Kanadalı yazar Margaret Atwood’un romanı Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale) ‘nün tekrar MGM/Hulu tarafından çekilerek gösterime girmesi üzerine yazdığı yazı, New York Times’da yayımlandı. Bu anlamlı yazıyı Emre Akaltın çevirisiyle yayımlıyoruz.
1984 baharında başlangıçtaki adı Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale) olmayan bir roman yazmaya başladım. Çoğunlukla sarı not defterlerine el yazısıyla hızlı hızlı yazdım, sonra bu okunması zor kargacık burgacık yazıları kiraladığım büyük bir Alman alfabeli manuel daktilo ile temize çektim. Daktilo Alman malıydı çünkü o sıralar hâlâ Berlin Duvarıyla çevrili olan Batı Berlin’de yaşıyordum. Sovyet İmparatorluğu hâlâ tüm gücüyle yerindeydi ve ufalanmasına bir beş yıl daha vardı.
Her pazar Doğu Alman Hava Kuvvetleri, bize ne kadar yakın olduklarını hatırlatmak için sonik patlamalar yapardı. Demir Perde’nin arkasındaki çeşitli ülkeleri ziyaretlerimde —Çekoslovakya ve Doğu Almanya — ihtiyat, takip ediliyor hissi, sessizlikler, konu değiştirmeler ve insanların bilgi iletmek için kullandığı dolambaçlı yolları tecrübe ettim ve bunlar yazmakta olduğum şeye tesir etti.
‘’Bu eskiden şuna aitti… ama sonra yok oldu.’’
1939’da doğup İkinci Dünya Savaşı’nda bilinç kazanan biri olarak, kurulu düzenlerin tek gecede ortadan kaybolduğunu biliyorum. Değişim, yıldırım kadar hızlı olabilirdi. ‘’Burada olamaz o’’ güvenilebilecek bir şey değildi: Koşullar göz önüne alındığında, her şey her yerde olabilirdi. 1984’e kadar bir ya da iki yıl boyunca romanımdan kaçtım. Bana tehlikeli bir girişim gibi geliyordu.
1950’lerdeki lise yıllarımdan beri kapsamlı olarak bilimkurgu, spekülatif kurgu, ütopya ve distopyalar okudum, fakat kendim hiç öyle bir kitap yazmamıştım.
Yazacak mıydım?
Form türlü tuzaklarla dağılmıştı, aralarında vaaz vermeye eğilim, alegoriye kaçma ve akla yatkınlıktan yoksun olma durumu vardı. Eğer hayali bir bahçe yaratacaktıysam, içerisindeki şapkalı mantarların gerçek olmasını isterdim.
Kurallarımdan biri, kitabın içine, James Joyce’un dediği gibi tarihin ‘kabusunda’ gerçekleşmemiş olan hiçbir olayı, şu anda kullanılmayan hiçbir teknolojiyi koymamaktı.
Hiçbir zamazingo, hiçbir hayali kanun, hiçbir hayali gaddarlık.
Tanrı detaylardadır, derler… Şeytan da öyle.
1984’e dönersek, ana dayanak — bana bile — iyiden iyiye şoke edici görünmüştü.
Okuyucuları, Birleşik Devletler’in kendini vaktiyle bir liberal demokrasiden hayal gücü zayıf bir teokratik diktatörlüğe dönüştüren bir darbeden muzdarip olduğuna ikna edebilir miydim?
Kitapta Anayasa ve Meclis bulunmuyor:
Gilead Cumhuriyeti, bildiğimizi düşündüğümüz günümüz Amerika’sının her zaman altında yatmış olan 17. yüzyıl Püriten köklerinden kurulmuş.
Kitabın şimdiki konumu Cambridge, Mass, Harvard Üniversitesi’nin, yani önceden bir Püriten teolojik papaz okulu olup şu anki liberal eğitim kurumlarının öncülerinden olan Harvard’ın yurdu. Gilead’ın Gizli Servisi, yığınlar içinde New England atalarımı ve Salem büyücülük davalarını araştırırken saatlerimi harcamış olduğum Widener Kütüphanesi’nin içinde.
Harvard duvarının idam edilmiş bedenlerin sergilendiği bir alan olarak kullanılmasından bazı insanlar hakarete uğramış sayılırlar mı? Romanda nüfus, toksik çevre koşullarından erimekte ve yaşayabilecek bebek sahibi olma olasılığı çok düşük. Bugünün gerçek dünyasında, çalışmalar Çinli erkeklerde doğurganlığın şiddetli bir şekilde düştüğünü gösteriyor.
Totalitarizm altında — ya da elbette herhangi keskin hiyerarşik toplumda — yönetici sınıf değerli şeyleri tekeli altına alıyor, böylece rejimin elitleri kendilerine tahsis edilmiş doğurgan kadınları Besleme (Damızlık) olarak alıyor.
Hikayenin İncil’deki örneği Yakup ve iki karısı Rachel ve Leah ve onların iki beslemesi. Bir adam, dört kadın, 12 oğlan — ama beslemeler çocukları talep edemiyor.
Çocuklar Yakup’un karılarına aittir.
Ve hikaye çözülür.
“Damızlık Kızın Öyküsü’’ne başladığımda kitabın adı, ana karakterin adı olan “Offred” idi.
Bu isim erkek ismi olan ‘’Fred’’ ve Fransızcadaki ön ek olan ‘’ait olmak’’ anlamına gelen ‘‘de’’ ya da Almancadaki ‘’von’’, yahut İngilizcedeki soyadlardaki “son” — örneğin Williamson — gibi bir son ekten oluşuyor.
Bu isim içinde başka bir ihtimal gizli:
bir dinsel sunuyu ya da bir mağdurun kurban edilmek için sunulmasını simgeliyor.
Baş karakterin gerçek adını neden hiçbir zaman öğrenemiyoruz, diye bana sıkça sorulmuştur.
Çünkü, diye cevaplıyorm, tarih boyunca pek çok insan ya adını değiştirdi ya da gözden kayboldu.
Bazıları Offred’in gerçek adının June olduğu sonucuna vardı çünkü beslemelerin arasında lisede/yatakhanede fısıldanan isimlerden June tekrar görünmeyen tek isimdi.
Bu benim asıl fikrim olmasa da uygun, okuyucular dilerlerse bunu kabul edebilirler.Yazarken bir noktada romanın adı, Chaucer’ın Canterbury Tales‘inin şerefine, ayrıca da peri masalları ve halk masallarını referans alarak The Handmaid’s Tale, (Damızlık Kızın Öyküsü) olarak değişti.
Öykü, ana karakter tarafından anlatılırken — sonrası ya da uzaktan dinleyiciler için — dünyayı sarsan olayların olduğu öyküleri anlatanlarınkine benzer, inanılmaz, fantastik olanın katılımıyla sürüyor.
Yıllar boyu, The Handmaid’s Tale birçok biçime girdi.
40 ya da daha fazla dile çevrildi.
1990 yılında filme çekildi. Operaya ve baleye dönüştürüldü.
Çizgi romana dönüştürüldü.
Ve nisan 2017’de öykü MGM/Hulu tarafından televizyon dizisine çevrildi.
Dizide ben de küçük bir rol aldım.
Yerlerini ve görevlerini bilmeleri, hiçbir gerçek hakları olmadığını anlamaları ama boyun eğerlerse belirli bir noktaya kadar korunacaklarını bilmeleri, belirlenmiş kaderlerini kabul etmeleri ve başkaldırmamaları ya da kaçmamaları gerektiğini, eski kimliklerinden feragat etmeyi öğrenmeleri gerekiyor.
Beslemeler daire şeklinde oturur, ellerinde şok silahı olan Teyzeler onları ‘’sürtük-utandırma’’ya katılmaları için zorlar. Bu sırada Jeanine’e ergenliğinde nasıl toplu tecavüze uğradığı anlattırılıyordu. Onun hatasıydı, onları ayarttı ve bu, Beslemeler’in tezahüratına dönüştü.
Bu yalnızca bir televizyon şovu olup kahve molasında kıkırdayabilecek aktrisler tarafından canlandırılıyorsa ve ben de ‘’yalnızca –mış gibi yapıyorsam’’ da bu sahneyi korkunç derecede üzüntü verici buldum. Tarih için de olduğu gibi, çok fazlaydı bu kadarı. Evet, kadınlar diğer kadınlarla birlik olacak. Evet, onlar, diğerlerini kancadan uzak durmakla itham edecek: Bu, grup kaynaşmalarına yol veren ve sosyal medya çağında gündelik olarak gördüğümüz bir şey. Evet, onlar seve seve diğer kadınlar için pozisyon alacaklardır, hatta — ve ihtimalle, özellikle — kadınların bir bütün olarak zayıf oldukları sistemlerde: Her güç görelidir ve zor zamanlarda hangi miktarda olursa olsun hiç yoktan iyidir.
Teyzelerden bazıları inançlı kişilerdi ve Beslemelere iyilik yaptıklarını sanıyorlardı: En azından toksik atığı temizlemeye gönderilmiyorlardı ve en azından bu cesur yeni dünyada tecavüze uğramıyorlardı, aynı şekilde, yabancılar tarafından. Bazı Teyzeler sadistlerdi. Bazıları fırsatçıydı. Ve 1984 feminizminin yerleşik hedeflerini almakta— anti-porno kampanyası ve cinsel saldırı konusunda daha güvenli olma konusunda — ve bunları kendi avantajlarına çevirmekte hünerliydiler. Dediğim gibi: gerçek hayat.
