İşsizdim. Yani, her zamanki gibi işsizdim. Yoksa işsiz olma halim arızi bir durumu işaret etmiyordu. Annemin ölümüyle memleketten gönderdiği -ve benim nasıl bulup buluşturduğunu asla soramadığım- para da kesilmişti. Otobüs garajında bir akrabanın işlettiği emanetçi dükkânın arkasındaki sefil odada yatıp kalkıyordum. (Bu büyük şehre gelirken hayalini kurduğum mekânlara asla benzemeyecek ölçüde sefil bir kovuk.) Ekşi suratlı enişte bana bir iş vermemişti ama en azından himmetinin bir işareti olarak yatılacak bir yer göstermişti. Bundan dolayı da beni sinir eden bir minnet talebi içerisindeydi. Ben de o kirli şiltenin karşılığı olarak ayak işerine bakıyor, alışverişini yapıyor, suyunu, çayını getiriyordum. Üç beş kuruş da garajda arada sırada otobüsleri yıkayarak, yolcuların ağır eşyasını taşıyarak kazanıyordum. Mutsuzdum, önü alınmaz bir fütura kapılmıştım lakin, geri dönmek de istemiyordum. Geleceğe dair hâlâ bir beklentim olmasından değil; döneceğim bir yer olmamasından. Doğduğum şehri de özlemiyordum; özlediğim hiçbir şey yoktu aslında. Arkamda bir ev de kalmamıştı, şehrin içinden geçen bulanık ırmağı da unutmuştum, o is kokulu sokakları, mahalle arkadaşlarımı da.
Bütün gün garajın cehennemi hercümerci içinde derin bir yeisle dolaşıp duruyordum. Gelen otobüsleri bekleyip oradan ‘müşteri’ ya kalamaya çalışıyordum. Çelimsiz halim pek güven uyandırmadığından mıdır nedir, yükünü bana emanet eden pek az insan çıkıyordu. Garajın eski hamalları başlangıçta benim varlığımdan hoşlanmamış olsalar da biraz eniştenin hatırından, ama daha çok bu halimle pek bir tehlike arz etmediğimi düşündüklerinden arada bir yakaladığım yolculara ses çıkartmıyorlardı.
Hayatıma dair her şeyi değiştiren hadiseye de böyle bir yolcu sebep oldu. Bir akşam üstü koşuşturan kalabalığın içerisinde umarsızca dolaşırken gözlerini dikmiş bana bakan birini fark ettim. Artık kimselerin kullanmadığı bir fötr şapka takan orta yaşın üzerindeki zayıf adam o hareket halindeki çılgın güruhun içerisinde bir heykel edasıyla hareketsiz bir şekilde duruyordu. Dikkatli nazarlarının benim üzerimde olduğu aşikardı. Kısa süren bir şaşkınlıktan ve muhtemel bir müşteri olduğuna kanaat getirdikten sonra koşarak yanına gittim. O da bunu ekliyormuş gibi elindeki ufak valizi bana uzattı. Yeşil suni deriden yapılma bavul hayret edilecek ölçüde hafifti; neden birine verme ihtiyacı duymuştu anlayamadım. Adam önde ben arkada taksi durağına doğru yürüdük. Valizi bagaja yerleştirip bahşişimi beklerken adam bana taksiye binmemi söyledi. (O ince bedenden beklenmeyecek ölçüde kalın bir sesi vardı.) Tereddüt ettiğimi görünce dönüş paramı da vereceğini ekledi. Ben öne, o arkaya bindik. Garajdan çıkarken ince bir yağmur başlamıştı. (Bunu nedense çok iyi hatırlıyorum.)
