Yazarımız Özlem Ünaldı, geçtiğimiz sezon tiyatro serüvenine başlayan Tiyatro Deng ü Bej’in kurucularından Güldestan Yüce’yle sanat, dil ve siyaset üzerine kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdi.
Geçtiğimiz sezon seyirciye merhaba diyen yepyeni bir tiyatroyla tanıştıracağım sizi… Tiyatroda dil kısıtlamasına son veren cesur ve içten bir tiyatro: Tiyatro Deng ü Bej…
İlk oyunları Korku ve Sefalet. Oyun, büyük savaşların, kalbimizdeki küçük ülkelerdeki dehşet verici yansımasını anlatıyor… Oyunu izlediğim akşam, salonda çok az seyirci olması beni üzdü; tiyatro adına değil, bu güzel oyunu kaçıran değerli seyirci adına. Oyunculuklarıyla ve gerçekçi etkisiyle gittiğinize değecek bu eserden mahrum bırakmayın kendinizi. Bu tiyatronun iki kurucusundan biri olan Güldestan Yüce’yle konuştuk…
Özlem Ünaldı: Koşullar ortada… İlk olarak cesaretiniz için kutluyorum…
Güldestan Yüce: Teşekkür ederiz…
İmkânlarınızı ve imkânsızlıklarınızı seferber ettiğinizin şahidiyim…
O süreçte birçok duruma tanık olduğun için biliyorsun, zor bir sürecin meyvesi bu tiyatro. Aslında bütün özel tiyatrolar için bunu söyleyebiliriz.
Doğulu bir sanatçısın. Tiyatro hikâyenden bahseder misin kısaca?
Ankara Üniversitesi DTCF’deki oyunculuk eğitimim bittikten sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sözleşmeli oyuncu olarak çalışmaya başladım. Ankara’da geçen yaklaşık yedi yıllık bir sürecin ardından doğduğum topraklara, tiyatro eğitimi almış ve asgari müşterekte tecrübeler edinmiş biri olarak döndüm. Orada yine Devlet Tiyatrosu’nda çalışmaya başladım. Şehir Tiyatrosu’nda eğitmenlik yaparken de iki oyun yönetme fırsatı buldum. 2009’da İstanbul’a geldim ve yine Devlet Tiyatrosu’ndaki kıymetli meslektaşlarımla bir süre çalışma şansı yakaladım.
Bir tiyatro kurma fikri, özellikle Kürtçe tiyatro yapan bir tiyatro kurma fikri nasıl çıktı ortaya?
Ben oyunculuk sınavlarına hazırlanırken annem beni desteklemedi. Anne olmanın verdiği kaygılardan ötürü bir tepkiydi bu ve annem bir süre küstü bana. Annem hayatı boyunca oyun izlememişti, zaten izlese de Türkçe bilmediğinden anlamazdı. Bir gün annemin dilinden bir şeyler anlatmak için Kürtçe oynamaya söz vermiştim kendime. Bu benim hayalimdi; çünkü ben de Türkçeyi sonradan öğrenenlerdenim. Çocukluğumun oyunları Kürtçeydi, ağıtlarımız ve anılarımızın çoğu Kürtçeydi. Oyunculuk eğitimimi Türkçe almış olsam da oyuncunun malzemesi olan “yaşanmışlıklar” benim için başka bir dille duruyordu bilinçaltımda. Bu hayalin yeterince olgunlaştığına karar verdiğimde Özlem’le paylaştım, o da bunu çok istiyordu ve ortak hayalimiz bizi Theatre Deng û Béj’e taşıdı.
İki cesur kadın… Ortağından bahseder misin?
Ben yoldaş demeyi tercih ediyorum. Aynı yolu, aynı duygularla yürümediğin insanlarla tiyatro yapmak zordur. Hele ki inancından ve birbirinden başka desteği olmayanlar için. Aynı hayali kurmak gerek… Özlem’le hikâyemiz ilginç başladı: Üniversitede ikinci sınıftan üçe geçerken yaz tatilinde bir telefon aldım; Van’da okuyan bir arkadaşımın aracılığıyla bana ulaşmıştı Özlem. Tiyatro eğitimi almak istediğini ve yazın Van’da kendisine yardımcı olacak birini bulamadığını söylüyordu. Bana uzun uzun neden oyunculuk yapmak istediğini anlattı. “Bu sorumluluğu alamam, henüz öğrenciyim, yardımcı olamam.” dememe rağmen o çok inançlıydı ve beni ikna etti. Ardından Diyarbakır’a geldi, birlikte çalıştık. Özlem de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü’ne girdi. O telefon görüşmesi bizi buralara getirdi. Şimdi titizliğiyle varlığını hissettiren yoldaşım o. Bu süreçte çok yorulduğumuz, birbirimize kızdığımız anlar yaşadık; çünkü başta bu kadar zor bir şeye kalkıştığımızın farkında değildik galiba.
Sıfırdan başlamak, üstelik bunca zorluğun olduğu bir ülkede. Başka işlerden biriktirdiğini, geri dönüşü olmayacağını bildiğin bir işe yatırmak vs. İyi ki Özlem var, tek başıma asla yapamazdım. Birbirimize güç veriyoruz. Özlem’le başladık ama sonra çoğaldık . İzmir Dokuz Eylül Dramatik Yazarlık mezunu olan arkadaşımız Yusuf Unay da katıldı aramıza. Geçtiğimiz günlerde tiyatro sevdalısı bir sosyolog olan arkadaşımız Engin Emre Değer de Deng û Béj ailesine dâhil oldu.
"Deng ü Bej" ne demek?
Deng, “ses”; Béj de “söz” demek. Bu ismi “Bizim de sesimiz ve sözümüz var” demek için koyduk. Dengbéj, Kürt kültüründe çok önemli bir öğedir. Bir anlatı geleneğidir. Saatlerce süren bir ritüeldir. Sadece insan sesiyle yapılan bir müziktir. Aşk hikâyeleri, savaş hikâyeleri ve daha birçok şeyle, bir anlamda tarih anlatıcılığıdır. Aslında Türk Tiyatro geleneğindeki meddahlıkla da benzer yönleri vardır. Biz bu yüzyılın dengbéjleri olmak istiyoruz. Nefesini hem geleneksel olandan alan hem de çağdaş dünyanın olanaklarını zorlayan, dünü ve bugünü bir araya getirecek kontrastlar yakalamanın peşindeyiz. Korku ve Sefalet/Tirs û Xof adlı oyunumuzda iki faklı dil kullandık. Bu, hem dünyadaki faklılık dediğimiz kavramlara hem de bir arada olmanın güzelliğine götürsün istiyoruz bizi. Bazen o kadar iç içesindir ki artık birbirini görme yetini yitirirsin. Kürtler ve Türkler tamamen içi içe iki halk olmasına karşın birbirlerine dair bilmedikleri çok şey var bence. Birlikte yaşamak için hepimizi aynı olmaya zorlayan bir dünyaya kültürlerimiz daha ne kadar direnecek bilemiyorum, ama birlikte olmak için aynı olmak zorunda değiliz diyorum. Hoşgörü diyemeyeceğim; çünkü o kelimeye karşı hoşgörülü değilim. Kimse kimseyi doğduğu ya da sahip olduğu kimlik için ya da cinsel tercihinden dolayı hor göremez; hoş görmemeli de. Sadece anlamaya çalışmak lazım. Bunun için sanat, gerçek bir malzeme; hele ki tiyatro için. Bir masada farklı görüşten üç insan otursa o sohbet en fazla on dakika sürer, ama tiyatroda dakikalarca birbirini dinliyorsun ya da en azında seyirci, düşünce sesiyle eşlik ediyor.
