A password will be e-mailed to you.

Onur Bal müzik hayatına, bir grunge alternatif grubunda davul çalarak başladı. Kendisi her ne kadar gruptaki performansını “kötüye yakın vasat” diye nitelendirse de Spliced Roll isimli grup 90’larda çeşitli bahar şenliklerinde Kazım Koyuncu, Işığın Yansıması, Demir Demirkan gibi sanatçılara ön grup olarak sahne almayı başardı. Grubun dağılması ile tesadüfen bilgisayar tabanlı müzikle tanışan müzisyen, İstanbul’ da geçirdiği süre içerisinde birçok tiyatro topluluğuna müzik yaptı, birçok kısa filme orijinal eserleri ile eşlik etti. Kısa bir aranın ardından 2018’de Gezi Direnişi sonrası direnişin bireysel travmalarını anlamlandırmaya çalıştığı #Indignificant EP’sini yayınladı. Onun Finlandiya’ya göçüne vesile olan EP’nin lansmanını da orada yaptı. Halen bulunduğu coğrafyaya “burayı” anlatmaya devam ediyor…

 

Finlandiya’ya gidişinden biraz zorunlu göç gibi bahsediyorsun. Bu kararı nasıl aldın?

Bu kararın iki aşaması var aslında. İlk aşaması niyetlenme durumu. O “Gideceğim buradan” dediğiniz, henüz herhangi bir aksiyon planınız ya da eyleme dönüşmüş bir düşüncenin olmadığı an. Daha önce de kısım kısım aklımın bir köşesinde vardı, en net 2015’te niyetlendim diyebilirim. Sebebim giden herkesle aynıydı sanırım. Ülkenin neredeyse tamamını gezmiş bir birey olarak hiçbir bölgede ve hiçbir platformda kendimi ifade edemediğimi ve fikirlerimin temsil edilecek kadar bile değerli bulunmadığını hissetmeye başladım. Gidersem yine temsil edilmeyecektim belki ama kendimi ifade edebilme yönünde olumlu bir adım olacaktı. Bunun en somut örneği yaptığım albüme lansman yapacak bir salon bulamamam olabilir. Üstelik salon ücretini peşin ödemeyi teklif etmeme rağmen. Bu durum tek örnek olmadığı gibi, iş hayatımda, kişisel hayatımda karşılaştığım diğer örnekler içinde belki de en önemsizlerinden biriydi.

İkinci aşama ise sizi artık eyleme geçiren o son vuruş. Benim özelimde o olay Fenerbahçe – Amedspor maçı oldu. İşten çıkıp eve giderken maç trafiğinden on yedi kilometrelik yolu dört buçuk saatte tamamladığım o gün. Buna artık daha fazla dayanamayacağım demiştim ve harekete geçtim. İşimden çıkıp evime gidemiyorsam nereye gidecektim?

 

Oraya gitmenin bir vesilesi olan #Indignificant bir Gezi albümü… Taksim Meydanı (Kaan Tangöze), Her Şeyin Farkındayım (Bulutsuzluk Özlemi), Asi (Ozbi), Eğilin (Hüsnü Arkan) gibi Gezi şarkıları da yapıldı, Gezi’nin ardından çekilen “Artık Yeter” ve “Cennetin Düşüşü” belgeseller ve “Yuva” gibi filmler oldu. Gezi temalı sanat ürünlerinden senin ilgini çekenler hangileri?

#Indignificant’ta Gezi’de olan biteni anlatmaya çalışmadım aslında. Benim derdim, sürecin başından sonuna kadar insanların alandaki hissiyatlarını seslendirmekti. En kaba ve yüzeysel haliyle, bir zulüm ardından gelen direniş ve sonrasında yavaş yavaş çöküş hissiyatı anlatıyor bütün albüm Gezi’nin kendisinden çok.

Gezi perspektifinde muhteşem eserler yapıldığına katılıyorum. İlla Gezi’yi direk göstermese de buradaki ruhtan beslenen şarkılar da var bence. Ülke hiphop’unun söylemini netleştirmesinde de faydası oldu bence Gezi’nin. Saydığın eserlerden Ozbi – Asi ve Kaan Tangöze – Taksim Meydanı beni delip geçen işler. Hüsnü Arkan ve Bulutsuzluk Özlemi‘nin şarkıları karşısında ayağa kalkıp, önümü ilikleyecek kadar saygı duymama rağmen, hissiyatı bana geçmez genelde. Kulağım o yöne evirilmedi sanırım. Yine de Her şeyin Farkındayım’daki müzikal doğruluk ve Eğilin’de şarkının seslendiği kesimin Gezi’dekilere değil karşı tarafa olması etkileyici bence.

