A password will be e-mailed to you.

Şu sıralar İtalya Venedik’teki iki dev solosuyla adından söz ettiren ve yeniden doğduğu müjdelenen İngiliz sanatçının 2007 yılında Sanatıma Giden Yol başlıklı Guardian makalesini yeniden okumak için iyi bir zaman olduğunu düşünüyoruz. Emre Akaltın‘ın çevirisi sayesinde sanatına uzun bir ara verdikten sonra Venedik’te iki sergisinde yarattığı ilginç mitolojisiyle ilgili düşüncelerimiz çoğalabilir. Onu para kazanmaya çalışmak, ticari olmakla ve kolayı seçmekle suçlamak yerine… 

 

David Sylvester’ın Francis Bacon’la olan söyleşilerini, çok neşeli ve canlıyken tam on altı yaşımda ilk okuduğumda hayatım değişmişti; söyleşiler benim için sanata giden yoldu. Tekrar tekrar okudum, bir solukta okudum söyleşileri, İncil’e inanan biri için nasılsa, öyle.

Başlangıç için, bunlar anlamlarını çözmek için sözlüğe ihtiyaç duymadan okuduğum ilk sanat metinleriydi. Yalnızca resim sanatının tarihi anlamında değil, resmin geleceği için de çok yaratıcılardı. Bunlar ayrıca, tartışmaya açık bir şekilde tek bir sanatçı ile yürütülmüş en açıklayıcı söyleşiler olup 20. yüzyıl sanatı çalışmalarına en büyük katkılardan biriydi.

Elbette, öncesinde zaten Bacon’ın resimleri tarafından çok etkilenmiştim – reprodüksiyonlarına rastladıkça, gerçek hayatta çok azını görmüş olsam da.

Genç ve ahmakça romantiktim. Onun acımasız gerçekliği dehşet vericiydi. Yani kaza, icat, şiddet ve soyutlama fikirleriyle, samimiyetle kucaklayan bu söyleşiler bana bir kapı açtı. Onları okumadan önce, bir ressam olarak katkımın olmayacağını hissettim, çünkü çok fazlası zaten yapılmıştı; ama sonrasında coşkulu hissettim ve her şey mümkün göründü. Pek çok yeni fikir tartışılmıştı söyleşilerde ve ben bir sanatçı olma isteğime karşı koyamıyordum –onları yalnızca okumak bende resim yapma isteği uyandırdı. Söyleşilerden aldığım mesaj, resim yapmanın herkes için mümkün olduğuydu; bir deha olmanız ya da eğitimli olmanız gerekmez, sadece inanmanız ve her şeyinizi ona vermeniz gerekir.

Bir sanat eleştirmeni olan David Sylvester’ın Bacon’la dostluğu 1950’lerde başlamış. Bilinen bir ifade olarak, Sylvester’ın diğer yazarlardan daha küçük sözler kullanarak, diğerleri kadar ödeme almayı beklediği söylenir. Bilgeliğin altın parçalarını her seferinde yerinden oynatarak, Bacon’ı eşit ölçüde sorgulamış olan Sylvester’ın güven vericiliği onun eşsiz bir yeteneği. Bacon’ın kasvetli havası ve şiddeti; dünyanın bir biçimi olarak gören Hobbesçu bakışına rağmen söyleşileri bir imkanlar dünyası açıyor ki bu şaşırtıcı biçimde iyimser ve neşeli.

Sylvester ve Bacon, dil ve anlam için ortak arayışlarında dibine bakılmadık taş bırakmamışlar, ressamların sorunlarını ve mevzuların değişen rolünü ressamca çözümler için tartışmışlar. Hobbes’un Leviathan’ını satın aldım çünkü birisi bana Bacon’ın fikirlerinin çoğunun oradan geldiğini söylemişti.

O zamanlar bağlantıyı tam kuramamıştım, yine de bazı güzel ve nahoş alıntılamalar yaptım: “Sanat yok; edebiyat yok; toplum yok; ve hepsinden de kötüsü, süreğen korku ve vahşi bir ölüm tehlikesi: ve insan yaşamı, kimsesiz, fakir, iğrenç, hayvanca ve kısa”. İşimde kullanmış olduğum bazı diğer ifadeler iyi bir Hobbesçu tınlamaya sahip: “Doğarız, etrafa bakınırız, ölürüz.”

Bacon’ın resimlerini keşfedene kadar daha ziyade albüm kapaklarıyla ilgiliydim –resimler, kara ve tehditkar, kafamda takılmış duruyor, yorumlama için meydan okuyorlardı. Bacon’ın ilk resmini (1946) New York’taki MoMA’da gördüğümde birdenbire fark ettim ki, şemsiye gibi gündelik bir nesne sanatçının elinin altında ölüm korkusuyla dehşete düşürecek şekle gelebiliyormuş. Çağdaş bir nesne kullanıyordu Bacon –tehditkar figürü kefenin arkasında saklıyor –derinlikli karanlık bir sembol ortaya koyuyor. Head II (1949)’yi gördüğümü hatırlıyorum, kulağı tuvale o kadar çok kez çizmiş ki, resim neredeyse bir heykel gibi üç boyutlu oluvermiş. İşte bu, benim için resim sanatının gerçek dünyaya bağlandığı zorlu bir andı.

Beatles’ı öğrendiğim zamanki gibiydi. Her zaman Beatles’ı Picasso’dan üstün tutmuştum ve Bacon bana tam orada Beatles’la birlikte duruyor gibi görünmüştü. Neticede, resme ve heykele yüz çevirmiştim; Bacon, işini yere oturtmuştu ve ben buna hiçbir katkıda bulunamadım. Küçük bir Soho kulübü ve Bacon’ın ikinci evi kabul edilebilecek Colony Room’da barmene söylediği şeye bayılmıştım: “Öldüğümde beni bir plastik torbaya koyun ve oluktan aşağı atın.”

Sanat her zaman “şimdi” hakkında olmaya çalışır; böyle olmak zorundadır yoksa gelecekte önemli kabul edilmez. Bütün büyük sanat, dünyanın bugünüyle ilgilidir. Boya genellikle güncel kılmanın çok zor olduğu nostaljik bir materyaldir, anlaşılan imkansızdır: adım atman ya da düşmen, kontrolden çıkarak eski sınırları kırman ve yenilerini yapman hatta yaptıklarını da yıkman gerekir. Burada bir sanatçı alçakgönüllü bir şekilde nasıl denemiş ve başaramamış olduğunu ve hiç pes etmediğini anlatıyor.

Eskiden okumuş olduğum, bu söyleşiler dışındaki tek gerçekten önemli söyleşi John Lennon ile Rolling Stone dergisinden Jan Wenner’ınkidir. O zamanlar Sex Pistols’a düşkün bir punktım ve ebeveynlerinize ve hocalara siktirip gitmelerini söylüyordum! Bacon’ın sözlerini okumak bana geleceği yaratmak isteği uyandırdı.

İki insanın rastlaşması, açıkça iki arkadaşın birbirlerinin dünyalarını anlamaya çalışması bir mutluluk kaynağıdır. Bu söyleşiler birkaç yılda gerçekleşmiş, ama onları okumak için masa başında tek bir gece oturumu yeterli. Hâlâ güçlerini koruyorlar ve bütün gerçek sanat gibi, ebediler.

Çeviri: Emre Akaltın

Yazının orjinali: https://www.theguardian.com/theguardian/2007/sep/13/greatinterviews1

 

 

 

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 19:24:45