Bu, beni, bana sıkça sorulan üç soruya getiriyor:
Damızlık Kızın Öyküsü bir feminist roman mı?
Eğer bütün kadınların melek ve/ya da kurbana dönüştürüldüğü ve bu sebeple kendi iradi seçimlerini yapmakta aciz olduklarını kabul eden bir ideolojik sistem anlamında soruyorsanız, hayır. Eğer — her türlü karakterleri ve davranışlarıyla — kadınların ilgi çekici ve önemli insanlar olduğu ve tema, yapı ile olay örgüsü anlamında başlarına gelen her şeyin hayati olduğu bir romanı kastediyorsanız, o zaman evet. Bu anlamda pek çok kitap feministtir.
Neden ilgi çekici ve önemli? Çünkü kadınlar gerçek hayatta ilgi çekici ve önemli. Kadınlar doğanın sonradan tasarladığı değiller, insan yazgısında ikincil oyuncular değiller ve her toplum bunu her zaman bildi. Kadının doğum yapma yetisi olmasaydı insan popülasyonu tükenirdi. Bu sebeple kadınlar, kızlar ve çocuklar uzun süredir kitlesel tecavüze uğruyor ve cinayete kurban gidiyor; soykırım savaşaları, baskı ve popülasyonun sömürüldüğü diğer kampanyaların hedeflerinden biri bu. Bebeklerini öldürmek, kendi bebekleriyle, kedilerin yaptığı gibi, bebeklerini değiştirmek; kadınlara yetiştirmeleri için paraları olmasa da çocuk doğurtmak ya da kendi amaçları için bebekleri aldırmak, bebek çalmak — bunlar çok yaygın, eski bir motif. Kadınları ve bebekleri kontrol etmek dünya üzerindeki her baskıcı rejimin bir özelliği olageldi. Napoleon ve onun ‘’ölüme giden askerleri’’, kölelik ve onun her zaman yenilenen insan üretimi — ikisi de buraya uyuyor. Çocuk doğurma zorunluluğunu savunanlara şu sorulmalıdır:
Bundan kim çıkar sağlıyor? Bazen bu sektör, bazen diğeri. Asla birisi değil.
Sıkça çıkagelen ikinci soru: Damızlık Kızın Öyküsü din karşıtı mı?
Yine, bu ne anlamda sorduğunuza bağlı. Doğru, bir grup otoriter adam kontrolü ele geçirir ve içinde kadınların (19. Yüzyıl Amerikan kölelerininki gibi) okumasının yasak olduğu ataerkilliğin aşırı bir versiyonunu geri getirmeye kalkışır. Dahası, kadınlar para kullanamaz ya da ev dışında iş sahibi olamaz, İncil’deki bazı kadınların aksine. Rejim, Amerika’yı devralan her otoriter rejim gibi incilden semboller kullanır: Bunlar Komünist ya da müslüman olamaz.
Gilead kadınları tarafından giyilen gösterişsiz kostümler Batı dinsel ikonografisinden alınmıştır — Karılar (The Wives) Bakire Meryem’den alınan saflığın mavisini giyerler, Beslemeler doğurganlık temsili kırmızıyı giyerler, bu da ayrıca Mecdelli Meryem’den alınmıştır. Ayrıca, kaçmanız durumunda kırmızıyı görmek daha kolaydır. Adamların karıları sosyal ölçekte alçalıyor, onlara Ekonokarılar (Econowives) deniyor ve çizgili kumaşlar giyiyorlar. İtiraf etmem gerekir ki yüzü saklayan başlıklar sadece Viktorya döneminin ortalarındaki kostümlerden ve dönemin rahibelerinden gelmiyor, ayrıca beni çocukluğumda çok ürküten, kadınları yüzü kapalı resmeden 1940’ların Old Dutch Cleanser paketlerinden geliyor. Pek çok totalitaryanizm, giyimi, hem yasaklarla hem de zorlamalarla, insanları kimliklendirmek ve kontrol etmek için kullanmıştır — sarı yıldızları ve Roma morunu düşünün — ve pek çoğu dini bir cephenin arkasından yapmıştır bunu. Bu, kafir yaratmayı kolaylaştırmıştır.
