Berlin’in önemli çağdaş sanat müzesi Hamburger Bahnhof’un cephesinde dalgalanan Left (sol), Right (sağ) yazılı beyaz bayraklar son günlerde görenleri meraklandırıyor. Ses ve mimarinin simetrisini işaret eden bu bayrakları takip edip müzenin içine girdiğinizde mimar, müzisyen ve güncel sanatçı Cevdet Erek’in görkemli enstalasyonu Bergama Stereo ile karşılaşıyorsunuz. Bergama Sunağı’na kendi yorumunu katan sanatçı inşa ettiği yapının farklı bölgelerine yerleştirdiği farklı özelliklere sahip hoparlörlerden gelen sesleri kullanarak sanatseverleri hipnotize etmeyi başarıyor. Works of Music by Visiual Artists serisi kapsamında 8 Mart 2020’ye kadar Hamburger Bahnhof’da ağırlanacak sanatçı Cevdet Erek’le Berlin’de buluşup ses, müzik ve Bergama Stereo’yu konuştuk.
Helenistik anıtsal bir yapının yeni bir mimari yorumlamasını yapma fikri sizde nasıl oluştu?
Biraz tarih ve kişisel arkeoloji merakı diyebiliriz. Bunlar eskiden beri bir merak konusu olmuştur benim için. Daha önce Venedik Bienali‘nde de benzer şeyler yaptım. Uzun zamandır duyma, stereo panaroma, görsel simetri ve mimarinin üzerine düşünüyordum. Bunlarla ilgili bir şeyler yapmanın fırsatını yakalamaya çalışıyorum.
Burada fikir; klasik ya da modern mimariyle, simetriyle, dengeyle, duyma ve popüler müziğin sadece stereo’yu kullanıyor olması durumundan oluştu. Berlin’e gidip gelmek, Türkiye ile olan ilişki, devletler arasındaki ilişkiler, politik fraksiyonlar, onların göçleri gibi kendimce kurabildiğim bir sürü ilişki var. Bunları düşünebilmek ve konuşmak için bir ortam yaratmak istedim. İyi anlamda bir tahrik yapmak istedim. Şu cephedeki bayraklara bakan kişinin bile bu işle ilişkiler kurması beni çok heyecanlandırıyor. Dolayısıyla kişisel meraklar çok ön planda olsa da bu sadece kendim için yaptığım bir şey değil. Çok farklı alıcıları var bu işin.
Neden Bergama?
Bir kaç yıl evvel Bergama’ya tekrar gidişimin üzerine Hamburger Banhhof’dan davet aldım. Benim gibi birisi Berlin’e gidip gelirken “ben olsam burada nasıl bir iş yapardım” diye Hamburger Banhof’a hep bakar. Açıkçası bir gün burada bir şey yapsam ne iyi olur diye hisseden birisiydim. İlk önce tanışıldı, arkadaşımdan bir kitap istediler. Böyle bir şey olma ihtimali oluştu. Sonra da teklif edip sergi olacak bize bir şey öner dediler. Müze ve Berlin hakkında zaten hali hazırda düşünüyordum. Bergama’yı oradaki amfi tiyatroyu ziyaret ettim. Venedik’ten önce eski moda bir seyahat yapmıştım. Sırt çantasıyla tek başıma bizim Ege’den çıkıp adalardan Pompei’ye gittim. Pompei’de Pink Floyd’un gitartisti David Gilmour’un konseri vardı. Lisedeyken Pink Floyd’un Pompei konserini bir çok kez seyretmiştim. Hatta o videoda Pompei amfi tiyatrosunda benzer hoparlörler görebilirsin. Zaten son 3-4 yıldır eski romantik bakışımdan daha farklı bakmaya çalışıyordum.
Ne zamanki müzeden teklif geldi, müzenin ne olduğunu, hangi kuruma bağlı olduğunu düşünüp Bergama Müzesiyle aynı kuruma bağlı olduğunu hatırladım. Doğal olarak buraya bağlandı. Mimarisini önceden hazırlasam da benim işlerde son bir haftaya kadar tam olarak ne olacağını ben de bilmiyorum. Çok da heyecan verici. Emprovizasyon tarafı da var özellikle ses konusunda. Bu sefer biraz erken davrandım. 1.5 sene evvelden projenin ismi, projenin önerisi ve kısa metniyle her şeyi önceden sundum.