O saatin yoğun trafiğinde Karaköy’e varmamız çok uzun zaman aldı. Şehre ilk geldiğimde birçok yer gibi buralarda da hevesle ve merakla gezindiğimden etrafa aşinaydım. Şimdi bu saate o sokaklar boşalmış, civardaki dükkânlar kapanmıştı. Adam taksiyi eski bir binanın önünde durdurdu. Parayı öderken kafasıyla benim de inmemi işaret etti. Görevimi anlamış gibi atlayıp bagajdan valizi aldım; yaşlı binanın demir kapısını açan adamı takip ettim. Bina sahiden çok eskiydi; duvarları nemden kabarmış, dökülen sıvanın altından erimiş tuğlalar belirmişti. O perişanlık ve sessizlikten ötürü terkedilmiş olduğunu düşündüm.Beşinci kata kadar ağır adımlar atan adamı onun hızına uymaya çabalayarak takip ettim. Arada bir aniden duruyordu ama bu nefeslenmekten ötürü değildi, sanki aklına apansız bir şey gelmiş gibi adımı havada kalıyor, sonra devam ediyordu. Garajda çeşitli tuhaflıkta insanlarla karşılaşıyordum ama bu adamın hepsinden daha dikkat çekici olduğu aşikardı. Son kattaki dairenin kapısını cebinden çıkarttığı anahtarla açarken, bir an dönüp bana baktı. O nazarlar karşısında onunla ilgili çoktan filizlenmiş tedirginliğim daha da arttı. Kapı açıldıktan sonra başıyla içeriye girmemi işaret edince iyiden iyiye huzursuzluğa kapıldım. Ancak parayı içeride vereceğini söyleyince de girmekten başka çıkar yol bulamadım.
Bir yanı büyük bir aynayla kaplı karanlık, dar koridor bir salona açılıyordu. Adam elimden valizi alıp oraya yollandı ve gözden kayboldu. Ben kapının ağızında dikilmeye devam ettim. Biraz sonra bana seslendiğini işittim. İçeri çağırıyordu. Buna icabet etme konusundaki tereddüt bir süre daha öylece dikilmeme neden oldu. Ancak, adam ısrarlıydı; tekrar çağırdı ve ben de çaresizce salona yollandım.
Adam şapkasını ve pardösüsünü çıkartmıştı; geniş salonun ortasındaki yeşil rengi solmuş bir örtüyle kaplı yuvarlak masanın arkasında oturuyordu. İçeride yanan tek bir abajurun ışığının izin verdiği ölçüde odanın filmlerde gördüğüm cinsten eski ama gün görmüş eşyayla fazlasıyla dolu olduğunu fark ettim. Duvarlarda kimlere ait olduğu meçhul eski resimler asılıydı; sağda solda içleri biblolarla dolu büfeler vardı,zemini de geniş bir halı kaplamıştı. Damarları fırlamış ellerini masanın üzerinde kavuşturmuş bir halde oturmuş bana bakarken daha da yaşlı duran adamın bu kasvetli odaya çok yakıştığını düşündüm. İfadesinde hakikaten acıklı bir bezginlik vardı ve sanki bana bir şey söylemek istercesine ince dudakları kıpırdanıp duruyordu. Tuhaf ama, karşısındaki sandalyeyi işaret etmesine fırsat bırakmadan geçip oturdum. Onunla ilgili biriktirdiğim tedirginliğe rağmen hakikaten gayrı iradi bir şekilde, sanki içimde aniden beliriveren bir insiyak marifetiyle karşısına geçtim. O derin sessizliğin içerisinde birbirimizin yüzüne uzun uzun baktık. Çok yorgun, altları torbalanmış gözleri vardı. O kadar yakından ve dikkatli bakınca o ifadesi güç hüznü daha da iyi idrak edebildim. Annem gibi bakıyordu; bu beni çok, ama çok etkiledi.
Adam derin bir nefes aldıktan sonra birden, ‘‘Hayat…’’ dedi; sonunu getiremedi. Getirmediyse de o kelimeyi çiğnercesine telaffuz etmesinden acısının kesafetini anladım. Sonra üç gün öncesine döndü; Camii Kebir’deki -Kayseri’deymiş- cemaatin aniden bastıran sağanak yağmur yüzünden aceleyle kaçıştırmasından, evde okutulan mevlit sıra-sında odaya giren kedinin yarattığı şaşkınlığa kadar karısının cenazesini bütün ayrıntısı ile anlattı. Ardından sırası gelmiş gibi cebinden çıkarttığı karısının resmini bana uzattı. Gözleri hafif şehla, epeyce toplu kadının fotoğrafına bir süre bakıp geri verdim. Resmi cebine yerleştirirken onu hiç anlayamadığı için büyük pişmanlık duyduğunu fısıldadı. Çok sevmişti; çok sevmişti ama bunu hiç söylememişti. Ufak tefek kaçamakları olmuştu, ama ondan asla vazgeçmemişti. Bir çocukları olsun istemişlerdi ama ‘becerememişlerdi’. Onun çocukça -en çok da kedili- biblolar biriktirmesinden aslında hiç hoşlanmamıştı; bir de yıkadığı çorapların eşlerini hep kaybetmesine kızardı. Kafam önümde sessizce dinledim ve sonra ben de beş hafta önce kaybettiğim annemi anlatmaya başladım.
