Ben Affleck travmasının ardından Daredevil beklentileri karşıladı mı?
Daredevil, Ben Affleck ve Mark Steven Johnson tarafından öyle bir mahvedilmiş ki tekrar insan içine çıkması tam 12 sene aldı. Netflix olmasa belki de hala böyle bir seri olmayacaktı.
Dizi, Matt Murdock’ın çocukluğunda geçirdiği, kör olmasına neden olan kaza ve karakteri hızlıca tanımamız için bir günah çıkarma sahnesiyle başlıyor. Bu yavaş başlangıç, Daredevil’den beklentilerle örtüşüyor diyebiliriz, yani sıkıcı ve ilk bölümden bıktıracak bir tempoyla fakat dizinin devamında, Matt Murdock (maskeli adam, siyah giyen adam) insan trafiği için kaçırılmış kadınları kurtarmak üzere tersaneye gidiyor. Bu sahnede kullanılan ışık, mekan ve çok iyi tasarlanmış dövüş sahnesi diziye bir anda sınıf atlatıyor. Hatta dizinin ilk sezon itibariyle ‘en iyi aksiyon sahnelerine sahip dizi’ iddiasında bulunabileceğini söylemek mümkün.
Tür sineması konusunda ne kadar usta olduğunu Cabin in the Woods ile kanıtlayan Drew Goddard, bu sefer aksiyon türüne yöneliyor. Dizilerin The Dark Knight serisi olmayı hedefleyen Daredevil, karanlık atmosferiyle bu amaca doğru adım atıyor ve Arrow, Flash, S.H.I.E.L.D gibi dizilerin önüne geçiyor. Matt Murdock’ın ışığa ihtiyaç duymaması, evinin aydınlatmasından, dizinin tamamına yayılıyor. Fakat, bu kadar karanlık bir atmosferde, Daredevil’in insanları öldürmeyi reddetmesi inandırıcılıktan uzak kalıyor. Döverek serbest bıraktığı adamlar ya onun karşısına bir daha çıkıyor ya da ona sorun çıkarmaya devam ediyor. Anti-heroların bu kadar revaçta olduğu bir dönemde bu seçim Daredevil’in çekiciliğini azaltıyor.
Gerçekçi ortamdan diziyi kopartan sadece bu da değil. Karikatürize, tek boyutlu karakterler de on üç bölümün aynı anda servis edildiği Netflix felsefesiyle oluşan sinema havasından uzaklaşarak daha çok bir çizgi-film etkisi yaratıyor. Bazı ‘kötü’ adamlarda bu durum belki görmezden gelinebilir fakat Matt Murdock’ın ortağı Foggy ve sekreterleri Karen Page (Deborah Ann Woll)’in bu kadar tek boyutlu olması kabul edilemez diyebiliriz. Matt Murdock’ın evi ne kadar karakterliyse, Karen Page’i ilk olarak gördüğümüz evi bir o kadar karaktersiz. Page, bir site içinde yer alan, kopya evlerden birinde yaşıyor. Bildiğimiz tek özelliği kolay vazgeçmeyen bir karakter olması. Foggy’nin evini dahi görmüyoruz ve tek bildiğimiz özelliği iyi bir insan olması.
Buradan kurulmak istenen aşk üçgenine geçelim, çizgi romanlardan bildiğimiz kadarıyla, Karen Page, Foggy ve Matt Murdock arasında bir aşk üçgeni var. Dizide de bunu Karen Page’in ‘Matt acaba beni nasıl görüyor?’ sorusundan anlıyoruz. On üç bölüm boyunca Karen Page ve Matt Murdock arasında bir yakınlık kurulamaması ve sadece dialog üstünden seyirciye bu ilişkinin anlatılmaya çalışılması senaryonun en zorlama olduğu noktalardan biri. Matt Murdock’ın gizli karakterini ilk öğrenen karakter Claire Temple (Rosario Dawson) ile arasındaki bağ ise çok doğal oluşuyor ve ikisinin arasında geçebilecek bir aşk hikayesine kendini inandırıyor. Bu tarz uyarlamalarda biraz da senaryonun kendiliğinden oluşturduğu ilişkilerin takip edilmesi gerekiyor. Karen Page ve Matt Murdock arasındaki garip ilişki dizinin ilerleyen sezonlarında da kurulabilirdi.
Tek boyutlu karakterlerden dizinin en iyi yarattığı karaktere yani Wilson Fisk’e geçelim. Türkiye’de de oldukça sert yaşadığımız soylulaştırma projeleri dünyanın bir çok bölgesinde de yaşanıyor. Yakın zamanda izlediğimiz farklı ülkelerden bir çok filmde de bu girişimlerin yarattığı etkiyi görebiliyoruz. Daredevil de New York’ta gerçekleşen soylulaştırma projeleri üzerine aksını kuruyor. Wilson Fisk, bu dönüşüm projelerini gerekli gören, şehri kurtardığını, daha iyi bir yer haline getirdiğini düşünen bir karakter. Drew Goddard, kendini ‘iyi bir insan’ olarak tanımlayan bu dönüşüm yanlılarının nasıl insanlar olduğunu düşünerek Wilson Fisk karakterini yaratmış. Türkiye’de, içinde yaşadığımız talan kültürü içinde, gerçek Wilson Fisklerin arasında yaşıyoruz, dolayısıyla Fisk’in karakteri bizim için biraz daha ilgi çekici hale geliyor. Fisk, kendisine karşı gelenleri itibarsızlaştırmak için sahte delil üreten, ciddi tehdit hissettiğinde üslubunu sertleştiren, arasıra fevri çıkışları olan ve ayrıştırıcı bir dil kullanan, deli bir adam.
Bu deliliği de çocukluğunda yatıyor. On üç bölümlük dizinin en sıkıcı ve gereksiz tarafı Matt Murdock’un flashbackleriyse, en ilginç taraflarından biri de Fisk’in flashbackleri oluyor çünkü Türkiye’nin en azılı Fisk’i çocukluğunda ne yaşamış olabilir biraz da o soruya cevap veriyor (Fisk TR’nin annesi geçtiğimiz yıllarda eceliyle öldü ama babasına ne oldu bilen var mı?). İlk üç bölüm boyunca yüzünü görmediğimiz Fisk’i ilk olarak bir tabloya bakarken görüyoruz. ‘Karda gezen Beyaz Tavşan’ isimli tabloya bakan Fisk, kendisini yalnız hissettiren bu tabloyu satın alıyor. Fisk’in karakteri kısa bir sahneyle tanıtılıyor. Fisk’in flashback sahnelerinde anne ve babası kavga ederken bu tabloyu andıran duvara bakıyor olması tabloyu daha anlamlı kılıyor. Bu iki sahne, birkaç bölüm boyunca Matt Murdock’un karakterini anlatmaya çabalayan sahnelerin çok önünde. Ayrıca Fisk’i canlandıran Vincent D’Onofrio dizinin açık ara en iyi casting seçimi. Ses kullanımı, kalıbı, ve birkaç duyguyu aynı anda yansıtmayı başaran oyunculuğu ile sinemaya da direk geçiş yapabilecek bir karakter izliyoruz sayesinde.
Daredevil, her ne kadar 2003 yapımı filmin oldukça önünde bir yapım olsa da IMDB notu olarak aldığı 9.3’lük bir yapım değil. İzlemesi keyifli fakat türe yeni bir şey katmayan, ortalama üstü bir dizi. Marvel, DC yapımı dizileri takip edenlere ve kaliteli aksiyon dizisi izlemek isteyenlere gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim.