Sanatatak’ta Haziran’ın son haftasının kitabı ilhamını bir duvar yazısından alıyor… “Seni Seviyorum. Baban” adlı öykü kitabı Haziran 2018’de Çınar Yayınları tarafından yayımlandı.
Her kayıp kişiseldir. Yitirilen bir insanın ardından etrafındaki her birey kişisel kaybına odaklanır, diğerlerinin yüzünde, sözlerinde aynı acının izlerini bulsa bile kendi duyguları baskın çıkar. Bir kişinin duyduğu kayıp hissi ve ruhunda kalan iz diğerininkine özdeş değildir.
İtalyan yazar ve yönetmen (aynı zamanda siyasetçi ve bir dönemin Roma belediye başkanı) Walter Veltroni Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te bir duvar yazısı görür: Patricio, seni seviyorum. Baban. Bu yazı Veltroni’ye tuhaf gelir, “Elli yıllık hayatımda bir babanın oğluna hitaben yazdığı bir duvar yazısına hiç rastlamamıştım” diye düşünür. Sonrasında, bu yazının oraya nasıl yazılmış olabileceğine dair öyküler kurgular.
Arjantin’in yakın tarihine bakınca bir babayı böyle bir duvar yazısı yazmaya itenin ne olabileceğine dair fikirler çabucak oluşuyor kafamızda. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1955, 1966 ve son olarak 1976’da üç askeri darbe yaşar Arjantin. 1976’daki darbenin ardından yönetimi ele geçiren cunta, sol eğilimli olduğu düşünülen unsurlara karşı bir “kirli savaş” başlatır ve 1983’teki düşüşüne dek yaklaşık 30 bin insanı öldürür ya da kaybeder. Yani kayıpların -özellikle de üniversite çağı çevresindeki genç insanların kaybedilmesinin- sıkça yaşanmış olduğu, toplumun ortak hafızasına dehşetiyle kazınmış yedi sekiz yıllık bir dönemi atlatmış bir ülkedir Arjantin. Veltroni’nin Buenos Aires ziyareti sırasında gördüğü duvar yazısına yakın bir noktada oturmakta olan Mayıs Meydanı Anneleri ise (bizdeki Cumartesi Annelerini düşünün) aradan geçen zamana rağmen kayıpların önemli bir bölümünün bulunamadığı, dolayısıyla kirli savaşın açtığı yaraların hâlâ kapanmadığı gerçeğinin vücut bulmuş halidir.
Arjantin’le ilgili bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda akla gelen ilk olasılık Patricio’nun cunta döneminde kaybolan bir üniversite öğrencisi, babasının da oğlunu aramaktan usanmış, bitap düşmüş bir adam olduğu olabilir. Çaresiz baba, son bir başkaldırı olarak duvara “Seni seviyorum Patricio” yazmış ve belki de oğlunu aramayı bırakmıştır. Veltroni bu fikrin cazibesine kapılıp tüm öyküleri bu olasılık ekseninde kurgulayabilirdi ama neyse ki bu tuzağa düşmüyor ve cunta döneminin dehşetini yadsımadan başka ihtimaller sunuyor okuyucuya. İlk öyküde, bir pilot olan Patricio’yla bir nevi baba-oğul ilişkisi kuran bir uçak bakım teknisyeni, bir başkasında ise yerel bir futbol takımının yıldızı olan Patricio’yu büyük maçına hazırlamaya çalışan mahalle berberi babası kılığında çıkıyor anlatıcı karşımıza. Bu açıdan Veltroni’nin derlemeyi akıllıca kurguladığını ve hem öyküler arasında anlatıcıyı (birinci şahıs/üçüncü şahıs) değiştirmesi hem de baba-evlat ilişkisini farklı yollardan oluşturması ile öyküleri birbirinden ayrıştırdığını teslim etmek gerek. Derlemenin gereksizce şişirilmeden beş kısa öyküden oluşması da ayrıştırmayı kolaylaştırıyor.
Yine de her öyküde karşımıza çıkan bazı ortak temalardan söz etmek mümkün. Beklemek, ya da daha ziyade yolunu gözlemek, bunlardan bir tanesi. Teknisyen baba figürü “oğlunun” çıktığı son uçuştan dönmesini bekliyordur ve onunla geceleri bira eşliğinde yaptıkları sohbetleri özlemle anmaktadır. Ancak kendisi farkında olmasa bile, Patricio’nun günün birinde dönüşü olmayan bir uçuşa çıkacağını birkaç sayfa önce bize sezdirmiştir; “Patricio, Tonio Saint-Exupéry’nin* Latin Amerika’daki büyük girişimi için seçtiği genç pilotlardan biri olarak gelmiş Buenos Aires’e”. Benzer şekilde, gençliğindeki devrimcilik günleri çok uzaklarda kalmış, hali vakti yerinde babanın öyküsüne de özlemli bir bekleyiş hâkim oluyor. Baba, gençliğinde bulamadığı imkânlara oğlunun sahip olmasını istemiş, ancak bu emelin peşinde oğlunu aileden uzaklaştırmıştır. “Elde edebildiğim ne varsa hepsini sana vermeye çalışmıştım. Mutlu olmanı, şaşırıp sevinmeni, isteklerini karşılayabilmeyi, her şeyinin tam olmasını istiyordum. Ama seni böyle kaybettim işte. Usulca ‘Ben gidiyorum’ derken gözlerimizin içine bakmanı engellemek için hayalimde yüzünün önüne görünmez bir el tutmaya çalışmıştım.” Öykü, yerine pek oturmayan 11 Eylül – Babil Kulesi göndermeleriyle yolunu kaybeder gibi olsa da, oğlunun dönmesini bekleyen babanın, dönecek olanın veda edenle aynı kişi olmayacağını kabulünü inandırıcı bir biçimde veriyor.
Berber babanın öyküsünde daha acısız, ancak daha heyecanlı bir bekleyiş anlatıyor Veltroni. Baba, tek başına yetiştirdiği oğlunun final maçında penaltı kullanmasını beklemekte, kalecinin her kımıltısını izleyerek gol olup olmayacağını kestirmeye çalışmaktadır. Maç için Patricio’dan beklenti büyüktür, tüm mahalle finalin kaderini bu biricik yıldızın omuzlarına yüklemiştir, dolayısıyla baba da bu beklentinin baskısını hissetmektedir. “Korku dolu bakışlarla gözlerimi aradı. Ona gülümseyerek başarabileceğini işaret ettim. Herkes bana ve ona bakıyordu. […] Beraber gol atacaktık ya da atamayacaktık.” Baskı arttıkça babanın bekleyişi mahallelinin zafer beklentisiyle çarpışır ve baba sonuç ne olursa olsun kendisi için değişen bir şey olmayacağını duyumsar. “O vuruştan sonra ne olursa olsun, ister sevinç yaşayalım ister gözyaşı dökelim, o gece, elime boyayı alıp Boca’nın merkezinde bir duvar aramaya çıkacaktım. Patricio o topa vururken postaneden bakıldığında hâlâ görünen o yazıyı yazmaya karar vermiştim.” Yıllar önce kaybettikleri annenin yokluğunda baba ve oğlu birbirine sımsıkı tutunmuş, ayrılmaz bir takım olmuşlardır ve önemli olan da sadece budur. “O vuruşu beraber yapıyorduk sanki. […] Yalnızca biz varız Patricio. Biz, yalnızca biz.”
Kayıp hissi, sevdiği birini yitirmişlik duygusu, kanımca her öyküde karşımıza çıkan, kitabın baskın ve belirleyici teması. Bunun özellikle iki öyküde yoğunlaştığını söylemek mümkün. İlkinde, cunta döneminde altı ay boyunca gözaltında tutulan ve işkence göre babanın, o mahpusken doğan oğlunu arayışını okuyoruz. Hamile sevgilisiyle birlikte yaşayan üniversite öğrencisi Raul, günün birinde evlerini basan polisler tarafından alınıp götürülür. Aylar sonra serbest bırakılır ve evine geri döner, ancak sevgilisi de kendisinden kısa süre sonra tutuklanmıştır. Genç kadının nerede olduğunu kimse bilmemektedir. Biraz araştırdıktan sonra, oğlunun doğduğu tarihi öğrenir. Böylece Raul’un bitimsiz arayışı başlar. “Yıllar yılı yüzlerce okulun önüne gidip bekledi. Önce ilkokulların önünde, sonra ortaokulların, sonra da liselerin önünde. Çocukların yürüyüş stiline bakıyordu, kendisine veya Laura Estrela’ya benzeyen biri var mı diye.” Veltroni’nin anlatımı yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen, kaybolmuş birinin durumundaki belirsizliğin ruhta açabileceği yaraları etkileyici bir dille okuyucuya hissettirmeyi başarıyor. “Belki Patricio kaybolmuştur. […] Belki yirmi yaşına gelmiş, sözlenmiş ve artık bir oğlu olmasının düşlerini kurmaya başlamıştır. Babasının, Tanrı’nın onu dünyaya gönderdiği yirmi yıl öncesinden bugüne dek her gün onu aradığını bilmiyordur. Onu dünyaya getiren adamın saçlarına artık ak düştüğünü de.”