Müzik denilince Gezi sırasında yapılan başyapıtları da unutmamak lazım elbette. Boğaziçi Caz Korosu ve Kardeş Türküler – Tencere Tava Havasını çok yerinde reaksiyonlar olarak değerlendiriyorum. Yapılan görsel işlerin hepsi bence çok değerli. Hatta iyi kötü ne kadar fazla olursa o kadar iyi. 2013’ün muhasebesinin aynı Çemberimde Gül Oya örneğinde olduğu gibi onlarca yıl sonra yapılacağını, o zamana not düşmeninin önemli olduğunu düşünüyorum. Cennetin Düşüşü görsel işlerden en sevdiğim. Gökmen Ulu‘nun Direniş belgeseli ve Muhabir Gözünden Direniş kitabının özellikle Ozan Güzelce’nin kapak fotoğrafı belgesel değeri olan diğer işler. Emrah SerbesDeliduman da konuya baktığı nokta sebebiyle çok önemli bir eser. Yine de Gezi ile ilgili yapılmış en iyi sanat eseri duvar yazıları, şarkıları türküleri, duran adamıyla Gezi’nin kendisi bence. Biri çıkar aynı etkiyi bir şarkıda yakalarsa zaten underground’da kalma şansı olmaz herkes duyar bilir zaten.

 

#Indignificant’ın A1’i “Nightwalk to Taxim Live” performansı ile Finlandiya’nın bağımsızlığının 100. yılını kutlamak için açtığı meşhur kütüphane Oodi’deydin. Gezi Direnişi’nin ve direnişe dair seslerin yer aldığı bu şarkı orada nasıl bir reaksiyon aldı?

Tek kelimeyle farklı! Burada performanslarda ara alkış olmaz genelde ya da çok nadir diyelim. Performans bitene kadar salonda ölüm sessizliği oluyor. Homurdanma yok, konuşma yok… Üstelik ilk canlı performansım, Oodi gibi bir yerdeyim, oldukça heyecanlıyım… Acil bir onaya ihtiyacım var ama gelmiyor…

Intro’da Bahadır Kartal’ın gitarları girdiğinde orta sıralardan birinin arkasına yaslandığını ve kendini görsellere bıraktığını gördüm yansıyan ışıkta. O anı yakaladığımda galiba iyi gidiyor demiştim. Sanırım Sıla Beyazıt’ın görselleri olmasa bu kadar bize özgü bir konuyu sadece müzikle aktarmak imkânsız olabilirdi. Sahneye birlikte çıktığımız ve performansın büyük çoğunluğunda oyun (act) gereği setimin hemen dibinde duran, Helsinki Devlet Opera Bale sanatçısı Emrecan Tanış da benim için inanılmaz büyük bir şanstı. Hem sahne öncesi kuliste hem de onun kadar sahne deneyimi olan bir koreograf ile birlikte sahnede olmak büyük bir konfor sağladı bana.

Albüm ismi İngilizce önemsizlik (Insignificance) ve haysiyet (dignity) kelimelerinin harmanlanmasından oluşmuştu. Bu isim hikayesinden de konser tanıtımlarında biraz bahsetmiştik. Konser sonunda bir dinleyici çiçek verdi, eklediği nota da “Burada bir daha asla Indignificant hissetmeyeceksin” yazmış. Bence alınabilecek en güzel tepki buydu.

 

Sting’in “Englishman in New York” şarkısından yola çıkarsak Helsinki’de bir Türkiyeli olmak nasıl bir duygu? Bu duygu müziğine ne şekilde yansıyor?

Açıkçası kolay değil. Bir şehirden çıkmak istediğinizde yıllardır üzerinize sinen o şehrin kokusunu almıyorsunuz. Başka bir ifadeyle her ne kadar büyüdüğünüz coğrafya ile uyum sorunu da yaşasanız, bir İstanbullu hatta bir Kadıköylüsünüz. Bunun bir kültürel mirası olmasının yanı sıra, sizi daha reaktif, daha sabırsız, daha aceleci, daha az güvenen, daha çok höyküren biri haline getiriyor. İşte ülkedeyken üzerinize sinen kokudan kast ettiğim bu. Ancak Helsinki’de herkesin kıyafeti sizden farklı kokuyor iyisiyle kötüsüyle. Ayrıştırma ya da ötekileştirme konusunda ne kadar hassas olursa olsunlar siz kendiniz yabancılaşıyorsunuz herkesten önce bir noktada. Geldiğiniz ülkenizde kas hafızasından yaptığınız birçok şey ya burada öyle işlemiyor ya da ekstra efor sarf etmenizi gerektiriyor. Her şeyi düşünmemiz gerekli. Her şeyi tercüme etmeniz, hesaplamanız… İnanın bana bunlar kolay değil ve yoruyor. Aile, arkadaş ve yemeklerin özlendiğini sanırım herkes tahmin ediyordur zaten. Kahvaltının mutlulukla alakasını bilemiyorum ama severseniz mıhlamanın özlemle fiziksel bir ilişkisi oluyor kesin bilgi.