Seyirciden ve tiyatro tayfasından nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Bu işin en zor kısımlarından biri bu: İlk kez yemek pişiren bir gelin gibi her seferinde onca emekle hazırladığını sunup, insanların gözlerinin içine bakıyorsun. Mesele oyunun beğenilip beğenilmemesi değil sadece; cümlelerinin nerelere ulaştığını, nasıl ulaştığını anlamak, o bir anlık muhteşem duygudaşlığı yakalamak… Hele ki böyle oyunlarda; çünkü yanlış anlaşılma ihtimalleri de var. On bir kez temsil yaptık. Çok farklı bir seyirci yelpazemiz var; değişik siyasi görüşler, farklı meslek gurupları, ilk kez tiyatroya gelenler ve sıkı seyirciler. Bir kere en önemlisi, derdimiz net olarak karşıya geçiyor. Bu oyunda kurban yok, haklı yok, az haklı, çok haklı yok. Karakterler de hikâyeler de çırılçıplak insanlıklarıyla ortadalar. Bu da bence yazarın dehası. “Suç ve Ceza” bölümünde, kadını sorgulayan askere çok kızarken hemen arkasından sevgiye duyduğu açlığı, onu o hale getiren durumları anlıyor, onu pamuklara sarmak istiyorsun. Ya da “Tanrıların Şafağı” bölümünde iyi şeyler yapmak için oraya gelmiş bir insan hakları gönüllüsünün umarsızca eline aldığı bir fincan kahvenin karşısındakinin ölümüne sebep olabildiğini… Yani her tür seyirciyi, aynı şekilde acıtan, insanlığın ortak hikâyelerini. Tabii ki eleştiri aldığımız noktalar da var, ama çoğunluğu teknik sıkıntılar. Üst yazıya biz de seyircilerimiz de henüz alışık değil. Ama burada da kendimize bir küçük eleştiride bulunmamız gerekiyor. İç içe yaşıyoruz, ama birbirimizin dilinden anlamıyoruz. Öbür taraftan şu da var ki dil bir iletişim aracı ve bundan fazlasını yüklemek de çok doğru değil bence… Örneğin bir dilin yasaklanması hayatım boyunca anlayamayacağım bir şeydir.
Size destek olan birileri oldu mu?
Evet çok şanslıydık. Prova döneminde adeta ortadan yok olduk. Kimseyle görüşemiyorduk. Dolayısıyla herkes büyük bir merakla bekliyordu. Dostlarımız çok motive etti bizi. Yıldırım Fikret Urağ büyük desteğimizdi.
İlk oyununuz olarak bu metni nasıl seçtiniz?
Özlem’le uzun zaman metin araştırmasına girdik. Tiyatroyu kurma sebeplerimiz ortadaydı, dolayısıyla metin araştırmalarımız da bu izlek üzerinden ilerledi. Kan revan içinde her gün kitlesel katliamların olduğu Ortadoğu coğrafyasında yaşamanın verdiği ağır sorumluluk, bizi gerçek bir söz söyleme tarzına ve tavrına itti. Yani şunu demek istiyorum: Gözünün önünde bu kadar gerçek durum yaşanırken –ki ben 90’ların Diyarbakır’ında yaşamış biriyim– her şeyin yüzde yüz gerçek olmadığı bir işin içinde olmak kendini kandırmak olurdu. Dolayısıyla in your face bir metin seçmenin en doğrusu olacağını düşündük. Daha önce Dot oynamıştı bu metinleri. Onlar on altı kısa oyunun hepsini sahnelemişlerdi. Biz on altı oyundan sadece dördünü seçtik ve birleştirip tek oyun şeklinde oynamayı tercih ettik.
Prova dönemi nasıldı?
Zordu; çünkü mekânımız yoktu. Daha önemlisi aynı zamanda Deng Û Béj’in de doğum sancılarını yaşıyorduk. Her şeyle biz uğraşmak zorundaydık. Daha önce karşılaşmadığımız bir durumdu bu. Ezberimizi, rol çalışmalarımızı yapardık. Devlet Tiyatrosu’nda çalıştığımız zaman, oyuncunun işi sahne üzerindeydi. Ama burada işin sahibi olmak ışık, kostüm, mekân, program vs. ve bütün bunların yanında rolünü de aksatmadan yürütmek zorlayıcıydı. Bizim için de iyi bir deneyim oldu. O bütünlüğün içinde olmak, dekora çivi çakmak, gerektiğinde onu taşımak işe dört elle sarılmayı sağlıyor bence. Bunlar tabii ki teknik süreçler. Bir de karakterlerle ilgili yaşadığımız süreç var ki… Aslında garip bir tesadüf de şuydu: Biz haziran ayında başladık provalara ve o süreçte Gezi olayları vardı. Prova yaptığımız yere kadar gaz sızıyordu. Dışarıdan sesler, plastik mermiler yağıyordu. Yani dışarıdaki durum ve içerde bizim provasını yaptığımız metnin anlattıkları birbirine denk geliyordu nerdeyse. Çok üzülüyorduk, ama öte yandan motive oluyorduk. Bir şeyler yapma isteğimiz pekişiyordu; çünkü biz oyuncuyuz ve romantik bir söylemle, elimizde dünyayı değiştirebilecek güçte bir sanatımız var. Hatta bir gün biz prova alırken çığlıklar duyduk "Yardım edin!" diye bağırıyordu birisi. Koşarak prova yerine gittik, bağıran kişinin evinin içine bir gaz mermisi isabet etmişti. Bizim oyunda Herry ve Olivya çiftinin yaşadığı durumu çağrıştırdı. Güvenlik paranoyalarımız, bizi sağlam kapılar inşa etmeye, bireysel korunma çabalarına istediği kadar itsin; suskun kaldığımız her toplumsal sıkıntı bir çığa dönüşüp bizi mutlaka bir gün korunaklı evlerimizde yakalayacaktır.
