A password will be e-mailed to you.

Antonio Cosentino ve Extramücadele’nin ortak sergisi, "Anne Ben Çimento Dökmeye Gidiyorum" üzerine Ahmet Ergenç yazıyor.

Extramücadele ve Antonio Cosentino’nun ortak sergisi ‘Anne Ben Beton Dökmeye Gidiyorum’ mevcut iktidarın (ve aslında her türlü iktidarın) mekanı ve zihni eşzamanlı olarak feci halde manipüle etmesine bir cevap ve tepki niteliğinde. Herkesin malumu olduğu üzere, iktidarlar kamusal alanı (şehir diyelim genel olarak) ideolojik bir aygıt olarak kullanırlar. Bir meydana yapılacak bir heykel aslında sadece bir peyzaj unsuru değil, ideolojik bir hamledir. Bir parka yapılacak bir AVM ise öyle bir ideolojik müdahaledir ki toplumsal bir ayaklanmanın ateşleyicisi olabilir. En azından Gezi Vakası’ndan bu yana kent politikalarının önemi herkesin aklına iyice kazındı. Öyle ki eskiden ‘kent aktivistleri’ diye ayrı bir hizip varken, şimdi politikayla temas eden herkes biraz kent eylemcisi oldu. Ki doğru bir nokta bu; doğru bir bilinç sıçraması da diyebiliriz.

Beton dökmenin handikaplarından bahseden bu ortak serginin zamanlaması da bu açıdan mühim. Birikim’in bir sayısında mevcut iktidarın politikası müthiş bir ironiyle ‘İnşaat Ya Resulallah’ diye özetlenmişti. Hepimiz bu bir nevi hayat mühendisliği de olan dev inşaatın parçasıyız. Dev, tahammülsüz ve son derece politik bir inşaat bu. Dolayısıyla şehre eklenen her beton kütlesi, yekpare politik duvara eklenen bir tuğla; eğitim ve kontrol mekanizmalarını duvar örmeye benzeten Pink Floyd’un haklılık payı vardı, evet. 

Sergi bu ikili işlem (mekan ve zihin kontrolü) üzerinden ilerliyor. Cosentino 96’dan bu yana çektiği fotoğraflardan oluşan ‘İstanbul Atlası’ ile ‘varoş’ ya da ‘periferi’ addedilen mahalleleri belgeleyip alternatif bir ‘şehir haritası’ çıkarırken, Extramücadele, ideolojik müdahaleleri açık ettiği bir ‘zihniyet atlası’ sunuyor. Extramücadele’nin çıkardığı atlas itirazını daha belirgin dile getirdiği için öfke yüklü iken, Cosentino bir anlamda ‘kaydeden göz’ (eğer böyle bir şey mümkünse) konumunu muhafaza ediyor. Yani, Cosentino’nun işlerindeki politik damar sezdirme ile ilerlerken, Extramücadele bu damarı alenen ifade ediyor.

Extramücadele’nin bu ‘doğrudan müdahale ve itiraz’ tutumu, işlerinin adlarına yansıyor. Temel ideolojik aygıtlarla en başından beri amansız (ya da işte ‘extra’) bir mücadeleye giren Memed Erdener, eğitim sistemi, din, milli benlik kurgusu, aidiyet, hafıza ve geçmiş gibi ‘büyük’ mevzularla yine ironik ve sert bir üslupla hesaplaşıyor.  Mesela, ‘Anne Milli Din Burada Bilinçdışımıza Duvar Örecekmiş,’ ‘Anne Milli İrade Gelmiş Farklılıklarımızın İçine Sıçacakmış’ ya da ‘Anne Milli Eğitim Gelmiş Beynimizi Sikecekmiş’ adlı işler, sanırım dertlerini kendi kendilerine yeterince anlatıyorlar. Tahammül fersah koşullarda küfrün kaçınılmazlığını ya da küfrün bir muhafazakar adabımuaşereti kırma hamlesi olabilme ihtimalini anlamakla beraber, burada öfke dilinin aleni ‘küfre’ evrilmesine itirazım var. Cinsiyetçi küfrün (ki olmayanı çok azdır) eril tahakküm dilini yeniden üretip, meşrulaştırdığını düşünenlerdenim.  (Gezi ayaklanması esnasında ‘cinsiyetçi sloganlara hayır’ diye yürütülen daha ‘feminist’ hassasiyetli kampanyaların önemini de hatırlatmak isterim.)

