A password will be e-mailed to you.

Nicolas Winding Refn’in filmin hemen başındaki jenerikte adının baş harflerinden oluşan ve bir logo gibi tasarlanmış NWR damgasını izleyicinin gözüne sokmasını nasıl yorumlamalı? Moda endüstrisinde geçen bir film çektiği için buna uygun bir tasarım gibi yorumlandığında fazla bir sorun yok sanki; öte yandan filmde anlattığı narsisistik eğilime kendisinin de kapıldığını düşünen ve dev aynasında gördüğü egosunun bir süredir sinemasının önünde gittiğini söyleyen de az değil doğrusu. Ne olursa olsun, tüm yorumlar bir yana, ne NWR ne de sineması kolay kolay bir kenara itilecek cinsten. 

Genç bir kız, boğazı boydan boya kesilmiş, kanlar içinde bir kanepenin üzerinde yatmaktadır. İlk izlenimimiz onun öldürülmüş olduğu yönünde olsa da çok kısa bir süre sonra bir fotoğrafçıya poz verdiğini anlarız. Jesse (Elle Fanning) henüz 16 yaşındadır (görüşmeye gittiği model ajansındaki patroniçe/mama ona 19 yaşında olduğunu söylemesini öğütlese de) ve her yıl binlerce model adayının reddedildiği Los Angeles’da güzelliği, tazeliği, saflığıyla tüm dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Boktan bir otelde kalmakta ve tüm vaktini kariyerini adım adım ilerletmek için o çekim senin, bu deneme benim koşturup durmaktadır. Bakiredir ama ona yol yordam öğreten makyajcı Ruby’nin (Jena Malone) tanıştırdığı iki deneyimli modele “Sürekli” seks yaptığını söyler, yalan söylemeyi bile beceremeyerek. Uzatmayalım, işler ilerledikçe erkek arkadaşı (filmin açılışında fotoğraflarını çeken genç) ile arası açılacak, diğer tüm manken kızlar (özellikle de Ruby’nin tanıştırdıkları) ondan nefret edecek, piyasanın en kaşar modacıları (güzelliğin her şey değil tek şey olduğunu dillendirecek kadar sığ ama musluğun başında tiplerdir bunlar) onun peşine düşecek ve başta Ruby olmak üzere (moda endüstrisine çalışmadığı zamanlarda kadavralara makyaj yapmaktadır ve bir seferinde Jesse’yi hayal ederek cesetlerden biriyle sevişir) herkes onun bekaretini almak için yarışmaya başlayacaktır. Jesse de bu arada iyice açılacak ve kaçınılmaz narsisizme (meslek hastalığı?) yakalandığı gibi kendisini herkesten daha parlak bir yıldız gibi görmeye başlayacaktır. Sonunu da bu getirecektir zaten. Boş bir yüzme havuzunun zemininde, ezip geçtiğini sandığını rakibeleri tarafından canlı canlı (çiğ çiğ de diyebiliriz) yenirken son gördüğü şey gökteki yıldızlar mıdır – onu bilemiyoruz.

Nicolas Winding Refn hiç şüphesiz her karesini ince ince tasarlayarak çekmiş Neon Şeytan’ın. Çerçeveler, renkler (renk körü bir sinemacı için neredeyse inanılmayacak denli keskin ve yoğun bir paleti var filmin; ya da belki renk körü olmanın getirdiği bir avantaj bu, bilim insanları daha iyi bilir), ışık mükemmele yakın bir ustalıkla kotarılmış (bir tebrik de filmin görüntü yönetmeni Natasha Braier’e). Filmin cilalı görselliği tam da moda dünyasının arayıp da bulamadığı sterillikte ama elbette Neon Şeytan çok farklı referansları da içeriyor. Özellikle kanlı sahneler (Cliff Martinez’in müziği eşliğinde) akla hemen 70-80’li yılların giallo filmlerini getiriyor. Lynch, Cronenberg gibi ustaların etkisi de yadsınacak gibi değil bu arada ama NWR bu aşamada elini güçlü tutuyor ve acemice yakalanmıyor. Sürrealist usta Jodorowsky’ye olan hayranlığı ise artık herkesçe biliniyor (filmlerini ona ithaf etmekte bir sakınca görmüyor ne de olsa) ve göz üzerinden kurguladığı vahşi sahneler de (daha önce de Only God Forgives’de böyle bir sahne vardı hatırlarsanız) akla bir diğer sürrealist başyapıtı, Bir Endülüs Köpeği’ni getiriyor şüphesiz.  