Onun bir keresinde nasıl iki gün süren bir hıçkırık nöbetine kapıldığını, evde helva kavururken çıkarttığı yangını, uzak bir akrabanın düğününde geline takarken elinden düşürüp kaybettiği çeyrek altına ne kadar üzüldüğünü anlattım. O kafası önünde sessizce beni dinlerken sürekli parmağındaki alyans yüzükle oynadı.
O andan sonra olanlar konusunda -aslına bakılırsa öncesinde de anlattığım hemen her şey gibi- bana kimseler inanmadı. Lakin, her şey, evet her şey aynen öyle oldu. Adam benden nüfus cüzdanımı istedi. Ona bakıp bir kâğıda bir şeyler karaladı. Sonra ayağa kalktı. Bana salonda oturmamı, ‘hadiseden’ sonra bir süre bekleyip polisi aramamı söyledi; üzerinde polisin telefonunu yazılı bir zarfı bana uzattı ve kalkıp salona açılan kapılardan birine doğru yollandı. Kapının ağızındayken bir an durdu, bana baktı, sonra sanki bir şey söyleyecekmiş de son anda vazgeçmiş gibi aniden döndü. Ardından kapattığı kapının kilidinde dönen anahtarın sesini duydum.
Dediği gibi yaptım. (Bununla ilgili bir zorunluluğum yoktu; yoktu ama onunla geçirdiğimiz o dakikalar sonrasında bunu üzerime düşen kaçınılmaz bir görev olarak algılamıştım. Haklıydım.) Silah sesini işitinceye kadar -ki yarım saat kadar sürdü- kıpırdamadan yerimde kaldım. (Yalnız, bana verdiği zarfı açtım. İçinde ne olduğunu sonradan anlayacağım bir anahtar ve ancak taksi parası olabilecek kadar bir para vardı. İtiraf etmeliyim; bu yarenliğin karşılığında daha fazla bir miktar beklemiştim.) İçeriden gelen silah sesi açıkçası içimi hoplattı ve beni ürküttü, ama adı konulmamış hatta telaffuz edilmemiş talimata uydum. Övünebileceğim yeteneklerim arasında ‘keskin’ zekâ ilk sıralarda yeralmasa da hikâyenin böylesine bir gürültüyle nihayetleneceğini anlamıştım. Yarım saat kadar bekledikten sonra, koridorda duran telefona gidip zarfın üzerindeki numarayı aradım ve ‘bir ölüm vakası’ olduğu- nu bildirdim. Adresi verdim. Salona döndüm ve kıpırdamadan polisi beklemeye başladım. (Odanın kapısını zorlamam hususunda bir talebi olmadığından emindim.)
Polisin gelmesi kırk beş dakika kadar sürdü. Onlara kapıyı açtıktan sonrası ummadığım kadar hızlı gelişti. Gelen iki polis odanın kapısını kırıp açtıktan sonra telaş içerisinde telsizle anons yapmaları üzerine çok geçmeden içerisi ana baba gününe dönüverdi. Beş, altı polisin yanında ambulansla gelen üç sağlık görevlisi koşuşturup durdular. Başımda bekleyen zayıf polis daha sonra beni karakola götürdü.
Karakolda evde bana neler olduğunu soran memurlara olan biteni ayrıntısıyla tekrarladım. Hatta, garajda işe başlamam itibariyle anlattım. Adamlar bana inanmaz gözlerle bakıyorlardı. Bir süre sonra hırpalamaya da başladılar. Ancak, anlatacak başka bir şeyim yoktu. Sonu gelmez sorularına tek tek cevap verdim. Bu sorgu sırasında adamın emekli bir noter olduğunu, intihar ettiği yatağın yanındaki komodinin üzerinde bir mektup bıraktığını öğrendim. Uzun mektupta benim bu intiharla ilgili hiçbir sorumluluk taşımadığımı, her şeyi kendi iradesi ile yaptığını açıkça belirtiyordu. Ancak, buna rağmen açıklamalarında evini bana bıraktığına dair bir ibarenin de olması -bir noterin titizliği ile kimliğimin dökümünü ve kendi imza örneğini eklemişti- polisin bunca üzerime gelmesine neden olmuştu. Sonunda, elimde hiçbir barut yanığı olmaması, tabancada parmak izimin çıkmaması ve karısının öldüğü yatakta hayatına son veren noterin bir intiharın bütün delilerini taşıyan bedeni sayesinde içlerindeki şüpheleri tam giderememiş savcı ve polis tarafından gönülsüzce de olsa beş gün sonra bırakıldım.
Polis beyni parçalayan kurşundan ötürü ‘şahsın’ hemen ruhunu teslim ettiğini, bu yüzden bir yardım alma şansının da olmadığını biliyordu. O yüzden çok isteseler de üzerime daha fazla gelemediler. Karakolun ardından evin yolunu tuttum. O mektuptan -ve de anahtarı eski sahibi tarafından bana verilmiş olmasından- sonra orayı evim olarak kabullenmemden daha tabii ne olabilirdi? Bu sefer ev bana o geceki kadar kasvetli görünmedi. Hiçbir eşyaya dokunmadım; sadece kalın kadife perdelerle kaplı pencereleri açıp evi havalandırdım. Aylar sonra düzgün bir mekânda yaşamak beni çok mutlu etmişti. Dört, beş gün boyunca bakkala gitme dışında evden ayrılmadım.
Ancak, noterin tuhaf intiharı basının ilgisini çok çekmişti. Hele acar bir muhabirin ele geçirdiği uzun mektubu -altı sayfa- gazetenin birinde yayımlaması ahalide büyük bir çalkalanma yaratmıştı. (Yazıda noterin ve benim -karakolda çekilmiş- resimlerim yan yana basılmışlardı.) Bunun üzerine birkaç gazeteci izimi bulup görüşmek istediler ama kabul etmedim. Birisi kapı arasından çektiği resmimin altına ‘İntiharcı’ diye yazdıktan sonra, nasıl anlamışsa tuhaf bir kişiliğe sahip olduğumu belirtmişti. Halk, intiharcıyı merak ediyordu. Bu ilgiye mahzar olmam noterin mektubunda benden neredeyse derin acısı ve intihar nedeni kadar çok söz etmesindendi. Verdiği kararla otobüsten inmesinden, garajda beni görmesinden, gördüğü anda her nasılsa doğru kişi olduğumu anlamasından, evde yaptığımız muhabbete kadar ayrıntısıyla anlatmış; benim ‘incelikli’ tavrımı, hayatın acımasızlığı konusundaki düşüncelerimi çok ‘insani’ bulmuştu. (Cesedinin boş binada çürüyüp gitmesini de asla istememişti.) İntihar etmeye karar veren birinin son anında yanında benim gibi birinin olması çok büyük bir şanstı. O yüzden evini de bana bırakmıştı. (Zaten geride kalan kimsesi de yoktu.)
Bu yazının sonuçlarının neler olabileceğini bir hafta kadar sonra anlayabildim. O sabah erken bir saate evin zili çalındı. Kapıyı açtığımda orta yaşlarda ufak, tefek bir adamla karşılaştım. Daha ne istediğini bile soramadan maksadını orada, kapının ağızında çok kısa cümlelerle hemen anlattı. Gazetedeki yazıyı okumuştu ve intihar ederken benim de yanında olmamı istiyordu. Şaşkınlığım geçince hemen kapıyı kapatmak istedim ama adam engel oldu. ‘Ücretimi’ ödeyeceğini söyleyerek cebinden çıkarttığı bir tomar parayı gösterdi. Doğrusu ya, o anda duraksamamın bir nedeni adamın kararlılığı kadar bu para da oldu. Sonunda içeri buyur ettim. Yeni demlediğim çaydan ikram ettim. Çaylarımızı içerken ertesi gün için randevulaştık.
