A password will be e-mailed to you.

Penguen dergisi çizeri ressam Cem Dinlenmiş’in son sergisindeki resimleri hayli dinlenmiş. İyi olmuş. Kendine özgü, geçmişine göre daha az kullanışlı ve evcil daha eleştirel olmayı başarmış görünüyorlar. Çocukluğumuzun Unicef kartlarından çocuklarımızın çıkartma kitaplarında gelişigüzel yapıştırdıkları çıkartma tanzimlerine, Türkiye naif resmi örneklerinden büyük usta Bruegel’i de içine alan bir melez dilde konuşuyorlar. 

 

Ayşegül Sönmez: Nihayet kendine has bir resim dili yakaladığını görüyorum. İtiraf etmeliyim ki bugüne kadarki üretimini son derece evcil ve karikatüründeki satirizmden muaf ve açıkçası "kullanışlı" buluyordum. Ama bu sergi gerçekten farklı… Karikatürdeki seninle resimdeki sen birleşmiş melez bir dil çıkmıs olanca tazeliğiyle…

Cem Dinlenmiş: Teşekkür ederim. Bu sergide Her Şey Olur’daki (Penguen’deki köşe) dile daha çok yaklaştığım doğru. Ancak şimdiye kadar yaptıklarıma bakınca bugüne ulaşmam yavaş yavaş oldu. 2013’te İstanbul Bienali’yle ilgili yaptığım iş öykü formatında ve kağıda çizilmiş olsaydı dergide yayınlanabilecek kadar Her Şey Olur mantığına yakındı. Önceki sergilerden de bir çok resim bugünkü seriye rahatlıkla dahil olabilir. Örneğin Soyak Sitesi’ni anlatan resmim 2011 yılına aitti. Benzer konu ve yaklaşımlara 2008’de x-ist’te açılan ilk sergimden beri (Kesişme III, Cem Dinlenmiş, Maksut Aşkar, Sait Mingü) rastlayabilirsiniz. Burda asıl mesele belki de işlerdeki ortak tavır ve bütün işleri birbirine bağlayan bir konunun varlığı. Öyle olunca "sanatçı ne yapmaya çalışıyor" sorusu daha net cevaplanabiliyor. Özellikle dergide çizimlerimi izlemeyen birisi açısından tavrım apaçık ortaya çıktı.

 

-Bu ilginç geliyor bana… Yani çok bakılan/okunan bir çizerin resim dünyasıyla alışverişi… Burada sanat dünyasının bakışına göre pozisyon alma devreye giriyor. O kağıtla içinde bulunulan mahrem ilişki zedeleniyor. Yara alıyor gibi… Sen başından bugüne bunu nasıl yaşadın?

Karikatürleri ve resimleri üretim süreci açısından farklı bir yere koymuyorum. Aralarında bir öncelik, statü farkı yok. Bence bahsettiğin pozisyon alma meselesi daha çok mekan ve izleyiciyle ilişkiden kaynaklanıyor. Dergide çizdiklerimi tuvalette, otobüste, vapurda okuyabilirsiniz. Ama sergiyi izlemek için Teşvikiye’ye geliyorsunuz. Çizgi romancı Chris Ware’ın bu konuda bir söyleşide yaptığı yorumu çok seviyorum: "Bir karikatürü anlamadığınız zaman karikatür tarihini bilmediğinizi düşünmezsiniz. Karikatüristin gerizekalı olduğunu düşünürsünüz. Bu iyi bir ilişki şekli." Sonuçta ben nasıl işler yaparsam yapayım galeri duvarına asılı işler yaptığım sürece dergide okurlarla kurduğuma benzer bir ilişki kurmam pek mümkün değil. Bunu kırmak için interaktif ve izleyiciyi işlere dokunmaya yönelten denemelerim de oldu. Ama bu sefer resimle kurulan ilişkinin bir tür oyuna dönüştüğünü gördüm. Bu sergide işler iki boyutla, resmin bilindik yüzeyiyle sınırlı. Ama içerikte ironik bakış açısı daha ön planda.

Mizahçı olarak sanat dünyasında farklı işler üretmeliyim çaba ve daha ziyade endişesi yok… Böyle bir farklılaşma endişem hiç olmadı aslında. Farklılaşma sıkıntıdan kaynaklandı, her hafta zaten fikir anlamında buluşlar, esprili işler yaptığım için galeriyi yeni denemeler için bir alan olarak kullandım. Hala da öyle aslında.

İlk solo sergime hazırlanırken Yüksel Arslan’ın retrospektif sergisi yeni açılmıştı, onun duvardaki sözü o zaman aklıma kazınmıştı: "Katedilmiş yolların dışında da, ressam olmadan da resim yapılabilir, ressam olunabilir" Ben de ressam olmadan resim yapabilirim o zaman demiştim. Cihat Burak ve Yüksel Arslan o açıdan çok sevdiğim ve pek eşi olmayan iki dev sanatçı. Mizahçı değiller, benim çizgim için belirleyici referanslar da değiller ama Türk resmine bakınca seçtikleri yol ilgimi çekiyor.

 

-Bu sergine gelecek olursak referanslar var bazı konuşmak istediğim. Biri Nuri Abaç ve Türkiye naif resmi… Diğeri de elbette Bruegel… Ve sonuncusu Unicef kartları… Bu üçünün birarada tam da bu sergideki dilinin melezliğini vurgulayacak şekilde bir esin üçlüsü oluşturduğunu düşünüyorum. Sen ne dersin?

