Gerçek Bir Polisin Çilesi de tıpkı 2666 gibi bitmemiş bir roman olsa da tamamlanmamış değil, çünkü yazarı için önemli olan onu bitirmek değil ilerletebilmek. Bu da bizi bazı konulara yeniden kafa yormaya sevk ediyor. Bu haftaki kitap tavsiyemiz Gerçek Bir Polisin Çilesi’ni Juan Antonio Masoliver Ródenas’ın Önsöz’ü ile tanıtıyoruz:
Gerçek Bir Polisin Çilesi seksenli yıllarda başlayıp yazarın ölümüne kadar devam eden bir projeydi. Elinizdeki bu kitap, yazarın elektrikli daktiloyla yazdıklarıyla bilgisayarında bulunan metinlerin karşılaştırılması sonucu elde edilmiş, güvenilir ve nihai bir metin olup aynı zamanda, Bolaño’nun romanını daimi yaratım aşamasındaki eserler toplamına dahil etme arzusunun da bir göstergesidir. Bazı mektuplarında bu projeden söz etmiş, 1995’teki bir mektubunda, “Novela: Birkaç yıldır Gerçek Bir Polisin Çilesi adlı bir kitap üstünde çalışıyorum ve BENİM ROMANIM O: Başkahraman dul kalmış 50 yaşlarında bir üniversite profesörü, 17’sinde bir kızı var, hayatlarını geçirmek için ABD sınırının yakınlarındaki Santa Teresa’ya gidiyorlar. 800.000 sayfa filan, kimsenin tek kelime anlayamayacağı tam bir karmaşa…” diye yazmıştır.
15 yılda yazdığı bu romanın özel yanı “Llamadas telefónicas”tan Vahşi Hafiyeler’e, 2666’ya kadar diğer romanlarından materyaller içermesidir. Gelgelelim, Amalfitano, kızı Rosa ve Archimboldi başta olmak üzere, tanıdığımız karakterler bu metinde yeniden karşımıza çıksa da hepsinin gözle görülür bir değişikliğe uğramış olması tuhaftır. Hem Bolaño’nun bir bütün olarak kurduğu roman evreninin bir parçasını oluştururlar hem de başlı başına bu romana aittirler. Bu durum bizi en çarpıcı ve merak uyandıran özelliklerden biriyle, anlatının gelişimindeki kırılgan ve geçici özellikle karşı karşıya bırakır. Modern romanda kurmaca ve gerçek, uydurmaca ve deneme arasındaki sınırların kalktığı söylenebilirse, Bolaño belki de örneğini Julio Cortázar’ın Seksek kitabında bulan bir başka yoldan giderek buna katkıda bulunuyor. Gerçek Bir Polisin Çilesi de tıpkı 2666 gibi bitmemiş bir roman olsa da tamamlanmamış değil, çünkü yazarı için önemli olan onu bitirmek değil ilerletebilmek. Bu da bizi bazı konulara yeniden kafa yormaya sevk ediyor.
Romanda çizgiselliğin kırılması (konudan sapmalar, kontrpuanlar, türlerin harmanlanması) günümüzde artık kabul görmektedir. 19. yüzyıla kadar yürürlükte olan gerçeğin alımlanış biçimi artık bir referans noktası olma özelliğini yitirirken vizyoner, düşsel, sanrılı, parçalı ve hatta denebilir ki geçici bir yazın türüne daha fazla yaklaştık. Bolaño’nun edebî katkısında kilit nokta, bu geçiciliktir.
Kendimize, bitmeyecek bir roman nerede başlar ya da başlamaz diye soralım. Yazar onu kaleme alırken romanın sonu en önemli konu olmadığı gibi, çoğunlukla bunun ne şekilde olacağı belli bile değildir. Önemli olan okurun, yazının akışına eşzamanlı olarak katılabilmesidir. Bolaño kitabın adını seçerkenki amacını açıkça ortaya koyar: “Polis, esasında bu sefil romanı boş yere düzene sokmaya çalışan okurun ta kendisidir.”