Adamın evi karşıda, Caddebostan’da büyük bir apartmanın ikinci katındaydı. Her şey onun istediği şekilde cereyan etti oldu. Önce uzun bir sohbete giriştik. Artık işi gücü bırakmış bir müteahhitti. Karısı ile iki kızını bir trafik kazasında kaybettikten sonra derin bir vicdan azabına kapılmıştı. O direksiyonun başında olmasının vebalini daha fazla taşıyamıyordu. Kazayı ayrıntısıyla an be an aktardı; karısını ne kadar çok sevdiğini, ikizlerini ne kadar özlediğini anlattı. Ben de yine uzun uzun annemden söz ettim. Sonra ikimiz de sustuk; uzun süren bir sessizliğin ardından bana hazırladığı mektubu okudu. Anlaştığımız gibi benden söz etmiyordu. Kısa yazı daha çok hayatın manasızlığı üzerindeydi. Okumayı bitirmesinin ardından mektubu bir zarfa koyup cebine yerleştirdi. Sonra, aniden ayağa kalktı, elimi muhabbetle sıktı, anlaştığımız parayı masanın üzerine bıraktı ve hızlı adımlarla odasına çekildi. Bu sefer aynı sıkıntıları çekmemek için silah sesinden hemen sonra oradan ayrıldım. Caddedeki ankesörlü bir telefondan polisi arayıp çarçabuk uzaklaştım.
Açıkçası bu ‘işin’ bu kadar bereketli olacağını asla hesap etmemiştim. Bu olaydan birkaç gün kadar sonra bir başka ‘müşteri’ kapımı çaldı. Gençten biriydi. Ölümcül bir hastalığı vardı ve malum olacağı üzere benden bu ıstırabına son verirken yanında olmam konusunda yardım istiyordu. Az bir parası olmasına rağmen teklifini kabul ettim. Acısı gözlerinden akıyordu; bunu görmemezlikten gelemezdim. Üstelik para az da olsa üzerindeki eski deri ceketini çok beğenmiştim. Üç gün sonra evinden -üzerimde o güzel ceketle- aceleyle ayrılırken bana uzun uzun anlattığı hikayesinden ötürü kalbimde hakiki bir ağrı hissettim.
Hiç hesapta olmayan yeni işim sayesinde durumumu hayli düzeltmiştim. Üç ay içerisinde emekli bir emniyet müdürü, küçük bir kasabanın kör olmuş belediye başkanı, bir oto tamircisi, kötürüm kalmış kambur bir tuhafiyeci -artık çevresindekiler için ucube sayılmanın yükünü taşıyamıyordu- ordudan haksız yere atıldığına inanan bir yarbay ve adlarını saymamın kimselere faydası olmayacağı üç beş kişi daha beni bulup yardım istediler. Yüklendiğim sorumluluğun bir doktorun hastasıyla olan ilişkisinden farklı olmadığına inanarak hepsine yardım ettim.
Bu ‘işin’ bende giderek yarattığı huzursuzluktan mıdır, hazin bir sonu olacağını hissettiğimden midir nedir, bir zaman sonra eve gelenlere kapımı açmamaya karar verdim. Yeteri kadar param vardı ve rahatım da yerindeydi. O zil seslerini duymazlıktan gelmek, kendimi ikna etme konusundaki gelişmiş yeteneğime rağmen giderek daralan ruhuma az çok iyi gelmişti.
Galiba en büyük hatam bu kararıma rağmen bir sabah boş bulunup kapıyı açmam oldu. Açtım ve çok, ama çok şaşırdım. Karşımda, baş örtülü ufak tefek genç bir kadın vardı. Beni bunca şaşkınlığa sürükleyen şey kapımda ilk defa bir kadınla karşılaşmak değildi; o kadının beni hayrete düşürecek ölçüde güzel gözleriydi. Saliseler içerisinde o gözlerden yayılan tuhaf şuanın etkisine girdiğimi hissettim. Aslında mahcup bir edası da vardı; bir süre bana baktıktan sonra nazarlarını kaçırdı. Sapına sarıldığı ucuz çantasını tutan ellerinin titrediğini fark ettim. Küçük bedeni sanki olmaması gereken bir yerde bulunmanın işaretiymiş gibi inceden bir raşeye kapılmıştı. Ona bakarken derin nefesler aldığımın idrakine vardığımda utandım. Ne yapacağıma bir türlü karar vermez bir haldeydim; bir zaman daha öyle aptallaşmış bir şekilde dikildikten sonra kenara çekilip onu içeri buyur ettim. Çekinerek girdi. Salona geçtik. Pencerenin önündeki koltuğu işaret edince tedirgin bir şekilde oturdu. Ben