Müziğe en belirgin yansıması sanırım #Indignificant ve Made in Pain‘in sound’larında görülüyor. Eski yaptıklarımda sanki söylemek istediğimi avaz avaz bağırıyor gibi hissediyorum. Bunu kötü anlamda söylemiyorum, Iron Maiden – Run to the Hills ya da Prodigy – Firestarter da avaz avaz bağırır söylemini ama tadından yenmez mesela. Öte yandan Made in Pain‘den bu yana üzerinde çalıştığım şeyler yine çok sesli ama daha tane tane, daha net geliyor bana. Üstelik bu isteyerek verilmiş bir karar değil. Kendiliğinden öyle gelişti kompozisyonlar. Belki de yaşlanıyorum onunla alakalı bilmiyorum.

Şarkı analojisi nefis bu arada…Bu güzel pas için teşekkür ederim. Aynı frekanstan cevap verecek olursam, Englishman in New York‘ta reggae yürüyüşünü davullar ve üflemelilerle kesen bir köprüsü vardır. Hani sanki New York’ta sokaklarda yürürken birden karşınıza çıkan o değişik, bohem sürprizleri anlatır… Finlandiya’ya taşınmak sound olarak pek öyle değil. Sizi her şeyin dinginliği, pratikliği ve doğallığı şaşırtabilir başka bir şey pek şaşırtmaz. Çok maruz kalırsanız ve özel bir hayranlığınız yoksa bayabilir bile. Bu sebeple bence şarkı sözlerini tenzih ederek, hatta belki de etmeyerek Helsinki’ye göç bir Sting şarkısı ise Fragile‘dır. Daha kendi kendine konuşan, mırıldanan sakin buruk hafif hüzünlü ama huzurlu; özel bir anısı yoksa ve fazla tekrar ederseniz de “Başka şarkı mı açsak?” dedirtecek türden.

 

Avrupa’daki sistematik ırkçılık son yıllarda sıkça gündemde, özellikle göçmenlerin yeni nesilleri statükoyu bu açmazla yüzleşmeye mecbur bırakıyor. Fatih Akın da Aus dem Nichts (Paramparça, 2017) filminde bir ayrımcılık hikayesini odağına almıştı. Sen birey bazında ve veya bir müzisyen olarak kötü tecrübeler yaşadın mı? Neler yaşadın?

Öncelikle ırkçılık, zenofobi, homofobi, seksizm gibi olguların bir politik görüş ya da düşünce tarzından ziyade dünyamız politikasını dahi etkileyecek düzeye ulaşmış bir hastalık olduğunu düşünüyorum. Hangi coğrafyada olursanız olun, göçmen olduğunuzda, o coğrafyada azınlık olduğunuzda ırkçılığın, zenofobinin semptomları ile karşılaşma ihtimaliniz hayli yüksek maalesef. Açıkçası Finlandiya’da bir ya da iki çok belirli belirsiz sözlü olay dışında herhangi bir ırkçılığa maruz kaldığımı söyleyemem.

Genelde burada “bana bunu söylemeye hakkın yok!” dediğinizde anında geri adım attırır, hak ettiğiniz özrü alırsınız. İş başka boyutlara giderse zaten kanun var, bedeli çok ağır olur. Ödediğiniz verginin uygulamalı olarak sizi nasıl koruduğunu görürsünüz. Bahsettiğim iki olay da ağır alkole bulanmış çok kısa süreli densizliklerden ibaretti. Yine de tolere edilebilir değil tabii ki! Başta da söylediğim gibi, nasıl ki bir kalp hastasının bile isteye kendine zarar verecek bir aksiyonda bulunması tolere edilemezse, bir ırkçının da bunu söyleme hatta eyleme geçirmesi tolere edilemez, edilmemeli. Kendisi de derhal tedavi edilmeli çünkü maalesef bulaşıcı bir rahatsızlığı var bence.