Ben bu oyunda oğlunu askere göndermiş bir anneyi canlandırıyorum. Bu topraklara çok tanıdık gelen bir hikâye. Kendilerinin olmayan savaşlara gönderilen gencecik insanlar ve onların dönüşünü umutsuzca bekleyen anneler. Bu topraklarda o kadar çok genç yüreğin kanı var ki bu karakterin hakkını vermek kalbimi daraltan bir hazırlık istedi. Anne, ölüm haberini iletmekle görevli iki askere o sözleri duymamak için insanüstü bir çabayla direniyor… Çok zordu. Ama her temsilde hissettiğim gene aynı çaresizlik. Şu anda bile bir yerlerde ana kuzuları kurban ediliyor. Hiçbir toprak parçası bir insandan kıymetli değil…
Dille ilgili harika bir durum var oyunda. İki dilde oynamanız, seyirciyi de özel bir soruya kavuşturuyor: “Diller insanları birbirinden ayıran ya da insanları birleştiren şeyler mi?”… Diller bize ne yapıyor sence?
Dillerin bir suçu yok. Sorun, insanlar ve önyargıları. Demin söylediğim gibi dil bir iletişim aracıdır sadece, bence daha fazlası olmamalı. Yıllarca Kürt dilinin yasak olduğu bir ülkede yaşadık. Doktora giden yaşlılarımız yanlarında bizi götürürlerdi hastalıklarını anlatırken çevirmemiz için. Ben de Türkçeyi sonradan öğrendim. Üniversiteye başlayana kadar dil pratiğimde “–mı, –mi” soru ekleri yoktu; çünkü Kürtçede soru olduğu vurgudan anlaşılır. Hatta bazen cümle kurarken hâlâ önce Kürtçesini düşünüyorum sonra Türkçeye çeviriyorum. Rüyalarımı Kürtçe görüyorum. Altta Kürtçe akan bir bilinç var. Bu engellenebilecek bir şey mi? Ya da buna karşı durmak ne kadar doğru? Bir seyircimiz oyunu izledikten sonra sosyal medyada şunu yazmıştı. "Hayatımda ilk kez Kürtçe bir oyun izledim; Kürtçenin dil olmadığını düşünenlerin izlemesini öneririm” demiş. Kürtçe ezgileri herkes çok sever, biliyorum arkadaşlarımdan. Kürtçe oyun izleyen çok az bir kitle var. Destar Tiyatro, yıllardır yaptığı iyi işlerle Kürtçe oyun izleyen bir kitle oluşturdu diyebilirim.
Hangi bölümlerin Türkçe, hangi bölümlerin Kürtçe olacağına nasıl karar verdiniz? Dil bu denli öncelikliyken Türkiye’de konuşulan başka diller de geldi mi gündeme?
Aslında biz başlangıçta çok dilli bir oyun tasarlamıştık. İngilizce, Türkçe, Arapça ve Kürtçe. Fakat oyuncu bulma sıkıntısı ve başka teknik sebeplerden ötürü iki dile düşürmek zorunda kaldık ki zaten bizim yaratmak istediğimiz, dille bazı farkındalıklar yaratmaktı. Bizim için bu iki dil yeterli olabiliyordu. Biz de iyi bildiğimiz bu iki kardeş ırkın dilini sahnede bir arada görmek istedik. Hayatın her alanında bu durumu görmek mümkün. Örneğin benim yengem Manisalı bir Türk ve Kürtçe bilmiyor; halalarım Türkçe bilmiyor, ama birbirleriyle konuşuyorlar, anlaşıyorlar. Aynı dili konuşan ve birbirini anlamayan insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz, sorun farklı dil konuşmakta değil birbirini dinlememekte. Biz rejide, çift dil kullanımıyla bu tür kırılmalar yaratarak farkındalıklar oluşturmak istedik.