Ve kitabın bu yapısıyla romanın da tıpkı hayatımıza benzediği algısı vurgulanır: Bizler de yazar ve okuruz, bir yandan yegâne sonun ölüm olduğu bir hayatı sürdürürüz. Hayatın bir edimi gibi yazmak, ölüme dair bu bilinç, zamana karşı yarışmaya ve sınırsız bir edebiyata mahkûm olan Şilili yazarın yaşam öyküsünün de bir parçasını oluşturur. Gerçek Bir Polisin Çilesi’nde bu parçalanma ve geçiciliğe muhtelif göndermeler vardır:
“Fransız yazınında asli bir özelliktir bu: Tüm hikâyeleri birer gizem hikâyesi olsa da kullanılan biçeme önem verilmez. (Bu bağlamda Archimboldi eklektikti ve De Kooning’in biçem bir sahtekârlıktır düsturunu takip ediyordu anlaşılan.) Hikâyeler ancak kaçışlar sırasında çözüme kavuşur, kimi durumlarda kan dökülerek (gerçek ya da hayalî) ve hemen arkasından yine bitmek bilmeyen kaçışlarla, öyle ki Archimboldi’nin karakterleri kitap bittikten sonra bile adeta sayfaların dışına doğru kaçmayı sürdürecek gibidir.” Bu seyyar özelliğe sadık kalarak Bolaño’nun yazınını çoğu kez sonuçsuz bir arayış ve kaçış damgalamıştır.
Bunun için Amalfitano’nun öğrencileri “bir kitabın bir çöl ve labirent” ve “dünyada en önemli şeyin de durmaksızın seyahat etmek ve yazmak” olduğunu öğrenirler. Bu geçicilik özelliği yazara büyük bir özgürlük alanı tanır, kesinkes özdeşleştirildiği en gözüpek dönemdaşlarıyla aynı riskleri almasını sağlar: Ama aynı zamanda metinde sürükleyicilik eksik değildir. Metinlerindeki geleneksel gerilim de kendini korur. Yani roman denince aklımıza gelen unsurlardan asla büsbütün kopuk değildir romanları. Bolaño tüm romanlarının daima yeniden başladığına ve ütopya gibi sunulan bir sonun arayışındaki büyük bir “roman”ın parçasını oluşturduklarına inanır ve yazarın mirasına saygı gereği, yayıncının yayımlanmamış eserlerde bu parçalı yapıyı korumaya özen göstermesi gerekir.
Kitabın adı bizi bir dizi düşündürücü yere götürebilir. Gerçek Bir Polisin Çilesi ismi kuşkusuz Bolaño tarzını pek yansıtan bir tercih değildir, öte yandan gerek daktilo edilmiş ve gerek bilgisayarda saklanmış metinlerde Bolaño açısından bu adın kesin ve net olduğu görülür. Betimsel, uzun, kışkırtıcılıktan ya da tuhaflıktan uzak ve alışkın olduğumuz Bolaño kitaplarından farklı bir kitap adıyla karşı karşıyayız. (Gerçi Vahşi Hafiyeler ya da Katil Orospular ne anlama geliyor olabilir ki?) Gelgelelim ipuçlarıyla dolu bir yazında, bir anahtar bir metafor sunar, bizi sadece Vahşi Hafiyeler’e değil yine pek Bolaño tarzı olmayan Padilla’nın tamamlanmamış Homoseksüellerin Tanrısı romanına gönderir. Her ikisi de bir ipucu sunmaktadır: Dediğim gibi polis okurun ta kendisidir.
