Bodrum Müzik Festivali, Doğuş sponsorluğunda Turgutreis Marina’da, Rengim Gökmen şefliğinde Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası’nın eşlik ettiği, Alice Sara Ott konseriyle başladı. Bodrum Müzik Festivali, 13 yıl boyunca D-Marin Müzik Festivali’yken ismini değiştirerek yeni bir dönemin, çok yakında gerçekleşecek köklü bir değişimin de müjdesini vermek istiyor. Marinayı aşacak Bodrum’a yayılacak, Bodrum’un dışında da anılacak uluslararası bir festival olmayı diliyor. O yüzden isim kapsayıcı. Hedefler gibi umut vaat ediyor.
Umberto Eco, müziği sadece kulaklarımızla duymadığımızı işin içine, kültürün girdiğini, müziği duyduğumuz çevreyi, o çevreyi nasıl algıladığımızı kişisel tarihimizle birlikte kattığımızı söyler.
Duymak, tek başına yapılan bir eylem değildir yani. Yaşamak gibi.
Bodrum Müzik Festivali başlığına festival boyunca müziği nerede duyduğumuzla ilgili bakabiliriz.
Bodrum, kültür ve sanat hayatımızda kalın bir kitap. Egzotik, antik, Türkiye Cumhuriyeti projesinin Avrupa’dan bir bakıma ödünç aldığı hümanizmanın beşiği, kalıntıları, alıntıları, mavi yolculuk’u, bar’ları, günümüze geldikçe bir yazlığına vaat ettiği özgürlüğüyle sadece bir tatil beldesi değil. Bir imge. Çok kahramanlı, çok tarihli, sıcak, tutkulu bir hikaye…( Burada bir parantez açıp Selim İleri’nin, Selim Turan’ın SSM’deki solo sayesinde keşfettiğimiz, Yavuz Tanyeli, Suat Akdemir ve Kemal Önsoy’un, Vivet Kanetti’nin Huysuz’u büyüttüğü Bodrum’ları, pek çok Bodrum’u çağırmamak elde değil!)
Dolayısıyla Bodrum Müzik Festivali demek bir “statement”; iddialı bir kavramsal çerçeve tayin etmek demek. Hele işin içinde Klasik Müzik gibi fazla yüzyıllı, yüksek’lerden bir türlü aşağı’ya inmekte ve indirmekte insanoğlunun pek zorlandığı bir disiplin, bir kültür varsa…
Bunlar kulağımıza küpeyken açılış konserinde piyano çalacak Alice Sara Ott, yüksek’i aşağı’ya; Chopin’i Mercury Classics’den çıkan albümüyle İngiltere bir numarasına yükseltmişliğiyle doğru seçim. Ott’a eşlik edecek Doğuş Çocuk Senfoni orkestrasının aslında çocuk yani onlardan değil, ‘abi ve abla’lardan oluştuğunu gören çocuk izleyicilerinin hayalkırıklığı, konserin açılışında yaşanan beklenmedik bir hayalkırıklığı.
Değerli şef Rengim Gökmen eminim buna acil bir çözüm düşünecek ve konserde onlar gibi çocuk olmayan büyükleri görünce annelerinin çantalarında güçlükle beklettikleri iPad ve iPhone’larına koşan çocukları kazanmanın bir yolunu bulacaktır.
Klasik müzik sanatçıları için çantalar tasarlayan, çıplak ayakları, pullu payetli gümüş elbisesi geometrik kesim saçlarıyla Alice Sara Ott‘un yaptığı görkemli açılışa gelen büyükleri ikinci yarıda bir başka hayal kırıklığı bekleyecek.
Konserin ikinci yarısında Selçuk Yöntem’in Mussorgsky’nin Bir Sergiden Tablolar eserine Behçet Necatigil ya da Edip Cansever ya da Nazım Hikmet’in şiirleriyle ve yeşil tişörtüyle eşlik edişi eski bir deyişi gündeme getirecek: D-Marin D-Marin olalı böyle eziyet görmedi.