Daha önceki bir yazıda da söylediğim gibi, Memed Erdener ziyadesiyle konuşkan, metni açık işler üretiyor. Bu sergiye tanıtım metnine de mühim bir alıntı eklemiş, Eagleton’dan geliyor: “Kötülük, hatalara, açık uçlara ve kaba tahminlere katlanamaz. Bu yüzden de bürokratik akılla akrabadır. İyilik tam tersine, şeylerin kusurlu, tamamlanmamış doğasını sever.”  Topyekun kontrol mekanizmaları işte bu yüzden ‘kötü’dür, sürekli devrimi, kusurlu insan tabiatına anlayış ve mazallah sevecenlikle yaklaşmayı bu yüzden reddederler. Bu alıntı Erdener’in çocuklar için kurguladığı üç ütopik ve eğlenceli küreyi destekleyen metinlerden biri. İlk ‘küre’nin adı ‘Okuyan Kütüphane.’ Günde beş vakit kitaplardan şahane alıntılar okunacak. İkinci küre ‘Çoklu Tapınak.’ Burada ise ‘milli din’ eğitimi yerine bir nevi dünya dini eğitimi verilecek, Beatles şarkıları eşliğinde. Üçüncü küre ise ‘Milli Zort.’ Bu küre de çocuklara ‘milli şuurla’ ‘zort’ sesi eşliğinde dalga geçme imkanı tanıyacak. Bu gayet ütopik, oyuncul ve açık uçlu tasarım, iktidarın yekpare özneler yaratmaya yönelik ciddi ve kapalı şemasına bir cevap niteliğinde.

Gelelim Cosentino’nun gösterdiklerine. Şehrin ‘dış’ mahallelerindeki hafif sefil, hafif kitsch havayı belgeleyen Cosentino, şehrin artıklarını sergiye taşıyor. Bu tür fotoğraflar genelde bir oto-oryantalizm (ya da geçenlerde duyduğum iyi bir çeviriyle söylersem, ‘iç-şarkiyatçılık’) tehlikesi taşırlar. Sefil hayatlar egzotik bir malzemeye dönüştürülüp, ötekileştirilir. Ama burada, her ne hikmetse, bu tehlike savuşturulmuş. Fotoğrafını çektiği halle yakından özdeşlik kuran bir göz var. İnsanı ‘öteki portreleri’ gibi laflardan hicap duymaya itecek bir göz. Bu nedenle de ‘aynı şehrin parçasıyız’ hissini canlı tutup, merkezdekileri merkezde olmayanlara bakmaya davet eden ama içeriden davet eden bir ‘atlas’ ortaya çıkmış. Tenekeden yapılma banliyö treni de bu içten bakan, daha naif gözü destekliyor. Yalnız bu fotoğrafların sunuluş biçiminde yer yer slaytın tercih edilmesi bir handikap bence. Üst üste, bir kurgu ilintisi de olmadan yığılan görüntüler, etkilerini yitirip, bir süre sonra bir görsel uğultuya dönüşüyor. Halbuki, bu atlasın amacı bunun tam tersini yapmak gibi: öylesine önünden geçip gidilenleri yakın plana almak ve ıskalanan ‘acayipliklerin’ altını çizmek.

 

Velhasıl, iyi hazırlanmış bir sergi bu; kent politikaları ve zihin kontrol mekanizmaları arasındaki bağlantıyı, çimento ile ideolojinin nasıl beraber ilerlediğini bir daha görmek ya da devletin ideolojik aygıtlarının sinsiliğini ve yaygınlığını ortaya koyan eski dostumuz Althusser’i bir daha hatırlamak istiyorsanız, Studio X’e kesin uğrayın.    

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 15:20:32