Okur en baştan itibaren, habire yalan yanlış ipuçları peşinde çile çekmeye mahkûmdur, tıpkı homoseksüellerin kralının, Padilla’yı geri dönüşsüz biçimde ölüme götüren ve romanını bitirmekten alıkoyan hastalığın yani AIDS’in metaforu olması gibi. Dolayısıyla burada bir dedektifle, eleştirmenle, yani romanın tüm edebiyat ötesi boyutunun etrafında döndüğü Amalfitano’yla karşı karşıyayız. Polis olarak okur var. Gerçek bir başkahraman olarak Padilla var. Dedektif, okur/yazar ve ölümün habercisi, sonu olmayan (sonucu olmayan) bir arayışta rol oyanayanlar. Bu da bizi her zamankinden daha fazla anlatının gelişimine dikkat vermeye zorluyor, gerilimin tümüyle anlatının sonunda değil olup bitenlerde olduğu anlamına geliyor. Bu aslında sonuna rağmen canlı kalmayı sürdüren Quijote’yi okuma tarzımızdan farklı değil, çünkü ölen maceraperest şövalye değil vasat soyludur.
Bugüne kadar yazılmış en iyi çağdaş roman olan Quijote’de olduğu gibi, parça, romanın ihtiyaç duyduğu olası bütünlük kadar değerlidir. Bir farkla; parçalar, durumlar, sahneler kendi içinde kapalı birimlerdir ve muhakkak görünür olması gerekmeyen daha üstün bir bütünde bir araya gelirler. Denebilir ki edebiyatın da kökenine, hikâyeye götürür bu bizi, daha doğrusu birbirini destekleyen hikâyeler silsilesine. Elbette Amalfitano’yu kızı Rosa’yla, sevgilisi Padilla’yla, Padilla’nın sevgilisi Elisa’yla, Archimboldi’yle, Carrera’lar ve Pere Girau adlı şairle bağlayan bir kurgu vardır; tıpkı başka bir bağlamda onu Pancho Monje, Pedro ve Pablo Negrete ya da şoför Gumaro’yla bütünleştiren bir kurgu olduğu gibi.
Aynısı sayfalarında gezindiğimiz ve Bolaño okurlarının aşina oldukları Şili, Meksika –ve México
ile Santa Teresa ve Sonora– ya da Barcelona gibi coğrafyalar için de söz konusudur. Hatta başlangıçla son arasında, Padilla’nın edebiyat tutkusuyla Elisa’nın öldüğünün anlaşılması arasında da son derece kuvvetli bir bağ vardır. Öte yandan, romanın hatıralarda yer etmesini sağlayacak olan bütünlüğü
değil (tıpkı Don Quijote gibi bir kurban olan Padilla’nın başkarakter olarak yaşadıklarının ilerlemesine vesile olan bu durumda zamanımızın hastalıklı aşkı) farklı farklı durumlar ve bu durumların beraberinde getirdikleridir.
Çağdaş anlatıya özgü şiddetin, yanlış anlaşılmaların, tuhaflıkların, aşırılıkların, hastalığın ve ince yozlaşmanın sahasında geziniriz. Çeşitli hikâyeler vardır alttan alta: Hostes ve mango hikâyesi, asker ve kunst kelimesinin yanlış anlaşılması, İtalyan vatanseverleriyle yenen gayriresmi akşam yemeği, sayı bilimciyi ziyaret, etkileşimli striptiz, María Expósito’ların beş nesli, hizmetçilerin odasındaki ölü ya da Texas’lı ya da Larry Rivers sergisi. Gabito üstadın Potosí ekolünün, Rosa’nın öğretmenlerinin ya da Jean Machelard gibi hayal kırıklığına uğrayarak kendini başka yazarların ilerlermelerine veren kimi yazarların alaya alınması vardır: “Hindistan’da bir cüzam merkezinde çalışan bir gönüllü doktor gibi ya da üstün bir davaya hizmet eden bir keşiş gibi görür kendini.” Sahte kurtarıcılar bir yana bırakılırsa edebiyat Bolaño’nun La literatura nazi en América’dan beri daima sahip olduğu üzere, muğlak ve kati bir varlığa sahiptir: Atıflar genellikle eleştiriyle karıştırılır, aynı anda hem aşırı neşeli hem de acımasız olabilir.
