A password will be e-mailed to you.

“Bayrak ve Göktaş’ın yaptıkları iş oldukça başarılı ve motive edici ancak konu bu yeniden amaçlandırma anlatısında kentin içinden ve ihtiyaçlarından çıkan yeni bir fonksiyon önerisine kadar gitmiyor. Yani çuvaldan kent ölçeğindeki parametrelere dayalı bir yaklaşım çıkmıyor.”

Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi 20 Mayıs’ta kapılarını açıyor. Bienalin Türkiye Pavyonu küratörler Sevince Bayrak ve Oral Göktaş’ın katılımıyla resmi açılışını yaptı. Bayrak ve Göktaş’ın Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi projesini ağırlayan, mimarlıktaki köklü değişimler ve yapay zekayla ilişkisi gibi konuları irdeleyen pavyonla ilgili mimar ve şuan araştırmalarını MIT Senseable Amsterdam Lab’da sürdüren Esma Selen Aksoy izlenimlerini yazdı.

Yeni bir bina tasarlamanın ya da mevcut bir binaya yeni bir senaryo yazıp kente yeniden dahil etmenin heyecanı mimarlar için ne kadar farklı tartışılır ama artık sıfırdan bir bina tasarlamak çevreye verilen zarar nedeniyle uzun uzun düşünülmesi gereken bir konu. Tüm tarihi yapıların dönüştürülmesi dışında yeni binaların dönüşümü de son yıllarda oldukça gündemde. Döngüsel ekonomi başlığı altında çok konuşulan bu konu, yani (repurpose) yeniden amaçlandırma kavramı, bugün sadece karbon emisyonunu azaltmak için öne çıkıyor gibi görünse de kullanılmayan yapıların, terkedilen ofislerin, alışveriş alışkanlıklarının değişimiyle terkedilen alışveriş merkezlerinin ne olacağı aslında sadece yeşil bir sorun değil.  Bu sorun bir mekanın, sürekli değişen kentte, farklı kimliklerle yeniden var olma savaşı ve 1960’lara dayanıyor.

Bu sene Venedik Bienali Türkiye Pavyonu için seçilen öneri de bu konunun çok yakınlarında dolaşıyor. Sevince Bayrak ve Oral Göktaş’ın “Mimarlığın Çuval Teorisi” olarak isimlendirdikleri proje mimarlığın sadece tek bir hikayeye sahip olamayacağını anlatıyor. Aslında bütün bu hikayenin başlangıç noktası, mimarlara bu bienal konusu için de ilham veren, İPA’daki havuz binasını farklı etkinliklere ev sahibi olabilen bir mekana dönüştürmüş olmaları. Bu anlamda bu proje “yeni mimarlığın” nereye doğru sürüklendiğini işaret eden önemli bir iş. Basın toplantısında aktarılan içeriğe değinecek olursak,  hikayeleri en temelde mekanın barındırabileceği sonsuz olasılıklara odaklıyor. Bir binanın ikinci yaşamı mümkün mü sorusunu sorduruyorlar. Biz bu soru ile oyalanırken depremle gelen bütün sorunları ve bir binanın ilk yaşamının bile bazen mümkün olamadığını hatırlatıyorlar. İnşaat bağımlılığımıza, AnkaPark’a ve  yeni teknolojilerle, akıllı robotlarla binaların sağlamlık testine kadar olukça başarılı ve ufuk açıcı şekilde değiniyorlar. Betonun içeriğine, anlamına, aslında onunla kurduğumuz yapısal ve toplumsal tüm ilişkilere ve tüm sorumlulara bir kere daha bakmamızı sağlıyorlar. Dünyadaki koruma ve yeniden amaçlandırma örneklerini iyi bir süzgeçten geçirerek bize sunuyorlar.

Hatta farklı vurgularla kentin sürekli değişen estetik beklentisi ve buna gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını sorguluyorlar, onca yıkım belki de sadece bu nedenle gerçekleşirken, beğenilmediği için geçen senelerde yıkılan ama bir çok hikayeyi taşıyan binalara dikkatimizi çekiyorlar.