Kafaları kurcalayan bir başka soru da şu: Neon Şeytan neden insanları bu kadar böldü ve neden bir kısım tamamen reddedip (hatta yuhalayıp) nefret ederken, bir kısım da taparcasına bağrına bastı? Kimi büyük başyapıtların böyle bir etkisi olagelmiştir (Beckett’in Godot’su, Joyce’un Ullysses’i gibi), biliyoruz, ama Neon Şeytan böyle bir film mi gerçekten? Yoksa işlediği konu itibariyle Showgirls (Paul Verhooven) ayarında ve bilindik bir temayı reklam estetiğinde kotarıp önümüze süren sıradan bir film mi? Showgirls kıyaslamasının her iki anlamda da karşılık bulduğunu söylemekte yarar var bu arada. Kült mertebesinde bir film olduğu için, Showgirls’ü kötü bir örnek olarak gösteren de var, aksine iyi bir örnek olarak, hem de hemen hemen aynı sebeplerle. Doğrusu Neon Şeytan zaman zaman akla Showgirls’ü getiriyor ama sırf bu içerik benzerliğinden hareketle ilerlersek elbette ki Showgirls çok daha başarılı bir eğlencelik. Neon Şeytan ise korku unsurlarını da kullanarak (bir iki sahne, özellikle otelde geçenler hariç çok korkutucu bir film değil gerçi) bir hayli karanlık bir dehlize dalıyor. Bu parantezi kapatıp az önceki sorumuza dönersek, NWR’nin bir sinemacı olarak olgunlaşma yoluna girdiğini ama bir estet olarak henüz tam anlamıyla kendi özgün sinema dilini yaratamadığını söyleyebiliriz. Pusher’dan bu yana çok yol kattettiği gerçek ama artık bazı başka ustaların izinden gitmek yerine kendi ara sokağına sapıp bizleri de beklenmedik meydanlara çıkarsa iyi olur. Ondan iyi olmasın, bir başka büyük estet olan Peter Greenaway örneğin, alabildiğine kontrollü sinemasında kimselere benzemeyen bir dil oluşturabilmiş ve bir auteur sifatını sonuna hak eden bir örnek. Tabii NWR’nin auteur olmak gibi bir iddiası olmayabilir, ama bu kadar iddialı planlar, biribirinden manalı sahneler çekmeye devam edecekse bunların içini biraz daha sağlam bir şekilde doldurmasında yarar var. Dikkat ederseniz Neon Şeytan’da her sahne bir öncekini gölgede bırakacak denli iddialı, her birinde çok derin anlamlar varmışcasına yüklü ama sonuçta tüm mesele güzellik kavramı üzerinden giden bir iktidar savaşından ibaret ve bu savaşta insanların nasıl birbirini yediğinden öteye gitmiyor.

Filmin asıl ilginç noktası ise NWR’nin belki de kariyerinde ilk kez bu denli kadın odaklı bir senaryoyla yola çıkması. Şimdiye dek genelde erkek kahramanların ağırlıklı olduğu filmlerini izlemiştik ve ilk kez burada erkeklerin geri planda kaldığını görüyoruz. Gerçi Jesse’nin kariyerinde hep erkeklerin (Christina Hendricks’in oynadığı ajans patronu hariç) etkisi olduğunu görüyoruz ve en büyük tehditler de yine erkeklerden gelecek gibi duruyor ama genç kızın sonunu getiren de yine kadınlar oluyor. Güzelliğin yüceltilecek değil de tüketilecek bir şey olduğu anlayışının hakim olmaya başladığı 20. yüzyıldan bu yana erkeklerin dünyasında kadınların birbirini yediği bir ortamın varlığı yadsınamaz ama keşke Jesse kurban olacağına önüne geleni ezip geçen bir yırtıcıya dönüşseydi (bkz. Showgirls). Ama NWR provokatif içgüdülerine yenik düşmüş (narsisizm burada devreye girmiş sanki) ve kimbilir ne zamandır zihninde canlandırdığı o son sekansı çekebilmek için bu yola sapmış. Bu da onun tercihi şüphesiz. Nihayetinde şunu söylemek çok da yanlış olmaz herhalde: NWR ilk kez kadın dünyasına bu kadar yakından bakıyor ama, renk körlüğünden midir bilinmez, gördükleri sadece çarpıcı renkler, neon ışıklar altında parlayan simler ve genel geçer bir güzellik anlayışının yüzeysel yansıması oluyor. Orada çok daha fazla girinti çıkıntı barındıran bir derinlik var oysa.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:26:27