70. Cannes Film Festivali‘nde 19 yarışma filminden sekizi gösterildi, Michael Haneke’nin Happy End’inin galası yarın yapılacak.
Mutlu sondan henüz bir hafta uzakta olan 70. Cannes Film Festivali, bu akşamki basın gösterimleri ve yarınki galada Michael Haneke’nin Happy End’ine tanık olacak. Henüz sinema tarihine geçecek bir film göremediğimiz festivalde, Haneke’yi dört gözle bekliyoruz. Cannes Film Festivali’nin ilk haftası 70. festivalden beklediğimiz görkeme sahip olamadı.
Genel olarak uluslararası medyanın nazarında festival henüz 70. yıl ışıltısına kavuşamadı. Fransız basınına kalırsa şimdiden bir Altın Palmiye adayı bile var: 120 Battements par minute (Dakikada 120 Kalp Atışı). 1990’lı yıllarda Fransa’da AIDS hastalığının görünürlük kazanması ve hükümetin bu konuda etkin biçimde çalışması için kurulan eylem grubu Act Up üyelerine odaklı bu iki buçuk saatlik filmin miadı dolmuş bir mesele için fazlasıyla militan ve didaktik ilk bir saatinden sonrasında yansıttığı iddia edilen duygusallığa tanık olacak sabrım kalmamıştı… Seropozitif ve eşcinsel olduklarından, New York’taki ACT UP’ı model alarak Paris’te resmi toplantılara, tıbbi araştırma yapan laboratuvarlara, prezervatif makinesi koymayan liselere vs. baskın yaptıklarından başka haklarında bir şey öğrenemediğimiz film, karakter oluşturmaya ve insan olarak duygularını göstermeye bir saat sonra başlıyorsa zaten sinema sanatı açısından oldukça sorunlu bir biçeme sahiptir. Hele son derece hızlı kurgulandığı ve dönemin popüler MTV tarzını kullandığı düşünülürse… Pedro Almodovar’ın gay kimliği nedeniyle bu filmi seveceği iddiası ise ince bir düşünce değil.
The Square müzenin bahçesinde yer alan bir enstalasyon
Öte yandan geçen yılki Sieranevada misali ilk gösterilen yarışma filmi Nelyubov’un festival sonuna kadar favorim olarak kalmasından da endişe ederim. (Eleştirisini Sanatatak’ta okuyabilirsiniz). Açılıştan bugüne dek ilginç bulduğum tek yarışma filmi Ruben Östlund’un The Square’i (Kare). Yarışmanın genel kalitesi açısından geçen yılki Toni Erdmann misali bir heyecan yarattıysa da biraz daha kısa, biraz daha az tekrara sahip olabilirdi, diye de düşündürdü.
Östlund’un çağdaş İskandinav hayatına getirdiği ince eleştiri, kentli, profesyonel, başarılı ve aile babası erkeklere ironik yaklaşım bu filmde çağdaş sanat dünyasına dair nükteli tespitlerle renkleniyor. Filme adını veren The Square, müzenin bahçesinde yer alan bir enstalasyon. Film bu önemli müzenin küratörü olan kahramanının yaşadığı bir olaydan sonra içine düştüğü ahlaki ikilemi izleyiciye yer yer kahkahalar attıran bir tonda sunuyor. Bunu yaparken sınıfsal arka planını da ihmal etmiyor… Geometrik bir biçim olarak kareyi de filmde çeşitli vesilelerle mekanla ve sınırlarla ilişkili bir kavram olarak somut göstergelere aktarıyor.