Kitapta, baskın ‘’din’’ dogmatik kontrolü ele geçirmek için hareket ediyor ve bize yakın dinsel tarikatlar yok ediliyor. Tıpkı Bolşeviklerin, Menşevikleri politik yarışta saf dışı etmek için yok etmeleri gibi ve Kızıl Muhafızlar hizipleşip birbiriyle savaşarak ölürken, Katolikler ve Vaftizler hedef gösteriliyor ve saf dışı ediliyor. Dostların Dini Derneği (The Quakers) yeraltına inmişler ve Kanada’ya kaçış yolunda koşuyorlar, — şüphe duyarım — ama yapabilecekleri bu olduğu için. Offred‘in kendisinin de bir Lord’s Prayer (Göklerdeki Babamız Duası) var ve bu rejimin adaletli ve merhametli bir Tanrı tarafından himaye altında olduğuna inanmayı reddediyor. Günümüzün gerçek dünyasında, bazı dini grupların, kadınlar dahil tehlike altındaki grupları koruma altına almak için öncüsü oldukları hareketler var.
Yani kitap ‘’din karşıtı’’ değil. Dinin tiranlık için bir cephe olarak kullanılmasına karşı; ki bu topyekun farklı bir şeydir.
Damızlık Kızın Öyküsü’ kehanet midir?
Bu bana sorulan üçüncü soru — giderek, Amerikan toplumu içindeki güçler iktidarı ele geçirdiğinden ve kanunları hükme bağlayarak yapmak istediklerini söyledikleri şeyleri cisimleştiriyorlar. Hayır, kitap bir kehanet değil, çünkü gelecek hakkında tahminde bulunmak aslında mümkün değil: Çok fazla değişken ve umulmadık ihtimaller var. Haydi bunun bir anti-kehanet romanı olduğunu söyleyelim: Eğer bu gelecek detaylıca tasvir edilebilirse, belki gerçekleşmeyecek. Ama böyle arzulu düşünme bel bağlanılıcak bir şey değil yine de.
Çok farklı zor durumlar besledi Damızlık Kızın Öyküsü’nü — toplu idamlar, tüketim kanunları, kitap yakılmaları, SS’in Lebensborn programı, çocuk hırsızlığı yapan Arjantinli generaller, köleliğin tarihi, Amerikan poligamisinin tarihi… liste uzun.
Bu biz bütün yazarların başladığı yer: okumak
Ama burada sözünü henüz etmediğim bir yazınsal form var: tanıklığın edebiyatı. Offred kendi öyküsünü yapabileceği en iyi şekilde kayda alıyor; ve sonra, daha sonra bunları anlamakta ve paylaşmakta özgür olacak biri tarafından keşfedileceğini umarak kayıtları saklıyor. Bu bir umut eylemi: Kayda alınmış her öykü gelecekteki bir okuyucuyu imler. Robinson Crusoe günlük tutardı. Aynı şekilde Samuel Pepys de Büyük Londra Yangını’nın tarihini tutmuştu. Kara Ölüm zamanlarında yaşamış pek çokları da kayıt tutarken aniden durdularsa da, onlar da aynısını yaptı. Roméo Dallaire de aynı şekilde, hem Ruanda soykırımını hem de dünyanın buna olan kayıtsızlığının tarihini yazdı. Anne Frank da…
Offred’in kayıtlarını okuyan iki kitle var: birincisi kitabın sonunda, gelecekteki bir akademik konferansta, okuma özgürlüğü olan ama her zaman o kadar da empati kuramayanlar; ve kitabı istediği zaman okuyacak olan bireysel okuyucu. Bu ‘’gerçek’‘ okuyucudur, her yazarın onun okuması için yazdığı Sevgili Okuyucu’dur. Ve pek çok Sevgili Okuyucu yeri geldiğinde yazara dönüşecektir. Bu biz bütün yazarların başladığı yer: okumak. Biz, bize konuşmakta olan bir kitabın sesini duyduk.
Yakın zamandaki Amerikan seçimlerinde, korkular ve anksiyeteler tomurcuklandı. Temel yurttaş özgürlükleri tehlikeye atılmış gibi görünüyor, bununla birlikte — ki aslında önceki yüzyıllara dayanan — önceki onyılların kazanımı olan kadın hakları da. Ayrılık çıkaran, pek çok grup için tüm çizgilerden aşırılıkçıların demokratik kurumlara karşı öfkelenmesine ve onları hor görmelerine neden olan bu iklimde, şu kesindir ki birisi, bir yerde — çokları, tahminimce — ne olduğunu kendisi deneyimlemekteyken yazıyordur. Ya da hatırlayacaklardır ve sonrasında yapabilirlerse kayda geçireceklerdir.
Mesajları baskı altında ya da gizlenmiş mi olacaktır? Bulunacaklar mıdır yüzyıllar sonra, eski bir evde, bir duvarın ardında?
Umalım ki bu noktaya kadar gelmesin. Böyle olmayacağına güveniyorum.