Bergama deyince fikirler ikiye ayrılıyor; bizden çaldılar götürdüler diyenler de var, iyi ki götürdüler adamlar koruyor diyenler de. Siz bu konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Öncelikle şunu kabul etmek gerekir ki Bergama Sunağı şu anda Berlin’de. Benden çok daha önce bu işler olmuş. Sizden bizden de önce. Zaten bizler deyince bu dili konuşan insanlar mı? Bizler deyince barışçı insanlar mı böyle bir durum da var. Bergama Sunağı, Anadolu’dan buraya getirilmiş ve bir müzede sergileniyor. Hakkında kitaplar yazılmış, yapıyı tekrar bir araya getirmişler. Benim için en önemlisi burada olduğunu kabul etmek. Sonra biraz tarih okuyunca; o zamanlarda onun buraya verilmesine karşı çıkmayan, bir bölümünü yada tamamını satan devletin veya rejimin ona ne kadar değer verip vermediği anlaşılıyor. Çoğu yerin altında olan taşlar, bıraksan beki kireç ocaklarında eritilecekti. Bu da işin başka bir gerçek yanı.
Bütün bunlar varken sadece çaldılar, götürdüler diyemiyorum maalesef. O zaman çoğu kaybolmadan, kireçe dönmeden puzzle gibi bir araya getirilmiş buraya konulmuş. Elimden geldiği kadar alternatif kaynaklardan okudum. Çaldılar değil de bir bölümün resmi satıldığı bir gerçek. Kişisel meraklarım üzerinden olabildiği kadar fikirleri tahrik edecek işler yapmaya çalışıyorum. Umarım hakkında konuşabileceğimiz, ilginç yorumlar alırız. Hiç aklımıza gelmeyen bağlantılar kurup tarihle ilgili sert eleştiriler yaparız. Bu tahrik hoşuma gidiyor. İnan bazı konularda fikirlerim çok net ama bu kocaman bir kamu müzesinde açılan büyük bir alanda uzun süre kalacak bir yapı. Herkes “çaldılar mı, çalmadılar mı?” sorusunun cevabını bekliyor.
Peki siz Bergama Stereo’yu Türkiye’ye getirmeyi düşünüyor musunuz?
Uğraşıyoruz… Ama tam bu haliyle gelmesi imkansız gibi gözüküyor. Bu işlerimin hiçbirini İstanbul’a getiremedim. Eşim, dostum, arkadaşım, annem, babam göremiyor. Lütfen getirebilirsek Bergama Stereo’yu getirelim diye ilk Arter’le konuştuk. Kendisini bu haliyle bu mekanda bu kontekste getirmek pek mümkün gibi gözükmüyor. Aslında aynı boyutta 1.5 tırla taşınılabilecek bir iş. Mekanla seslerle ilişkisine dair direk örneklerini sağlayabilmeyi, bu hikayeyi İstanbul’da anlatmayı çok isterim.
Sergi alanında gezinirken enstalasyon etrafında adım attıkça seslerin değiştiğini fark ediyoruz. Bunu hoparlörlerle mi yoksa sağ sol fraksiyon ses tekniğiyle mi geliştirdiniz?
Hoparlörlerin bu işte bayağı önemli bir tarafı var. Hoparlörün kendisi de tasarımcıları Tony Andrews ve John Newsham da çok önemli. İsmi ‘Funktion One’ merak edenler baksın. Almanya’da yaygın olarak kullanılıyor. Çok kuvvetli hoparlörler. Son yıllardaki işlerde yöneltmeli diyebileceğimiz bu tip direction denen hoparlörleri kullanıyorum. Yani sesi karşıya çok kuvvetli, yanlara neredeyse yok diyebileceğimiz kadar az veriyor. Sahnede stereo bir müzik genelde sol tarafa bir sinyal, sağ tarafa bir sinyal şeklinde gidiyor. Bende ise sağı solu oluşturan hoparlörlere ayrı sinyaller gidiyor. Fraksiyonlar dediğimiz şey de bu işte. Yüksek ses kabiliyetini değil de sesi tam karşıya yöneltme özelliklerini daha çok kullanıyorum.
Bu işe bir yapı dersek, yapının etrafında 34 tane ayrı hoparlör var. Yoğun olarak hoparlörler ön tarafta ama yanlarda ve arkalarda da var. 34 tane ayrı ses kanalım var gibi düşünebiliriz. Bu 34 ses kanalı ayrı yerlerde ayrı bir şekilde birleşiyorlar. Normalde kulaklığında 2 kanal dinliyorsun. Bu çok kanallı ses enstalasyonlarında uygulanıyor. Benim icat ettiğim bir şey değil, ben bunu çevresel yaptım. Sinemadaki 5.1 surround system gibi değil, tam tersi senin etrafında dolaştığın, kurallarını benim belirlediğim bir sistem yaptım. Diğer yandan hoparlörlerin görselliklerini kullandım. Ama tamamen işlevsel bir görsellik. Akustik amaçlarına hizmet etsin diye tasarlanmış hoparlörler bunlar. Berlin’deki çoğu kulüpte de kullanılan hoparlörler. Dolayısıyla şunu üstüne basa basa söylemek isterim; ses kalitesi kadar görsellikleri de çok önemli.