Orkestrayı oluşturan Doğuş’un genç müzisyenleri, Mussorgsky’nin eseriyle, Google’dan indirilmiş, ressam arkadaşı bestesi için ilham aldığı Hartman’la birlikte portresiyle, Yöntem’in duygudaş ve ergin dizelerini nasıl bağdaştırdılar çok merak ediyorum. Bağdaştırmadılar diye umut ediyorum.
Bağdaşacak gibi değildi çünkü…
Klasik Müzik’i kitlelere ulaştırmak, popüler araçlar kullanmak global bir eğilim ama Mussorgsky’nin zaten son derece anlatıcı olduğu bir esere, yeni anlatılar üstelik şiirler eklemek, hele hele bunu eseri fon yaparak, Selçuk Yöntem’in de bir zamanların İbrahim Sadri vardı televizyonda, onu hatırlatarak gerçekleşmesi içler acısıydı. Amatördü.
Ama Bodrum Müzik Festivali için karar vermek için henüz çok erken.
Gün doğumu konserlerindeki genç müzisyenleri, mesela Nil Kocamangil’i sabah esen rüzgarla birlikte uçuşan notalarıyla Bach çalarken dinlemek keyfi benzersiz olacak.
Nil Kocamangil’in viyolensel çalışında kırılgan bir dinginlik var. 1989 doğumlu genç sanatçı, Düsseldorf senfoni orkestrasındaki eğitiminin ardından Leipzig Müzik Okulu’na gitmeye hazırlanıyor. Üç yaşında annesinin yuvadaki akordeonu başka türlü çaldığını fark edişiyle müzik eğitimine başlamış. Sabahın yedisinde bastonu, mekik yastığıyla yürüyüşe Şevket Sabancı Parkı’na gelenler için Bach’dan sonra çalacağı Sollima’nın Alone’unu duyunca yürümek zor olmuş olmalı.
Ve eminim parkta yer alan türbede yürüyüş sonrası kapüşonlarını çekip dilekte bulunanlar bayağı içten dilemiş olmalılar müziğin etkisiyle dileklerini.
Sabah konserleri kadar gün batımı konserleri de Bodrum Müzik Festivali’nin hakkını teslim etmemiz gereken konserleriydi.
Semplice Duo’nun depreme rağmen çalmayı sürdürdüğü Mendelssohn’un yaylı çalgılar dörtlüsü için yazdığı No. 2’si sırasında sahneye çıkmaktan kendini alamayan marina köpeğini izlemek sıradışıydı.(Laurie Anderson görse bayılır. Seneye bir proje için bu fotoyla ikna edilebilir rahatlıkla)
Semplice Duo, 2009’da kurulan yeni sayılabilecek bir oda müziği grubu. 2016 Donizetti Klasik Müzik Ödülleri Yılın Oda Müziği grubu ödüllü. Neyi neden çaldıklarından keyif aldıkları kadar, çalıyor olmaktan duydukları hazzı izlemek en büyük sırları izleyicinin bir anda bağlanabileceği.
Valery Platonov’un şefliğinde Rusya Devlet Akademi Senfoni Orkestrası’na gelmeden festivale etkin bir imza atan Evgeny Svetlanov ve Leticia Moreno’yı atlamayalım.
Özellikle onların Mozart yorumlarından sonra Rus orkestrasının Rachmaninoff 2 numaralı senfoni yorumunu da.
Dünyanın pek çok yerinde sıkıcılığından olsa gerek kısaltılarak çalınan dev senfoniyi tekrar gündeme getirmesi, şef Platonov’u döktüğü terlerle bir Dostoyevski kahramanına dönüştüren katkısı, festivalin unutulmaz anlarının başında geliyor şüphesiz. Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın Emma Shapplin’e, Shaplin playbeck yaptığı için eşlik edemeyişini silecek kuvvette anlar üstelik.
Genç şef, Devlet Çoksesli Korosu’nun 7 yıllık sanat yönetmeni Cemi’i Can Deliorman’ı daha iyi tanımak ve tanıtmak için iyi bir fırsattı oysa.
Bir konser daha var Fazıl Say öncesi festivalle ilgili bulutları dağıtacak elbette. Polonyalı çıplak ayakları gri üstüne oturan ceket takımıyla çalacağı Chopin izlenimleriyle bizleri uçuracak.
Mozdzer, atletik performansıyla başat gidebilen duygusallığıyla etkiledi dersek yanlış olmaz. Müziğinin içindeki matematiği 1,2, 3 diye sayarak, piyanoyu meydana getiren katmanları anlatırken yeni bir müzik aletiyle tanışıyormuş hissini yaratabildi o hep korktuğumuz çalmayı çok istesek de yaklaşmaktan korktuğumuz siyah heykele dair.
Duygu iletebilen yorumu, siyah heykeli evcilleştiren tavrıyla bir sanatçıdan daha ne istenir? Kışın da İstanbul’a gelmesini, yine Suffering’i çalmasını tabii ki. (Zorlu PSM’e duyurulur!)
Ve festivalin kalbi, Fazıl Say’ın ilk kez Beethoven’ın 5 no.lu piyano konçertosunu çalışındaki orjinallik‘ti sanırım. Say’ın klasik müzik disiplinine, onun tarihine, geleneğine kim olduğunu şaşırmış, çelişkiler içinde kaybolmuş Doğu-Batı arasındaki Türkiye coğrafyasından yaptığı katkıyı ilk kez bu kadar net okuyabildim.
Say’ın kendine mahsus Beethoven çalışında, kültürel mimesis geleneğini reddeden tamamen ona ait çok şahsi orijinal bir duruş var.
Say’ın ulaşamayacağı kulak yok dolayısıyla.
Onun piyanosu kah tuşlarına dokunduğunda açıp kapadığı, ışıklar saçtığı bir elektrik düğmesi, kah Doğu’ya özgü egzotik tanımadığımız bir çalgı, kah bizi o hep korkutan siyah heykel, kah çocukluğumuz kah memleketimiz, tüm yaşattığı acılara rağmen hala kulak verip dinleyebildiğimiz….
Festivale damgasını vuran ezan krizi hakkında
Emma Shaplin başta olmak üzere Rusya devlet akademi senfoni orkestrasının da ezana denk gelince önce Brahms Senfoni 2’yi bekletmesi sonra adeta kısması aslında hepsi Umberto Eco’nun sözlerini doğruluyordu. Konseri deneyimleyen kulaklar yani dinleyiciler kadar müzisyenlerin çalışlarını da maruz kaldıkları kültürün etkilediğini gösteriyordu. Türkiye’yi, o 1930’lardan itibaren Avrupa’dan hümanizmayı getiren AB adayı bir Türkiye’den çok bir İslam ülkesi olarak algıladıklarını deşifre ediyordu.
Ezana karşı hassasiyet gösterilmesi gereken islam ülkesi Türkiye hakkındaki yabancı müzisyen, solist ve şeflerdeki bu yeni algıya ıslık ve alkışla tepki gösteren izleyici de kulaklarımızla duymadığımızı ispatlıyordu yeniden.
Kültürle, içinde yaşadığımız bütün baskı, çelişki, arzu ve bilinçaltıyla duyuyoruz.
Bodrum Müzik Festivali’nin ister istemez bunu aktarması bile güzel.
Ama festivalden seneye çağdaş sanat, edebiyat, sinema gibi disiplinlerle daha çeşitli, heterojen ve etkin ilişkiler kurmasını bekliyoruz.
Festival izleyicisinin en çok korktuğu konuya ilişkin birkaç satır
Festivalin giderek klasik müzikten vazgeçeceği, Pozitif etkisiyle popüler bir müzik festivaline dönüşeceği korkusu ise kesinlikle yersiz.
Açıkcası kurdukları birtakım müzikli sofralara rağmen festivalin düzenleyicisi Pozitif’in “al matını gel senfoniye, hem yoga yap hem konser dinle” kadar ileri gitmeyeceğine eminim. Ve şunu da destekliyorum: Klasik Müzik’i esnetebildikleri kadar esnetmelerini. Disiplinler arası temaslara, yarımadanın pek çok irili ufaklı mekanında global dünyaya da örnek olacak, Türkiye’deki hegemonik, klasik müzik iktidarlarının manipüle etmediği cool bir klasik müzik festivali yaratabileceklerini düşünüyor ve inanıyorum.