hastalık hem kene gerekir. Kene de küresel ısınma sayesinde evreni hızla genişleyen, epidemiyolojik tehdit yaratan bir başka yaratıktır. Mary Beth Pfeiffer’ın belgelediği üzere, Lyme vakalarının sayısı 2010 gibi yakın bir tarihe kadar hastalığın hiç görülmediği Japonya, Türkiye ve Güney Kore’de artmıştır, hastalık artık her yıl yüzlerce Korelinin daha içinde yaşamaktadır. Hollanda’da ülke arazilerinin yüzde 54’ü hastalığın istilasına uğramış, Avrupa’nın tamamında Lyme vakalarının sayısı artık standardın üç katına ulaşmıştır.
ABD’de her yıl muhtemelen 300.000 yeni enfeksiyon görülmektedir, Lyme tedavisi görenlerin birçoğu tedaviden yıllar sonra bile semptomları göstermeye devam ettiğinden, bu rakam artış gösterebilir. Genel olarak bakıldığında ABD’de sivrisineklerin, kenelerin ve pirelerin neden olduğu hastalıkların sayısı son on üç yılda üç kat artmış, ülke çapında onlarca bölge ilk kez keneyle tanışmıştır. Ama salgının etkileri herhalde en açık şekilde insanlar dışındaki hayvanlarda gözlenebilir: Kış keneleri 2000’lerde Minnesota’daki geyik nüfusunun sadece on yıl içinde yüzde 58 gerilemesine neden olmuştur, bazı çevreciler bu türün 2020 gibi yakın bir tarihte eyaletten tamamen silinebileceği kanısındadır.
New England’da, üzerlerini saran 90.000 kadar kenenin kanlarını emdiği ölü geyik yavruları bulunmuştur. Keneler, yavruları genellikle Lyme hastalığından ötürü değil, anemiden öldürmüştür; bu kadar çok sayıda keneden her birinin birkaç mililitre kan emmesinin sonucudur bu. Hayatta kalan geyikler de sağlıklarını kaybetmiştir, birçoğu postlarını kenelerden temizlemek için o kadar aralıksız kaşınmışlardır ki tüyleri dökülmüş, geriye “hayalet geyik” diye anılmalarına neden olacak ürkütücü gri bir deri kalmıştır.
İklim değişikliği parazitleri nasıl şekillendirecek?
Lyme hastalığı henüz pek iyi anlamadığımız, nispeten yeni bir hastalık; eklem ağrısından tutun yorgunluğa, hafıza kaybından yüz felcine kadar çok gizemli ve tutarsız bir dizi semptomu bu hastalığa atfediyoruz. Öyle ki Lyme hastalığı dediğimizde aslında Lyme mikrobu taşıyan bir böcek tarafından ısırıldığını bildiğimiz hastalarda ortaya çıkan nedenini saptayamadığımız tüm rahatsızlıklar demiş oluyoruz. Ama keneleri sıtmayı tanıdığımız kadar iyi tanıyoruz, yeryüzünde bu kadar iyi anladığımız parazit azdır. Öte yandan, o kadar da iyi anlamadığımız milyonlarca parazit var ki bu da, iklim değişikliğinin onları nasıl yönlendireceğine ya da şekillendireceğine ilişkin anlayışımızın kaygı verici bir cehaletle gölgelendiği anlamına geliyor. Sonra bir de iklim değişikliğinin bizi ilk kez karşı karşıya bırakacağı salgınlar var; insanların önceden bilip de kaygılanamayacağı yeni bir hastalıklar evreni söz konusu.
“Yeni evren” deyişi bir abartı değil. Bilim insanları gezegenin henüz keşfedilmemiş bir milyonu aşkın virüse ev sahipliği yapabileceği tahmininde bulunuyor. Bakteriler daha da çetrefilli, dolayısıyla onların çok daha azını tanıyoruz.