de karşısına geçtim ve aşikâr bir hayret içerisinde yüzüne bakmaya başladım. Zavallı kadın bu nazarlarımın manasıyla ilgilenemeyecek ölçüde dertli olmalıydı ki hemen konuya girdi. Nedenini anlatmadan ölmek istediğini, bu konuda kulağına gelmiş olan şekilde yardımıma ihtiyaç duyduğunu söyledi. (Billur gibi tınlayan ince bir sesi vardı.) Hiçbir harekette bulunmadan ona bakmaya devam ettim. Bu halim ‘işin’ maddi kısmıyla ilgili bir sorunun varlığı izlenimi bırakmış olacak ki, az da olsa bir parasının olduğunu ekledi. Donmuş bir şekilde ona bakmaya devam ettim. Sessizlik ve üzerindeki nazarlarımın ısrarı uzayınca tedirgin oldu ama söyleyecek bir şey de bulamadı; narin başını hafifçe öne eğdi. Birden derin bir nefes alıp bu isteğini karşılayamayacağımı söyledim. Şaşırdı; koltuğunda hafifçe büzüldü. Birden nasıl olduysa oldu, ayağa fırladım ve sanki bir cezbeye kapılmışım gibi anlatmaya başladım. Ona, hayatın ne kadar değerli olduğu, nefes aldığımız her bir saniyesinden ötürü minnet duymamız gerektiği, hiçbir derdin çaresi içerisinde ölümün sayılamayacağı konusunda -kendimin de şaşkınlıkla dinlediğim- uzun ve ağdalı bir konuşma yaptım. Hakikaten, bu gayrı iradi bir şekilde gerçekleşti; kelimeler kendiliğinden, sanki o an bana ait olmayan dudaklarımdan döküldüler. Kadın, yüzünde beliren tuhaf bir ifadeyle -bunun gerçekten o an ne manaya geldiğini anlayamadım- bir süre bana baktı, baktı ve sonra ayağa kalktı; kapıya yöneldi. Ben donmuş kalmıştım; kıpırdayamadım. Sokak kapısının kapanma sesine kadar da hareket edemedim. Neden böyle olduğunu da o sesi duyduktan hemen sonra idrak edebildim. Bu kadına âşık olmuştum! (Aşk da, ölüm kadar anlaşılmazdır.) Pencereye koştum; sokağı henüz dönmemişti. Hemen fırlayıp çıktım. Çok geçmeden de bir otobüse binmek üzereyken onu yakaladım. Otobüse son anda atlamayı becerebildim. Kendimi iyice gizlediğim uzun bir yolculuk oldu. Fatih’in ara sokaklarındaki eski yüzlü bir evden içeri girene kadar onu takip ettim.
Şaşkınlık, kafamın içinde ifadesi güç bir boşluk, göğsümü genişletip sıkıştıran bir kalp ağrısı ve baş dönmesi -evet, kalbim hakikaten ağrıyor ve başım hakikaten dönüyordu- içinde geçen üç günden sonra kapısını çaldım. (Hakkında yaptığım araştırmada yalnız yaşadığı dışında bir şey öğrenememiştim.) Beni karşısında görünce çok şaşırdı. (Ya dabana öyle geldi.) Bir süre sessizce birbirimize baktık. Ben önü alınmaz bir heyecan içerisinde titriyordum; o ise meraklı olmaktan çok alaycı nazarlarla bakıyordu. İri dudaklarında saklanan gizli tebessümünü o halimde bile fark edebildim. Neden sonra ince parmaklı ellerine sarıldım ve ona âşık olduğumu söyledim. Bir süre daha bana baktı ve kolumdan tutup beni içeri çekti. Kapıyı kapattı ve beni öptü.
Beni adeta efsunlayan bu kadınla bir hafta sonra evlendim.
Meryem -asıl ismi bu değil ama ben öyle anıyorum- kısa süren birlikteliğimizde beni çok mutlu etti. Beni tatmadığım güzelliklerle tanıştırdı; başımı döndürdü, tanımadığım hazları öğretti. On gün süren balayımızda her gün seviştik, ellerimizi bırakmadan dolaştık, daha önce hiç olmadığı ölçüde sarhoş oldum. Sevecendi, sıcaktı, ateşliydi, anlayışlıydı. Ona asla neden ölmek istediğini sormadım. Hayatının benden öncesini öğrenmek hiç istemedim. Benimle başlayan yeni bir hikâyesi vardı ve sadece onunla ilgiliydim. Geçmişimizi derinlere gömmenin ve orada bırakmanın en doğrusu olduğunu düşünüyordum. O da benzer bir düşünce içinde olmalıydı ki, bana benimle alakalı hiçbir soru sormamıştı. O kapı önünde karşı karşıya gelme anımız yok saydığımız geçmişin sonu, mutlu geleceğimizin başlangıcıydı.
