Aristoteles’e göre tragedya gerçektir; çünkü ölümle biter. Elbette bütün insanların hikayeleri ölümle noktalanır ama tragedyanın farkı, ölümün kehanet edilmiş ve bu kehanetin kaçınılmaz olmasıdır. Laios her ne önlem alırsa alsın, oğlunun kendisini öldürüp karısıyla evlenmesini engelleyemeyecektir. Zaten trajik olan da bu kaçınılmazlıktır.
17 Temmuz’da, tüm dünyada izlenme rekorları kıran Game of Thrones’un yedinci sezonunun ilk bölümü hayranlarıyla buluştu. Bomba gibi bir bölümle açılışını yapan yedinci sezondan bahsetmeden önce ilk sezona ufak bir dönüş yapalım; Westeros’u avucunun içi gibi bilen, bırakın yan karakterleri, kullanılan silahların bile isimlerini hafızalarına kazıyan, Gece Kralı’nın gözündeki yansıma üzerinden alt metin okumalarına girişen bir hayran kitlesi için bunun çok da zor olmadığını tahmin ediyorum.
Birinci sezonun ilk sahnesi bir idamı tasvir eder: Duvar’ın ötesinde keşif gezisine katılmış bir asker, dizi evreninde fantezi ürünü, kötücül bir yaratık olduğuna inanılan ‘Ak Gezen’ gördüğü gerekçesiyle firar etmiştir. Kimse sözlerine inanmaz ve asker idam edilir. Bu olayın hemen ardından dizinin mottosuna dönüşen ve her fırsatta tekrar edilip, bütün karakterleri harekete geçiren o meşhur kehanet gelir: “Winter is coming (Kış geliyor)”. Bu kehanetle beraber hikaye, adeta bir saatli bombaya dönüşür. Karakterlerin elinden gelen tek şey ise, kaçınılmaz felaket çattığında hazır olmaktır.
Dizinin, Antik Yunan tragedyalarından devşirdiği tek özellik hikayenin itiş gücü değil. Gerçek kralın, kimliğinin farkında olmadan bir ‘piç’ diye yaftalanarak büyümüş oğlu olarak Jon Snow, Yunan tragedyalarında benzerini sıkça görebileceğimiz bir figür. Tanrıların gazabına uğramış ihtişamlı karakterlerin talihsiz sonları bize, insan denilen varlığın o kadar da muhteşem olmadığını hatırlatır. Game of Thrones gibi dünya çapında popüler bir yapım söz konusu olduğunda ise, iyilerin eninde sonunda kazandığı Hollywood üslubunun ana akım beğeni üzerindeki egemenliğini düşünerek, dizinin sonunda Jon Snow’un mutlak felakete uğramak yerine, zafere çok büyük fedakarlıklar pahasına ulaşması daha muhtemel. Bu büyük fedakarlıkları zaten, Stark ailesinden verilen kayıplar olarak altı sezon boyunca görmüştük.
Elbette Game of Thrones’u modern bir Yunan tragedyası olarak görmek son derece yanlış olacaktır; dizinin esinlendiği bir sürü anlatı geleneği var. Dizinin destansı havası gayet aşikar; büyücüler ve ejderhalar gibi fantastik figürler, feodal krallıklar, bu parçalanmış krallıkları bir araya toplamaya çalışan seçilmiş bir savaşçı, kuzey destanlarında ve, Yüzüklerin Efendisi gibi, büyük oranda bu destanlardan uyarlama modern fantastik edebiyat eserlerinde sıkça karşımıza çıkar. Ayrıca dizide gördüğümüz animist doğa ve her yenildiğinde küllerinden doğan kötülük, eski Cermen kabilelerinin pagan inançlarından gelen ve hikayelerinde sıkça görebileceğimiz unsurlar.
Senaryoda büyük bir yere sahip saray entrikalarını nasıl değerlendirmeli?
Shakespeare tragedyalarında karakterlerin başına gelen felaketlerin sebebi (tek sebebi olmasa da en önemli sebeplerinden biri) kendi kişilik kusurlarıdır; Antonius şehvet düşkünü, Hamlet garantici, Macbeth kılıbık, Romeo ise şıpsevdidir. Amaçlarına ulaşmak için dolambaçlı yollara ve entrikalara başvuran bu karakterlerin kusurları, kendi sonlarını hazırlar. Her ne kadar iyi kalpli olsalar da, kader ağlarını ördüğünde iyiliklerinin karşılığını değil, aptallıklarının cezasını bulurlar; modern dünyanın şafağında yaşamış bir yazar olarak Shakespeare, kurtarıcı olarak her zaman aklı göstermiştir.
Yedinci sezonun ilk bölümünde Sansa ile Jon’un diyaloğunda bir kez daha ibraz edildiği gibi, taht için oynanan kirli oyunlardan sağ çıkabilmenin yolu akıllı davranmaktır; Ned Stark gururu ve öngörüsüzlüğü, Rob Stark ise saflığı ve deneyimsizliği yüzünden ölür. Bu durumla beraber saray entrikalarını, her sezon finalinin bir katliama sahne olmasını göz önünde bulundurarak George R. R. Martin’in Shakespeare’den fazlaca esinlendiğini ileri sürebiliriz.
Altı sezon boyunca geleceği söylenen kışın sonunda gelip çatması, hazırlık evresinin bitip, her şeyin kaderini belirleyecek olan son savaşın artık bir an meselesi olduğu anlamına geliyor. Ayrıca karakterlerimiz de içsel yolculuklarını tamamlayıp olgunlaşmış bulunuyorlar; bu noktadan sonra dizinin yazarlarına düşen tek şey oturup karakterlerinin savaşmasını izlemek.
İçsel yolculuğa çıkanlar içindeki potansiyeli keşfedenlere karşı
Majör karakterler arasından Jon Snow ve Daenerys Targaryen içsel yolculuklarının yönü açısından diğerlerinden ayrılıyor. Arya, Cersei, Sansa, Jaime gibi karakterler, gelmekte olan büyük savaştan sağ çıkmalarını sağlayacak özellikler edinerek kabuklarından sıyrılırlarken Jon ve Daenerys, içlerindeki potansiyeli keşfediyorlar.
İnsanların kaderinin tanrıların elinde olduğu tragedyalarda, krallar da elbette tanrılar tarafından belirlenir ve ilahi güçlerle donatılır. Game of Thrones evreninde ise, bir takım doğa üstü güçleri, gümüş saçları ve benzersiz savaş yetenekleriyle Targaryenler tanrılar tarafından seçilmiş bir hanedandır; ne var ki ilahi güçleri dolayısıyla bu krallar delirdiğinde halk ayaklanır ve kıyımdan geriye Jon ve Daenerys kalır.
Atalarının kefaretini ödeyip hakları olanı almak için giriştikleri ve bir köle olarak başladıkları yolculuklarında iki Targaryen de maksimum gücüne sahip olduğu noktadalar.
Hikayenin son dönüm noktasından (plot point) çıkmasıyla sona eren altıncı sezonun ardından, yedinci sezonda diğer karakterlerin de güçlerinin doruğunda olmaları, son iki sezondan nefes kesen savaş sahneleri beklememize sebep oluyor. Ayrıca dizinin 10 bölümlük son sezonunun ikiye bölünerek bu yıl 7, seneye (8. sezon) 6 bölüm yapılarak sadece 3 bölüm uzatılması, olayların gereksiz yere uzatılmayacağının sinyalini veriyor. Sanki bir ürün yerleştirme gibi dursa da, Ed Sheeran’a rol verilmesi gibi enteresan hamlelerle karşılaşmak da bütün olumlu beklentilerin cabası.