Bir hoparlörden 4/4’lük bir ritim diğerinden bambaşka bir ritim duyuyorsunuz. Ritmi nasıl birbirine karışmadan verdiniz?
Aslında karışıyorlar ama benim tercih ettiğim bir şekilde karışıyorlar. Hamburger Bahnhof’taki her köşeyi günlerdir dolaşıyorum. Hatta karışması çok hoşuma gidiyor. Bu poliritmik bir iş değil. Sadece 3’lük 5’lik 6’lık mezürlerin üst üste olduğu bir iş değil. O karışmalar birbiriyle mücadele etmesini temsil ediyor. Orijinal Bergama Altarı’nda tanrılarla yeraltının devleri birbirlerini yiyor. Büyük bir savaş var ve sonunda tanrılar kazanıyor. Burada ben o savaşı ya da o zaman anlatılan o eski hikayeyi tarif eden hiçbir şey yapmıyorum. Onu sese çevirdiğim yok. Ama burada da bir mücadele hali var; sesin, ritmin, çalmanın, enerjinin, akustik sinyallerin mücadelesi. Ritmin sadece rakamsal bir müzikal fikir olmadığını gösteriyor. İnsanda ve bedende yaptığı tüm etkiler var. Bu bazen dans bazen fazla heyecan bazen rahatlama olabiliyor. Uzaklaştıkça altta akan düşük tempo bir ritmi var.
Kaç farklı ses kullandınız?
Aslında hepsi davul. Biraz oynadım davullarla, traşladım da diyebiliriz. ‘Davul’ albümümden bazı asma davul sample’ları kullandım. Merdivenlerden çıkarken yanlarda yelpazelerin olduğu törendeki bir ritüel gibi tiz, zil sesleri kullandım. Kendi sesimi kullandım. Sol üst hoparlör ve ortada diplerden gelen bir ses var. Canavar mı? Hayvan mı? Kötü bir adam mı? Antik hikayedeki tanrılar ya da yer altının devleri mi? Death metal, black metal gibi müziklerdeki o insanın hayvanı yada canavarı taklit eden türde sesler kaydettim. Birkaç tane analog synthesizer’la yapılan işaretsel sinyal sesler var. Son beş altı yıldır bütün enstalasyonlarımda bu sesin bir benzerini kullandım. Sergi alanına ilk giren kişiyi çeken bir sinyal gibi. Venedik’te sergilenen bir diğer enstalasyonum ‘ÇIN’daki kanallarımdan birini aldım. Oradaki ritmi 9-2’lik bir uzun ritme çevirdim. Ağır bir zeybek gibi oldu.
Bergama Stereo’nun ses haritasını çıkarırken nasıl bir araştırma içine girdiniz?
Büyük bölümü bolca okuma olmak üzere mekanı tekrar ziyaret ettim. Bergama Altarı’nı hiçbir zaman görmedim çünkü ben bu işi düşünmeye başladığımdan itibaren maalesef hep restorasyondaydı. Önce bir izin alınamadı falan filan derken işin sadece temsilleriyle uğraşma kararı aldım. Fotoğrafı, yazısı, çizisi, planı, mimarisi, hediyelik eşya dükkanındaki minyatürlerini araştırdım. Nasıl göründüğüyle nasıl sunulduğuyla ilgili uğraşayım dedim. Çok imajı olan bir iş. Bizde de bambaşka bir imajı var; “Türkiye’den çaldılar!”. Dolayısıyla bolca bulabildiğim değişik kaynaklardan dönemi okumaya çalıştım. Hakkında söylenenlerin çoğu iddia olarak kalmış. Arada geçen sürede ne olmuş? Buraya getiriliş zamanı ve hikayesi nasıl olmuş? Müze kurulduktan sonra müzedeki ilginç hikayesini araştırdım.
Bergama Müzesi diye bir müze kurulması, Berlin sanat çevresine duyurulması, içinde kostüm partileri yapılması, İkinci Dünya Savaşı’nda bombardımandan korunması, yukardaki camın kırılması, sonra Sovyetlerin onu alması Doğu Almanlara hediye etmesi, tekrar buraya gelmesi ilginç! Sonra Bergama Belediye Başkanı’nın bir otobüs dolusu gazeteciyle buraya gelip “Bergama Tapınağı’nı geri istiyoruz!” diye pankart açması gibi birçok ilginç hikayesi var. Bunları olabildiğince okumaya çalıştım. İçindeki ses dünyasının bir bölümü benim yıllardır içine düştüğüm şeyler ama bir bölümü de Berlin, tabii ki techno, kulüp ve dans. Ben Berlin’e önceki gelişlerimde hep ses, müzik peşine geldim.