Şimdi Kürtçe tiyatro yapıyorsunuz diye hemen politik, belirli sınırları olan bir tiyatro imajı oluşuyor seyircide. Oysa siz zaten bu ayrımı silip süpüren, çok dilliliği doğallaştıran bir şey yapıyorsunuz. İnsan birkaç dakikada dili unutup insana odaklanıyor oyununuzu izlerken. Öğretilmiş tabuları olan, önyargısı olan seyirciye ne söylemek istersin?
Bunu duymak ne güzel! Şöyle bir şey yaşamıştım: Oyun projesini paylaştığım bir yakınım, bu ülkede Kürtçe tiyatro yapmak başlı başına politik bir iştir demişti. Haklıydı. Evet, Kürdüm demek bile politik bir şey maalesef. Bu bana çok gülünç geliyor. Yani ben sarışınım, uzunum falan demek kadar basit bir şeyken üstelik. Diyebilirim ki Kürt olduğunu öğrendiği günden beri çok acılar çekmiş bir insanım. Bu yüzden de bir insanın bir insanı sadece ırk farklılığından ötürü hakir görmesini, insanın kökeni yüzünden acı çekmesini asla hazmedemiyorum.
Birileri bir yerde hâkimiyet ilan ediyor ve geri kalanlara azınlık diyor ya da “bizden değil” deyip eziyet etme hakkını görüyor. Bunlar sadece Kürtler için geçerli sıkıntılar değil; Türk olup egemenden farklı düşünenler, eşcinseller, kadınlar, çocuklar da aynı eziyetleri çekiyor. Bu tabuları yıkabilecek güçte miyiz bilmiyorum, ama çok güzel geri bildirimler alıyoruz. Ben gelecekten umutluyum. Birbirimizi anlamak için aynı dili konuşmamız gerekmeyeceği bir gün gelecek. Çocukluğumda Kürdüm demekten korkardım; şimdi bu röportajı yapabiliyoruz. Bazı şeylerin bedeli ağır olabiliyor. Bu topraklardan kaç 12 Eylül geçti… Çok acılar çekti bu topraklarda yaşayanlar. Daha fazlasını istemiyor artık hiç kimse.
Kast aşaması nasıldı?
Kürtçe bilen oyuncu bulmak işin en zor kısımlarından biriydi. Anadilde eğitimin bile bir hak olduğunun düşünüldüğü ve birilerinden bu hakkın talep edildiği bir ülkede yaşıyoruz maalesef. İyi derecede Kürtçe bilen profesyonel oyuncu bulmakta zorlandık. Uzun çabalar sonrası Turgay Atalay ve Şehmus Kartal arkadaşlarımızla yollarımız kesişti. Aydın Şentürk benim üniversiteden sınıf arkadaşımdı. Oyunculuğuna çok güvendiğim çok başarılı bir insan. Ona projeyi açtığımda, daha hangi kısımların Türkçe olacağına karar vermemiştik. Dille ilgili kısımlar, provalarda uzun tartışmalar sonucunda belirlendi. Hatta Aydın ve Benan’la bir kaç İngilizce okuma aldık, ama daha sonra çok dillilikten(Arapça ve İngilizce) vazgeçince Türkçe kısımlarda oynadılar. Benan Özkaya da gene bizim üniversiteden tanıdığımız arkadaşımız. New York’ta Eric Morris oyunculuk metodu üzerine çalışmış ve iyi derecede İngilizce biliyor. Olivya için konuştuk ve o da aramıza katıldı. Tiyatro yapmak zordur; hele tiyatro kurmak çok zor. Ama çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum; çünkü çok iyi oyun arkadaşları ve tiyatro yoldaşları hepsi.
Kürtçe tiyatro eğitimi veren bir okul yok; ilerleyen zamanda böyle bir işe de girişecek misiniz?