Sonra evimize -yani ilk işimin bedeline- döndük. Sözünü ettiğim bu gömme mevzuunun ahmaklıkla malul olduğunu da o geri dönüş günümüzde idrak edebildim. Balkonda, korkuluklara dayanmış keyifle sigaramı tüttürürken -evden içeri girer girmez tutuştuğumuz ve az önce sona eren sevişmemizin esrikliği içerisindeydim- birden sanki bir el beni aşağı itti. Çok kısa ama bir o kadar da derin dehşetin ardından her şey karardı.
Sonra…sonra ilk onun sesini duydum. Etraf hala zifiri karanlıktı, kıpırdayamıyordum ama işitebiliyordum. Hiçbir acı duymuyordum. Hiç. Galiba binanın tam evimizin olduğu noktanın altına isabet eden yerde zeminde yatıyordum. (Yattığımı sadece farz ediyorum.) Meryem -daha önce belirttim mi; asıl ismi bu değil- feryatlar ediyordu. Sonrasında yine her şey kayboldu. Ne kadar geçti bilmiyorum, bu sefer kapalı bir yerde olduğumu düşündürecek sesler duydum. Onların arasında Meryem de vardı. Ağlıyordu. Birilerine hıçkırarak beni intihar düşüncesinden vazgeçirmek için ne kadar çok çabaladığını anlatıyordu. Söylediğine göre bana hayatın her halükârda yaşamaya değer olduğunu defalarca tekrarlamıştı; lakin, onca çabası karşılıksız kalmıştı işte. Doktora ait olmalı; kalın bir ses insanoğlunun çok tuhaf olduğu, zihnimizin nasıl çalıştığını asla bilemeyeceğimiz yolunda bir şeyler söyledi. (Hakikaten çok haklıydı.) Cerrah olarak onlar ellerinden geleni yapmışlardı, ama…Adam ‘‘Sizi yalnız bırakalım’’ gibisinden bir şeyler geveledi. Ardından etraf giderek sessizleşti; sanırım bulunduğum oda boşalmıştı.
Tek bir nefes kalmıştı; sadece onun, Meryem’in soluğunu duyabiliyordum. O nefes sanki bana iyice yaklaştı; bir şeyler söyledi. (Bilemiyorum, belki beni balkondan aşağı iten güzel elleriyle yüzüme de dokundu. Ahh, keşke o narin parmakları hissedebilseydim.) Anlayamadığım, aşina gelen ama asla manasına ermediğim fısıltılı kelimeler karanlığın içerisinde dans etmeye başladılar; sonra o ses, o kelimeler giderek eriyip kayboldular. Bir kapı açıldı içeri birisi girerken Meryem’e ait olduğunu sandığım adım sesleri uzaklaştı. Ardından -sanki bir buzdolabına aitmiş gibi gelen- bir kapı kapanma sesi işittim. Derin, çok derin bir sessizlik ve daha da yoğunlaşan zifiri karanlığın içerisinde kalakaldım. Sonrasında o tarifi imkânsız sükûnet hali beni tamamen teslim aldı.
Her şey aynen böyle; anlattığım gibi oldu.
* Tayfun Pirselimoğlu‘nun “İntiharcı” öyküsü ilk kez geçtiğimiz ay yayın hayatına başlayan Axolotl’un ilk sayısında yayımlandı. Yönetmen Kaan Müjdeci ve İstanbul Uluslararası Deneysel Film Festivali’nin kurucu yönetmeni Yavuz Gözeller’in çabalarıyla kurulan Axolotl sinemacıların kaleme aldığı metinlerden oluşuyor. Axolotl’un ilk sayısında; Akın Tek, Batıkan Köse, Kaan Müjdeci, Özden Demir, Tayfun Pirselimoğlu ve Yavuz Gözeller’in imzaları bulunuyor.