Herhalde en ürkütücüleri şimdilik içimizde huzurlu huzurlu yaşayanlar. Bilim bugün, insan bedenlerinin içindeki bakterilerin bile yüzde 99’undan fazlasını bilmiyor, bu da iklim değişikliğinin söz gelimi bağırsaklarımızdaki organizmalar üzerinde yol açabileceği etkiler hakkında tam bir cehalet içinde olduğumuza; sıcaklığın bir-iki derece artması halinde bu bakterilerin kaç tanesinin yeniden yapılanacağını, azalacağını ya da tümüyle ölüp gideceğini bilmediğimize işaret ediyor. Modern insanlar yediklerinin sindirilmesinden kaygı duygusunun hafifletilmesine kadar pek çok konuda bu bakterilerin görünmez fabrika işçileri gibi çalışacaklarına bel bağlamış durumdalar.
İçimizdeki virüs ve bakterilerin çoğu şimdilik tehdit değil
İçimizde yuvalanmış virüslerin ve bakterilerin ezici çoğunluğu şimdilik insanlar için bir tehdit teşkil etmiyor. Küresel sıcaklıkta bir ya da iki derecelik bir fark olması bunların çoğunun, muhtemelen büyük kısmının davranışlarında önemli bir değişiklik yaratmayacak. Ama bir de sayga örneğine bakalım, Orta Asya’nın yerlisi olan, sevimli, cücevari antilopa. Mayıs 2015’te tüm dünyadaki sayga nüfusunun neredeyse üçte ikisi birkaç gün içinde ölüp gitti. Konya Ovası’ndan biraz daha büyükbir arazideki bütün saygalar ölürken, arazi bir anda yüz binlerce sayga cesediyle kaplandı, bir tanesi bile hayatta kalmadı. Böyle bir ölüme “mega ölüm” denir, o kadar çarpıcı ve sinematik bir olaydı ki derhal bir dizi komplo kuramı ortaya atıldı: uzaylılar, radyasyon, atık roket yakıtı. Ama ölüm tarlalarını didik didik eden araştırmacılar hiçbir zehir bulamadılar, ne hayvanlarda, ne toprakta, ne de yöredeki bitkilerde.
Sonradan anlaşıldığı üzere suçlu, kuşaklardır sayganın bademciklerinde ev sahibini tehdit etmeksizin yaşayan Pasteurella multocida adında bir bakteriydi. Bu bakteri birden yayılmış, damarları tutmuş, oradan da hayvanın karaciğerine, böbreklerine ve safra kesesine yerleşmişti. Peki neden? Ed Yong’un The Atlantic dergisinde yazdığına göre, “Mayıs 2015’te saygaların öldüğü yerler son derece sıcak ve nemliydi. Aslına bakarsanız nem oranları bölgede kayıt tutulmaya başlanan 1948’den beri görülen en yüksek seviyedeydi. Aynı örüntü 1981 ile 1988 arasında gözlenen, daha küçük çaplı iki toplu ölüm olayında da görülmüştü. Isı gerçekten yükselip hava gerçekten nemlenince sayga ölür. İklim tetiktir, Pasteurella ise kurşun.”
Ama bu, nemle ilgili neyin Pasteurella’yı silahlandırdığını ya da bizim gibi memelilerin içinde yaşayan bakterilerin daha başka kaç tanesinin kesin olarak iklimle tetiklenebileceğini, bazılarıyla milyonlarca yıldır birlikte yaşadığımız dost simbiyotik organizmaların kaç tanesinin birden içimizdeki müfrezelere dönüşeceğini anladığımız anlamına gelmiyor; bunların yüzde 1’ini tanıyoruz, yüzde 99’una ise haklarında hiçbir şeyi bilmeden ve anlamadan ev sahipliği yapıyoruz. Bu konu gizemini koruyor. Ama cehalet hiç de iç rahatlatıcı değil. İklim değişikliği muhtemelen bu organizmaların bazılarıyla tanışmamıza neden olacak.
İLGİLİ HABERLER
Haftanın kitabı: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Salgın Hastalıklar ve Kamu Sağlığı