Anadilde eğitime geçecek kadar demokratik değil bu ülke. Ben oyunculuk eğitiminde dilin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Oyunculuk, yaşanmışlıkların bir yansımasıdır. Yaşadıkların, oynadığın karaktere can verir, kan verir. Kelimeler bu bağlamda önemlidir. Ben ilk kez Kürtçe bir rol çalıştım ve sahnede çok ayrı duygular yaşıyorum. Yani Türkçe oynamaktan farklı duygular. Bilemiyorum belki bir gün başka bir dilde oynama fırsatı bulursam orada da farklı şeyler hissederim…
Bu eğitimi verme işine girmek… Hayalini kurduğum bir okul bu. Bu işe başlarken oyundan hemen sonra oyunculuk eğitimini Kürtçe veren bir okul açmayı planlıyorduk. Vazgeçmiş değiliz. Sadece uygun koşulların oluşmasını, bir yerlerden destek bulmayı bekliyoruz. Çalışmalarımız sürüyor. En azından bir dahaki oyunumuzun kast çalışmasında bu zorlukları yaşmamayı umuyoruz.
Butik tiyatrolar arasında hoş bir kardeşlik var. Her hâlden hissediliyor bu. Siz kimlerle omuz omuzasınız?
Evet. Özellikle alternatif tiyatro yapan guruplar arasında güzel bir dayanışma var. Biz bu camiada çok yeniyiz. Tiyatro Hal’de oynadık uzunca bir süre, dolayısıyla oradaki arkadaşlarla ilişki geliştirme fırsatı bulduk. Destar Tiyatro, İstanbul’da Kürtçe tiyatro yapan iyi bir grup; Berfin ve Mirza’ya danıştığımız, onlardan yardım aldığımız konular oluyor. Moda Sahnesi’yle güzel bağlarımız var. Aralık ayında orada oynadık; çok misafirperver bir tiyatro. Önümüzdeki aylarda tekrar sahnelerinde oynamayı planlıyoruz…
Sıradaki proje?
Önümüzdeki sezona yetişecek bir oyun projemiz var. Bir kısmını kendimiz yazacağız. Kürt anlatı geleneğinin derinlerine ineceğiz, ama günümüz sanat anlayışıyla da harmanlanmış bir hikâye. Şimdilik bu kadarını söyleyebilirim.
Kulağa çok güzel geliyor. Rast gele şimdiden! Savaşın insana ve insaniyete ne yaptığını izliyoruz oyunda. En gerçek ve en doğal hâliyle… Basit şeyler için bile savaş verdiğimiz günlük hayatlarımız var. Okuduklarımızı, izlediklerimizi bir tarafa koyarsak sen şimdiye kadar Güldestan olarak hangi savaşları verdin, savaşın hangi hallerine şahit oldun?
Hâlâ birçok kişinin kabul etmediği bir iç savaşın ortasında doğdum. Doksanların Diyarbakır’ında her gün faili meçhullerin yaşandığı, göz altıların, işkencelerin olduğu bir coğrafyada çocukluğumu geçirdim. Çok da kişisel değil, hepimiz her gün ve hâlâ bu savaştan acı adına nasipleniyoruz maalesef. Daha kişisel savaşlara geçersek, sanırım en büyük savaşım, hiç bilmediğim bir şehre gidip tiyatro okumaya karar vermekti. Yetenek sınavlarını kazanmak değil, ama o okulu okuyup bitirmek galiba benim için büyük bir savaştı.
Ekranda da bir proje var mı?
TRT’de Her Dem Hûner adında bir kültür sanat programım var.
Tiyatronuza iyi yolculuklar diliyorum, kalpten… Seyircimizi oyuna davet eder misin?
Çok teşekkür ederim bu sohbet için ve güzel dileklerin için. Şubat ayında Taksim’de olalım dedik:
14 / 21 Şubat tarihlerinde Şermola Performans’tayız.
28 Şubat’ta Sekizinci Kat’tayız.
Mart ayının 5, 19 ve 26’sında yine Sekizinci Kat’tayız. Bekliyoruz…
KORKU VE SEFALET
Yazan: Mark Ravenhill
Yöneten: Theatre Deng û Bêj
Oyuncular: Nazlı Benan Özkaya, Aydın Şentürk, Özlem Taş, Şehmus Kartal, Güldestan Yüce, Turgay Atalay
Kürtçe/Türkçe Oyun, çift dilli olarak Kürtçe ve Türkçe üstyazıyla oynanacaktır.