Bruegel dışındakiler hakkında pek bir şey söyleyemiyoum. Biraz Bosch, biraz naif erken rönesans. Unicef kartlarının sadece asetat kapaklı kutularını hatırlıyorum çocukluğumdan, evdeki markerlar içinde dururdu. Nuri Abaç’ı şimdi sen söyleyince gördüm.


-Minyatür geleneğiyle hiç ilişki kurdun mu? Kurmayı denedin mi? Bu seni besleyen bir görsel kaynak mı?

Pek değil aslında. Minyatürü seviyorum ama alıcı gözüyle incelemem, kitaplarda karıştırıp zevkine varmam çok yeni. Renk paletleri ve mekanları yüzeysel alanlara bölme fikri ilginç fakat oradaki perspektif mantığını kullanmayı denemedim hiç.

 

-Kaldı ki dört yaş annesi olarak bu dönem çocuklarının minyatürvari deneyimi çıkartma kitapları sayesinde yaşadığını tespit ettim. Düz çorak bir manzaraya vadiye dağa istedikleri figürü nesneleri canlarının istediği gibi yerleştiriyorlar böylelikle perspektiften azade bir deneyim yaşıyorlar. Senin serginde de tüm bu kentsel dönüşüm ve siyasete bulanmış açık hava deneyimlerinde izleyiciye tanıdığın bu özgürlüğü fark etmek söz konusu. Bunu da konuşalım mı?

Tabii. Çocuksu resmi çok severim, çocukken beni mutlu eden şey tek bir sayfada gelişigüzel şekilde hikayeler anlatıp onları yaşamak olduğu için. Bugün yine tek bir kompozisyonun içinde, ama izleyicinin gözüyle içinde dolaşabileceği şekilde tasarlanmış bir olaylar dizisi canlandırmak sık izlediğim bir anlatım yöntemi. Ama perspektif söz konusu olunca mimari çizim keskinliğinde olmasa da basit teknik kuralları izliyorum aslında. Gelişigüzel değil hiçbir şey. İzometrik perspektif mesela, hem mimarlıktan hem de bilgisayar oyunlarından tanıdıktır, göz resmin her noktasına aynı mesafede olduğu için figürler hep aynı uzunlukta olur. Bunun dışında perspektiften azade olmak, figürlerin uzaklaştıkça küçülmemesi, binaların düzleme bazen dik bazen paralel uzanması falan gibi şeyler yapmıyorum.

 

-Genel de sorabilirim nelerden besleniyorsun? Siyasetten, moral bozucu nefessiz bırakan siyasi ajandanın dışında… Bilgisayar oyunları? Hangisi? Mesela bir animasyon film yapma hevesin var mı?

Tabii. Çizgi romanlar, grafik ürünler, ilüstrasyonlar, sokak sanatı. İlüstrasyon tarihi, haritalar, eski mobilya katalogları gibi basılı malzemeler, bilgisayar oyunları, birçok şey. Sevdiğim oyunlar hep eski. Monkey Island ya da Caesar III mesela. Animasyon yapma hevesim var ama tabii film değil kısa klipler halinde şeyler yapabiliyorum. Yakında bir belgesel film projesi için kısa animasyonlar üzerinde çalışmaya başlayacağım.

 

-Akrilik meselesi? Akrilik yerine hiç bu resimleri yağlıboya yapmayı hayal ettin mi?Akrilik çabuk kuruyuşu sana direnmeyişiyle mi cazip geliyor sana da?

Etmedim. Resim yapmaya su bazlı markerlarle başladığım için ona eşlik edebilecek en kullanışlı malzeme olarak akriliği seçmiştim. Çocukluğumdan bu yana masa başında küçük kağıtlara çizerek geldiğim için kalemden fırçaya, tuvale, şövaleye geçiş çok rahat olmamıştı. Bu yüzden ilk sergideki işlerin çoğunda sadece su bazlı, kapatıcı özelliği olan ve her yüzeyde uygulanabilen markerlar kullandım. Akriliği malzeme olarak eskisine göre daha rahat kullanabiliyorum, kurumasını engellemek için bulduğum renkleri uzun süre saklayabilen kutularım var, masamın üzeri onlarla dolu.

 

-Politik sergi ya da politik resim deyince aklına ilk kim ne geliyor?

Resimden çok grafiğe ait şeyler geliyor, 1 Mayıs afişleri gibi. Ya da Barbara Kruger mesela.


-Son olarak yazının yeri nedir resminde demek istemiyorum üretiminde? Yazı başlı başına bir değer ve aslında çok içinden geçilen zamanın tanığı olmasından ötürü eskiyecek olmasından ötürü resim adına riskli bir eleman…

Evet biraz öyle, ama resim ve yazıyı hep bir arada kullandığım için ikisini ayrı ayrı olarak düşünmüyorum çalışırken. Zamanın tanığı olmaktan çekinmedim bu sergide, köşede her hafta yaptığım gibi. Tabii avantajları kadar dezavantajları da var.

 

Cem Dinlenmiş’in "Görsen Kesin Tanırsın" sergisi bugünden itibaren Galeri x-ist’te 27 Şubat’a kadar ziyaret edilebilir.

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 10:29:30