Kayıp/yitirmişlik motifinin en yoğun hissedildiği diğer öykü (aynı zamanda derlemenin son öyküsü) babasız bir Patricio hikâyesi anlatması açısından diğerlerinden ayrı bir yerde konumlanıyor. Bu kez oğlunu bekleyen ya da arayan bir babanın yerine, evde bulduğu fotoğraflar ve büyüyen bedenindeki değişimler aracılığıyla henüz bebekken kendisini terk eden babasının izini sürmeye çalışan bir oğulun anlatısını dinliyoruz. Babasını hiç tanımamış yeniyetme Patricio, bir gün evdeki çekmecelerden birinde kapalı bir zarf bulur. Zarfın içinden bir fotoğraf çıkar. Patricio, fotoğraftaki çocuğa bakınca aynaya bakmış gibi hisseder, çocuk kendisine öylesine benzemektedir. Bulduğu başka fotoğrafları da inceleyince, bunların babasının çocukluk resimleri olduğunu anlar. Aralarındaki bu benzerlik, babasının eksikliğini ilk kez gerçek anlamda hissetmesini sağlar. “Çok büyük bir eksiklikti bu. Babasının artık bir yüzü, gülüşü, saçları olduğuna göre sesi, sıcaklığı ve kucaklayışı da olmalıydı. Bunların eksikliğini, babasının resmini gördükten sonra hissetmeye başlamıştı.” Bu his, Patricio’yu (önceki öyküdeki Raul gibi) kayıp olanın peşine düşmeye iter. Ancak onun arayışı sokaklarda değil, kıyıya köşeye saklanmış eski eşyalarda ve fotoğraflarda bulacağı izlerde sürecektir. O günden sonra her doğum gününde babasının fotoğraflarını karıştırıp onun yaşındayken çekilmiş bir fotoğrafı olup olmadığına bakar. On beşinci doğum gününde, bulduğu resimdeki delikanlı ile kendisi arasında farklar oluşmaya başladığını görür. “Artık babasına benzemiyordu. Ya da tam tersi. Artık birbirlerine benzemiyorlardı. İki farklı yol seçmişlerdi.” Bulduğu tüm fotoğrafları yeniden karıştırır ve babasının kendisiyle hiç fotoğrafı olmadığını fark eder. İz sürme, arayış sona ermiştir, ancak yıllar önce zarfın içinde bulduğu ilk fotoğrafı gördüğü gün hissedilen eksiklik yeniden su yüzüne çıkar. Bunu gidermek için aklına tek bir yol gelir. Sokağa çıkıp bir duvara “Patricio, seni seviyorum. Baban” yazar ve yazının fotoğrafını çeker. Hem çekip giden ve dönmeyen kayıp babasını affeder, hem de babasının eksik bıraktığı şeyi yaparak ona dönüşmekten kendini kurtarır.
Veltroni bu iki öyküyü tanrısal anlatıcıya dönerek üçüncü şahıs bakış açısından kaleme almış. Bu değişikliğin bilinçli değilse bile tesadüfi de olmadığını düşünüyorum. Okuyucuya tepeden bir bakış sağlayarak hem başkişilerle aramıza (diğer öykülerdeki anlatıcılara kıyasla) mesafe koyuyor, hem de arayış içindeki hallerini, duygu durumlarını daha derinden algılamamızı sağlıyor.
***
Her kayıp gibi, her okuma da kişiseldir ve okuyucu ile anlatı arasında biricik bir ilişki doğurur. Okuyucu, anlatının diğer okuyucularla ilişkisi üstüne düşünüp kafa yorabilir, onlarla konuşup anlatıyı farklı boyutlarıyla irdeleyebilir ve ortak tespitler yapıp çözümlemelerde bulunabilir, ancak kişisel izlenimleri hep ayrı bir yerde duracaktır. Bir kitabı aynı anda okumaya başlayıp aynı anda bitiren üç kişi hayal edelim. İhtimalle her biri sonunda farklı bir yerde bulacaktır kendini. Bir kaybın ardından da durum böyledir. Bu benzetmeyi biraz daha somutlaştırmak için bir başka İtalyanın, Nanni Moretti’nin 2001 tarihli Oğul Odası adlı filminin kapanış sahnesine bakalım. Baba, anne, kız ve erkek çocuktan oluşan çekirdek aile henüz filmin başında oğulun ölümüyle sarsılır. Film boyunca, ailenin kalan üç üyesinin her biri bu kayıpla kendi yöntemleriyle başa çıkmaya çalışır. Son sahnede, atlattıkları pek çok badirenin ardından birlikte yürümekte olduklarını görürüz. Bir aradadırlar fakat yürüdükçe adımları yavaş yavaş birbirinden uzaklaşır, birlikte ama tek başlarına kalırlar. Okuyup bitirdiğimiz bir kitabın izlenimleri gibi bir kaybın sarsıntısı da paylaşılabilir, ama bıraktığı iz kişiye özeldir.
Seni Seviyorum. Baban’da Walter Veltroni, bir duvar yazısından yola çıkarak ördüğü öykülerin her birinde baba ile evlat arasındaki ilişkiyi farklı bir yönünden ele alıyor ve her okuyucuda (babalarıyla kurdukları ilişkinin biçiminden ötürü) ayrı izler bırakıp kişisel fark edişler uyandırabilecek bir kitap sunuyor. Tıpkı benim de yirmi beş yıl önce kaybettiğim babama söyleme fırsatını hiç bulamadığım, ama söylenmemiş olmasının eksikliğini ancak bu öyküleri okuduktan sonra hissettiğim bir cümle gibi:
Seni seviyorum baba. Oğlun.
*Antoine de Saint-Exupéry bir gün uçağıyla Grenoble yakınındaki bir üsten havalanmış ve bir daha geri dönmemiştir.