“İstanbul’la çok ilişkili bir yer Berlin”
Berlin şehrinin sizin için özel bir anlamı var mı?
İşin kendisi Berlin’de olduğu için sergiyi de burada yaptım ama kişisel olarak sorarsan evet tabii ki var. Berlin sergilerle, işlerle, konserle hatta bir çok kez sadece izleyici olarak geldiğim bir şehir. İstanbul dışında en çok geldiğim şehir de diyebiliriz. Buna Ankara, İzmir, Dersim, Rize, Van her yer dahil. Berlin benim jenerasyonum, benden önceki ve sonraki jenerasyonlar için müziğin, ritmin, deneysel müziğin, dans müziğinin, elektronik müziğin en önemli kentlerinden biri. Artık öyle ki bu özellikleriyle günümüzde turistik olarak pazarlanıyor. Sonra İstanbul’la çok ilişkili bir yer Berlin. Dolayısıyla sayabileceğim birçok önemli tarafı var. Yıllardır Berlin’in dans müziği kültürüyle ilgili hem çok düşünüyor hem de çalışıyorum. Bu kültürü ilkellikle, davulla ve geleneksel dansla bağdaştırıyorum.
Cevdet Erek yaşamın içindeki hangi seslerden ilham alıyor?
Çok geniş olduğu için biraz zor bir soru. Niye dersen; kulaklarımız açık, okulda, sergide sürekli sesle uğraşıyoruz. Bazen neredeyse seslerden kaçacak kıvama geliyoruz.
Kedi köpekten tut çevremdeki hayvanların sesi, sevdiklerimin, sevgilimin sesi, dost sesini duymayı severim. Tabii ki her zaman ne olursa olsun kulaklar yorgun da olsa hep onunla uğraşsak da güzel bir davulun sesi, mükemmel, iyi oturmuş ve çok iyi tınlayan bir ritmin sesi bana ilham verir. Ne yapalım benim dünyam da bu. (Gülüyor)
O Soundu Heavy Metalden Gelmeyen Biri Yapamaz
Nekropsi olarak epey sert müzik yapıyorsunuz. Elektronik müziğin heavy metal’ın evrimleşmiş olduğu konuşuluyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Tamamı için öyle bir şey söylemek çok doğru olmaz. Elektronik müziğin içinde heavy metal kökenli çok insan var onun farkındayım. O sound’u zaten heavy metal’den gelmeyen biri yapamaz. Heavy metal olabilir, punk olabilir ve daha sertleri de olabilir… Mesela techno’cuların çoğu ya eski davulcudur ya eski gitarcıdır. Özellikle bizim jenerasyondan ritimle uğraşanların; sesin yüksekliği, repetitif ritimler ve bazen makina gibi çalmak gerektiği hakkında fikri vardır. Heavy metal genellikle karanlıktır. Her zaman eğlence ve aşktan bahsetmez. Çoğu zaman sanat konusu olamayacak durumlarla uğraşır. Bu ölüm, soykırım, nükleer de olabilir, canavarlar, şeytanlar, mistisizm de olabilir aynı zamanda faşizm, hatta savaş da olabilir. Elektronik müzik için aynı şeyi söyleyemem. Çünkü elektronik müzikte değişik kökenler de var. cazdan gelen de var, çağdaş müzikten gelen de var. Bu sert, ritmik, karanlık, bazen çok gürültülü, repetitif müzikte sadece heavy metal olmasa bile onun türevlerinin etkisinin olduğuna katılıyorum
Nadiren de olsa sahneye çıktığınız Nekropsi konserlerinden görüyoruz ki, hala sağlam bir ‘Nekrop’ fanı var. Yeni bir albüm yeni bir kayıt yapmayı düşünüyor musunuz?
Düşünüyoruz ama hayal ediyoruz genelde. Bütün arkadaşlarımın işleri, sanatları, aileleri, bir sürü dertleri, belaları, Türkiye’leri var… Nekropsi gerçek bir grup değil şu anlamda, her gün ona uyanmıyoruz. Eski takımımızla az da olsa üretmeye devam ediyoruz. Aralık’ta yine konserler yapacağız. 20-21 Aralık Salon İKSV konserinden önce yeni bir parça yayınlamayı planlıyoruz.
İLGİLİ HABERLER
57. Venedik Bienali Türkiye Pavyonu sanatçısı Cevdet Erek’ten “hayali” bir öneri