Yaptıkları iş oldukça başarılı ve motive edici ancak konu bu yeniden amaçlandırma anlatısında kentin içinden ve ihtiyaçlarından çıkan yeni bir fonksiyon önerisine kadar gitmiyor. Yani çuvaldan kent ölçeğindeki parametrelere dayalı bir yaklaşım çıkmıyor. Hatta  yapay zekayı kullanma heyecanı ile midjourney ( ya da benzer bir yapay zeka programı) ile üretilmiş birkaç görsel bile sunuyorlar. Bunu beğeniye dayalı görsel mimarlığı eleştiren bir ironi için mi sunmak istiyorlar bilinmez ama insan düşünmeden edemiyor acaba bir binanın ikinci hayatını kente sormak mümkün mü ? Yani kentin bu olan bitenden haberi var mı ve kentteki değişimlere dayalı bir model yaratabilir miyiz?

Kentin Bundan Haberi Var Mı?

İzmir Silola, Gökhan Demirer

Konu terk edilen, kullanılmayan yapılar olunca bu bienal programında pek üstünde durulmasa da konuyu biraz daha geniş ele almak gerekiyor. Çünkü bu aslında binanın yeni hayatında nasıl görüneceğinden çok “ne” olacağına dair bir mesele olmalı.

Kenti bir metabolizma olarak düşünme fikrini Wolman 1965 yılında ortaya atarken, esnek ve değişken strüktürlerden bağımsız olarak, malzeme, doğa ve insan ilişkileri odaklı bir yaklaşımdan söz etmişti. Bu yaklaşım ise aşırı üretim ve tüketim tartışmalarının devamında sürdürülebilir şehirler konusunu gündeme getirmişti.  Aslında tam da bu sıralarda sürdürülebilirlik, mimarlık teorileri ve yapay zeka şaşırtıcı bir şekilde karşılaşacakları yola girmeye başlamıştı.  Sürdürülebilirlik tartışmalarının sıfır noktasından da önce hatta 1960’ların ortalarında  bir yandan Constant New Babylon ile kullanıcıların sürekli hareket halinde olduğu bir yaşam biçiminin mekansal karşılığını betimlemeye çalışmaktaydı. Constant ile paralel düşüncelerde olan Cedric Price sürekli değişmekte olan kültürel etkinlikleri programlayabilmek amacı ile Gordon Pask’ın desteğini de alarak Fun Place isimli bir kent önerisinde bulundu. Bu öneri sibernetikten besleniyordu. Kesişim tam da buralarda başladı. O dönem Negroponte’nin bilgisayarı bir ortak gibi görme ve kendini gerçekleştiren bir sistem hayali ile Yona Friedman’ın Flatwriter projesinde bilgisayarın karar vericiliğinde kullanıcı alışkanlıklarının etkisi üzerine veri merkezli bir söylem üretmesi mimarlık için bir dönüm noktası oldu. Eleştirel alanda da Matta-Clark bina cephelerini keserek kent ve bina arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Bu projelerin hepsi 1960’lardan beri kenti kullanıcılarıyla bir bütün olarak ele almak ve binaları tüm olasılıkları ile değerlendirebilmek için ilham verici olmaya hala devam etmekte. Kısacası kentteki ilişkilerin bina için önemi ve  tüm dünyada konuşulan terkedilen binaları yeniden işlevlendirmenin asıl kaynağının kent olacağı apaçık ortada. Ancak maalesef bu hikayede hevesle beklediğimiz ama tam da göremediğimiz bir konu bu. Makine öğrenmesinin kentsel dinamikler üzerinde uygulanabileceği veriye dayalı bir deneme yerine çuvaldan midjourney’le yenilenen cephe hayalleri çıkması bize Bernard Tschumi’nin programatik konuların dışlanmasını mimarlığın sorumluluktan kaçması olarak nitelendirmesini hatırlatıyor.

2021’de Filistin’de bulunan ve kuru iklim sayesinde korunan, 10.500 yıllık örgü sepet.

Oysaki Midjourney (ve bunun türevleri) ile binanın yeni halinin nasıl olabileceği resmedilmesi yerine daha derine inip mimarlığı, belki de biçimi özgürleştirecek şekilde makine öğrenmesini kent ve program ilişkilerine odaklamak ve  yeniden işlevlendirme (repurpose) konusunun altını veri analitik yaklaşımlarla doldurmak mümkün.

Daha fazla yazı yok
2024-11-21 19:30:12