En başa dönecek olursak festival pek de iştah açıcı bir başlangıç sunmadı sinemaseverlere… Arnaud Desplechin’in yönettiği açılış filmi Les Fantomes d’Ismael, genellikle bu işlevi üstlenen Amerikan gişe hitlerini mumla arattı. Mathieu Amalric, Charlotte Gainsbourg ve Marion Cotillard’dan oluşan aşk üçgeniyle Fransız sinemasının ana klişelerinden birini tekrarladı. Ünlü Fransız oyuncuların rol aldığı, sevilen ve sayılan bir Fransız yönetmenin imzasını taşıdığı için açılışa konduğu belli bu film yarışmada olsa bir ödül şansı bulunmazdı…
Todd Haynes’in Wonderstruck’ı yeterince organik değil
Anglosakson cenahtan birçok beğeneni bulunmasına rağmen Todd Haynes’in aşırı üslupçu Wonderstruck’ını yeterince “organik” bulmadım. Birden fazla stili birleştirerek eklektik bir sinema dili yaratma ve sinema tarihinin farklı dönemlerini ve klişelerini çağdaş bir yapımda buluşturma çabası elbette kaydadeğer. Hele kamera arkasında Haynes misali işinin ehli bir yönetmen olunca, o farklı stiller ustalıkla kaynaşmış. Ancak taşradaki evlerinden kaçan çocuk kahramanlarının iki farklı zaman diliminde New York’ta yaşadıkları maceranın paralel anlatımı olarak özetleyebileceğimiz Wonderstruck’ın özellikle bir arada kullanılan klişelerden örülü öyküsü bir noktadan sonra deja vu duygusu veriyor izleyene. Film o kadar çok “işlenmiş” ki hakiki bir etkilenmeye ve duygulanmaya fırsat vermiyor Haynes’in neyi nasıl ve neden yaptığına kafa yormaktan…
Festivalin şu ana kadarki en büyük düşkırıklığı ise Delta ve Beyaz Tanrı / White God filmlerinin yönetmeni Kornel Mundruczo’nun Jupiter’s Moon (Jüpiter’in Uydusu) oldu. Macaristan’daki mülteci krizini, Avrupa’nın -yönetmene göre- kaybolan Hristiyan inancıyla harmanlayan film şu ana kadar hem uluslararası hem Fransız eleştirmenlerin puanlama tablolarında en son sırada yer alıyor. Michel Hazanavicius’un Jean Luc Godard’ın Anne Wiazemsky ile ilişkisini anlatan romandan uyarladığı Le Redoutable, anekdotlarla dolu bir tür Godard portresi… Usta yönetmenin politik ve sanatsal kişiliğine yansıyan, birbirinden ilginç anekdotları sayesinde oldukça eğlenceli, nükteli bir film izliyoruz. Godard’ın unutulmaz filmlerinin biçemlerini gerçek hayat kesitlerine uyarlayan Hazanavicius, Le Redoutable’ı bir Godard referansları defilesine dönüştürüyor. Film içinde filmler izliyoruz ama bunların hepsinde kahraman Godard’ın ta kendisi. Louis Garrel, babası Philippe Garrel.
Okja ve The Meyerowitz Stories tartışmaşa değecek filmler değil!
İki tartışmalı Netflix yapımı da yarattıkları tartışmaya değecek filmler değil! Bong Joon Ho’nun Okja’sı genetik araştırmalar, GDO içeren ürünler ve hayvan katliamına dair doğru bir yaklaşıma sahip, pedagojik bir film. Filme adını veren “süper domuz” ve onunla birlikte büyüyen Japon kızı Mija’nın Animal Liberation Front (Hayvan Özgürlük Cephesi) yardımıyla gelişen macerası bir ölçüde idealist bir film. Ekolojik dengeyi gözetiyor ama hayvan özgürleşmesi açısından eşitlikçi değil. Domuzlar dışındaki hayvanların (Japonya’da ormanlarla kaplı bir dağda yaşayan Mija ve dedesi tarafından afiyetle yenen tavuk ve balıkların) yaşama hakkıyla pek ilgilenmeyen, son derece sevimli bir yaratık olarak tasarlanmış Okja’yı çok iri bir köpek gibi sunan film, GDO domuzların yetiştirilmesini bir soykırım gibi sunmakla birlikte başka canlıların hayat hakkı üzerine kafa yormuyor.
The Meyerowitz Stories (New and Selected), Woody Allen’ın yokluğunda üst orta sınıf New Yorklu Yahudi sanatçı çevresinde geçen ve aile ilişkilerine dayanan komedi kontenjanını dolduruyor gibi. Baumbach’ın önceki filmlerinin, hele Frances Ha’nın oldukça gerisinde kalıyor The Meyerowitz Stories. Dustin Hoffman, Adam Sandler ve Ben Stiller’ın özellikle öne çıkan çıkan oyunculuğu oldukça fazla olan diyalogları keyifli kılıyor ama filmi kendi alttüründe önemli bir yere oturtmuyor.