Nocturno de Chile’de Pablo Neruda konusunda ve Vahşi Hafiyeler’de “México’nun derinliklerindeki Park’ta Octavio Paz” konusunda gördüğümüze benzer bir muğlaklıktır bu. Burada barbar şairler
olarak temsil edilen belli başlı yazarlar –günümüzün lanetli yazarları Uzak Yıldız’da da vardır– saflıktan uzak şairler olarak sahip oldukları özellikleriyle onun ilgisini çekerler. Aynı zamanda karakterleri de saflıktan uzaktır. Şiddetin her türlüsüne tanık olmuş, bunun mağduru olmuş sıra dışı karakterlerdir. Bu durum kitapta “Sonora Katilleri” bölümünde en üst seviyesine ulaşır, aynı zamanda Homoseksüellerin Tanrısı, “Daima kaybetmeye mahkûm Tanrı” Comte de Lautréamont ve Rimbaud’nun da tanrısıdır. Ve burada elbette Archimboldi’nin zekice özeti yapılan romanları, Padilla’nın tamamlanmamış romanı ve Amalfitano’yla Padilla’nın yazışmaları vardır. Olay örgüsünü ilerlettikleri için edebiyat ötesinden ziyade edebiyat içi birer unsurdur bunlar.
Gerçek Bir Polisin Çilesi, Bolaño’nun en iyi eserleriyle yakın ilişkisi, bereketli yaratıcılığı, kaybedenlerle özdeşleşmesi, etik ilkelere gerek duymayan bir etik barındırması, yakın bulduğu yazarların zekice okumasını yapması, kökten bağımsızlığı, anlatı zevkini diri tutan bir modern roman sunması, eğitimini aldığı ve yazarlığını borçlu olduğu yerlere amansız vefa göstermesi, bir yaşama ve varoluş biçimi ifade eden kozmopolitliği, sosyal yankılarından ayrı olarak umutsuzca ve mutlulukla kendini yaratıma teslim etmesi nedeniyle özel bir ilgiyi hak ediyor.
Bolaño’nun edebiyatı daima muazzam biçimde net ve berrak olmasına rağmen insanın alabildiğine karanlık sahalarından kaleme alınmıştır (cinsellik, şiddet, aşk, köklerinden koparılma, yalnızlık, kopuşlar). “Hepsi de son derece sade ve korkunçtur” çünkü “gerçek şiir talihsizlik ve uçurum arasında yuvalanmıştır.” Ve özellikle şairlerden etkilenmesi bir tesadüf değildir: Yumuşaklık, mutsuzluk ve köklerinden koparılmayı ifade edebilme becerisini ona kazandıran şairler olmuştur. Bu denli keder içinde bu denli mizahın, bu denli şiddet öğesinin içinde öylesine zarafetin bulunabilmesi nasıl mümkün olabilmiştir?
Burada da açıkça karşımıza çıkacağı üzere Bolaño’nun her kitabında bizi bekleyen, en iyi kitabıdır. Nazi katliamlarından Kuzey Meksika’daki cinayetlere kadar yüzyılımızın şiddetinden korkuya kapılan, kendini kaybedenlerle özdeşleştiren bir yazar: Ölümüyle açılan büyük boşluk, bir yazar ve insan olarak tüm deneyimlerinin gelişip yoğunlaştığı bir yer olarak görülen 2666 kitabında doruğa ulaşan kimi sayfalarla doldurulmaya çalışılır ve bu da şahsının mitleştirilmesini büyük oranda açıklar.
Gerçek Bir Polisin Çilesi’nde yine bize son derece tanıdık ve bir o kadar vazgeçilmez bir Bolaño’yla karşılaşacağız. Bu kitabın sayfalarında karşımıza çıkacak ve sadece fiziksel hastalığın değil dönemin ahlaki hastalıklarının da tehditi altındaki yaşama gücü tüyler ürpertici. Dirim ve yıkım birbirinin ayrılmaz parçaları ne de olsa.