 

İstanbul’daki müzik hayatında tiyatro oyunları ve kısa filmlere müzik yapıyordun. Seçme şansı tamamen sende olsa bugün hangi yönetmenin yeni filmine müzik yapmak isterdin? Neden?

Ülke sınırlaması yapmamanı avantaja çevirerek, Darren Aronofsky ile başlamak isterim. Sadece yeni filmine müzik yapmak değil; Pi‘de, Requiem‘de (for a dream), Black Swan‘da, hatta en çok Fountain’da Clint Mansell çalışırken odada bulunmayı, etrafı süpürmeyi de çok isterdim. Bence ikisi de birbirinin ne anlattığını anlıyor ve üstelik kendi dillerinde birbirleriyle konuşuyorlar. Madem çıtayı Darren Aronofsky’den açtık, kim Lucas veya bir Nolan filminde kendi yaptığı işi görmek istemez ki? Finlandiyalı yönetmenleri de henüz yeni yeni tanıyorum. Ama mutlaka burada da bir yönetmenle çalışıp kendi perspektifimi genişletmek, onlara da farklı bir perspektiften bakan bir şeyler sunmak isterim.

Ülkede ise bazı filmlerde bazı sahneler var, ah keşke burada benim bi katkım olsaydı dediğim sahneler. Tolga Karaçelik‘in Kelebekler’indeki cenazedeki astronot sahnesi, Orçun Benli’nin Gelincik’indeki telefon kulübesi sahnesi bunlardan bazıları. Yıllar yıllar önce bağımsız işlerde çalıştığım Osman Kaya ve Ahmet Karaman ile yeni bir bağımsız filmde çalışmak isterim. 20 yıl önce nasıl çalışıyorduk, şimdi nasılız, görmek açısından değişik bir tecrübe olurdu.

 

Kuzey Avrupa’yı son yıllarda “nordic noir” adı verilen karanlık polisiye temalı kitap, dizi ve filmlerle anıyoruz. Kuzey Avrupa müziği denince de aklımıza metal, metal türevleri geliyor. Ve tabii ki yerli ve milli Finlandiya trolleri Lordi… Şu an yaptığın oraya burayı anlatmak ama Türkiye’dekilere Finlandiya’yı anlatacak olsan, neler anlatırdın? Neleri gözden kaçırıyoruz?

Hem Finlandiya hem diğer İskandinav ülkeleri, birçok farklı türe de açık ve istekliler. Bilgisayar almaya girdiğim dükkânda, Türkiyeli olduğumu duyduğunda bana Selda Bağcan döneminden farklı soundlar soran bir satış görevlisi ile 70’ler Türkiye pop müziği ve Anadolu rock tartışması yaparken buldum kendimi mesela. Üstelik burada tanımadığın biriyle sohbet etmenin ne kadar nadir bir durum olduğunu tahmin edebilirsiniz. Özetle evet metal önemli ancak sadece metal değil konu. Noise’dan caza farklı farklı türlere apaçık bir kültür var burada.

Ne kaçırıyorsunuz sorusunun ilk cevabı tabi ki müzikal… Caz seviyorsanız Esbjorn Svenson (İsveç), Agnes Obel (Danimarka), elektronik müzik / future garage’da Gidge (İsveç) , Kasperg (Finlandiya), Olafur Arnalds (İzlanda), Trentemøller ( Danimarka), Röyksopp ( Norveç), Hip hop’ta Pastor Pike (Finlandiya), Kingfish (Finlandiya) önerebileceğim isimler… Esbjorn, Olafur ya da Gidge hiç dinlemediyseniz bence okumaya hemen bir ara verin, pişman olmazsınız.

Müzikal olarak Finlandiya’yı ben nasıl anlatırım bilemiyorum. Bu ihtiyaç bir gün mutlaka olacak ve muhtemelen en az bir şarkı ile vücut bulur diye tahmin ediyorum. Ama sanırım henüz bunun için burası hakkında öğrenmem gereken çok şey var. Biraz erken gibi sanki… Üzerinde çalıştığım birşey var şu an. Yine Türkiye’den bir sahne aslında… Bir apartman… O apartmanın ve çevresinin zaman içerisinden bir kesitinin buradan nasıl göründüğünü anlatmak hedefindeyim. Biraz biraz eli ayağı belli oldu gibi… Bakalım her an tamamı da bitebilir, “ne apartmanı ulan! müteahhit miyim ben?” deyip çöp kutusuna da transfer olabilir. Zaman gösterecek…

 

2020 yılında İstanbul’daki son gününde çektiği bir fotoğraftan esinlenerek İstanbul özlemiyle yaptığın son işin “Made in Pain” altyapısında olmasa da adıyla arabesk bir ruha sahip. İnsan Batı’ya gittikçe içindeki Doğu ile daha fazla mı yüzleşiyor? Bu şarkı hangi hislerle yapıldı?

Aslında şarkı acıdan çok özlem ile yapıldı. En azından şarkıda bahsedilen acı benim acım değildi. Yaşadığım semtteki son günümdü. Evde kalan son kutuları ve birkaç lüzumsuz eşyayı kısım kısım çöp kutusuna taşıyordum. Bu sırada bir geri dönüşüm işçisi ile karşılaştım. Arabasındaki çuvalda “Made in Spain” yazıyordu ancak S harfinin üzerinden arabanın demiri geçmişti ve yazı “Made in Pain” olarak okunuyordu. Üstelik CE belgeliydi. Hani bazen özel bir anda olduğunuzu hissedersiniz ya… Öyle bir andı. Telefonu çıkarıp özensiz bir fotoğraf çektim. Şarkı o anda hazırdı gökyüzünde bir yerlerde. Geriye iki senede hazır olanı somutlaştırmak kaldı. Birçok kez düğümlendi mesela şarkı… Az daha o da çöp kutusuna gidiyordu.

O sırada Bahadır Kartal şarkıyı dinleyip gitarları çaldı gönderdi ve her şey birkaç günde çözümlendi. Mastering için Barış Ergün‘e gönderdiğimde, tüm kanalları çok kısık kaydettiğimi fark ettik. İnanılmaz tereddüt etmişim ben bile farkında değilim. Böyle durumlarda arkanızı yaslayabileceğiniz Barış gibi biri olması çok önemli. “Yaptığın doğru devam!” ya da “Böyle olmaz, saçmalama” dediğinde fikrine güvenebileceğiniz birinin olması… Nihayetinde şarkıyı saniyelik dilimlerde binlerce kez dinliyorsunuz zaman zaman ve perspektifinizi kaybedebilirsiniz kolaylıkla ya da kulağınız yorulabilir.

Özetle galiba “Made in Pain” hasret, hatırlama ve tereddütle yapıldı.

 

Corona virüsü son 1 yılımızı hakimiyeti altına aldı. Sen bu durumdan nasıl etkileniyorsun? Bu kısıtlanma ve kapanma hali müziğine nasıl yansıyor? Yoksa Gezi gibi onun da etkilerini yıllar sonrasının kültür sanat üretimlerinde mi görebileceğiz?

Hayatımı kazandığım iş açısından çok fazla etkilenmiyorum açıkçası. Çünkü işim evden de yapılabilecek bir iş. Müziğe olan etkisi elbette yadsınamaz. Herhangi bir şeyi yaptığım yer, oda, alan çok önemli benim için. Müzik yaptığım masa duvara bakamaz asla ve o masada bana güzel bir şeyler hatırlatacak objeler olmalı. Korona maalesef alanlarımızın darlığı ile sınadı bizleri. Bu da elbette müziğe yansıyor, yansıyacak bir şekilde. Ghafull isimli bir dijital label oluşturduk Corona’dan hemen önce… Şu an tüm projelerimiz beklemede… Eve kapanmanın tek iyi yanı; eşim Başak Yetgin iyi bir caz/soul dinleyicisi hem de iyi bir vokalisttir. Evde birlikte çalışmak zorunda olduğumuzdan müzik açıldığında ondan yeni iyi işler öğrenebiliyorum. Bazen kendisi de söylüyor. Ofiste olsam kaçıracağım zamanın yavaşladığı anlar olacaktı o anlar.

Bu sürecin eserlere yansımasının Gezi kadar gecikeceğini sanmıyorum çünkü pandemiyi konuşmak tabu değil. Mesela Corona ile ilgili bir film yapsanız Gezi ile ilgili yapacağınız eserden daha fazla salon bulacak, daha fazla kitleye ulaştırma şansına sahip olacaksınız. Bu da eser yaratıcılarını da yapımcıları da mekân sahiplerini de daha az kaygıyla iş üretmeye sevk edilecektir bence.

 

İLGİLİ HABERLER

“Filmde yönetmeni görünmez hale getirmek istedim”

Karanlık ve melankolik: JOY EXIT

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-24 00:14:44