Gaye Su Akyol’un güzeller güzeli ilk uzunçaları “Develerle Yaşıyorum”, adeta sanat musikisinden uzaya fırlatılmış bir muhtıra. Biz de muhtırayı fırsat bilip, gündüz biralarını doldurduk, REC dergisinde nice Karakurul söyleşisi kotardığım yoldaşım Murat Lu’yu masamıza konuk ettik ve bir temiz söyleştik.
Sarp Keskiner: Albüm süreci nasıl başladı?
Gaye Su Akyol: İki yıldır, Uskumruköy’de komün hayatı yaşayıp, altı kişi beraber müzik yaptığımız bir evimiz var. Eve stüdyoyu da kurduktan sonra, sıra içini dolduracak şarkıları seçmeye geldi. Barlas Tan Özemek (Kara Orkestra, Marika – e.n.) ve Ali Güçlü Şimşek (ex-Çilekeş, Bubituzak – e.n.) ile seçtiğimiz şarkıları yavaş yavaş tıngırdatmaya başladık. Aslında bu albümdeki şarkıları ben on yıldır biriktiriyordum. Üç beş aylık şarkılar da vardı listede; on yıllık olan da.
Sarp Keskiner: Galiba o dönemde eş zamanlı olarak Seni Görmem İmkânsız’ın albüm çalışmaları devam ediyordu; değil mi?Biz o albümün çıkmasını bekler hâldeydik, aslında…
Gaye Su Akyol: Biz Uskumruköy’de benim parçalara takılırken, eş zamanlı olarak Seni Görmem İmkânsız’ın albüm kayıtları ile uğraşıyorduk ama Gezi olayları patlayınca o albüme olan konstantrasyonumuz dağılıverdi. Tadımız kaçtı, canımız sıkıldı. Tuğçe (Şenoğul); Seni Görmem İmkânsız’ın daha underground bir çizgide devam etmesini tercih ederken, gittikçe belirginlik kazanan popülerleşme hâlinin projenin ortaya çıkış ruhuna aykırı düşeceği kanaatindeydi. Gerçekten de Seni Görmem İmkânsız’ı büyük kitlelere duyurma gibi bir niyetimiz hiçbir zaman olmadı; öyle bir durumda da projenin nereye gideceğine dair kafamızda hep soru işaretleri vardı. Ben de Tuğçe’nin bu yaklaşımına saygı duydum ve kendi albümüme yoğunlaşmaya başladım. Tam o sırada Büyük Ev Abluka’daki arkadaşlarımız sürece dahil oldu ve şarkıları çok sevdiler; “haydi bunu plak olarak basalım” teklifi ile çıkageldiler.
Sarp Keskiner: Peki eğer SGİ albümü tamamlansaydı, bu albümden parçalara orada rastlayacak mıydık?
Gaye Su Akyol: SGİ, bugüne dek hiç albüm kaydetmedi. Kimi demolar, videolar ve elden ele dağıttığımız bazı bandrolsüz EP’ler yayınladık. SGİ repertuarından benim albüme aldığım tek parça var; o da “Çok Mutlusun”. Onun dışında; Mai dönemimden iki parça, Toz ve Toz repertuarından da birkaç parça girdi albüme. O yüzden bu albümü bir tür Gaye Su Akyol Külliyatı gibi görüyorum. Bir tür almanak, benim için. Diğer yandan, albümün repertuarına seçtiğim her parça, aslında tek bir hikâyenin parçalarını oluşturuyor. On yedi yaşımı on sekizine bağlayan gece gördüğüm rüya; albümün konseptini oluşturuyor: Uzay, ölüm, varlık, yokluk… Bu rüyadan sonra benim müzik yapma yaklaşımım tamamen değişti. Albümü iyi okuyan biri, zaten parçaları birleştirecektir…
Sarp Keskiner: Etrafımda albümü dinleyen herkes, biraz da hayranlıkla karışık bir şaşkınlıkla senin Sanat Müziği’ne ne kadar vakıf olduğunu dile getiriyor. Favori isimlerin kimler?
Gaye Su Akyol: Sanat Müziği, çocukluğumdan beri annem dolayısı ile iç içe olduğum bir birikim alanı benim için. Avni Anıl ve Münir Nurettin Selçuk, en çok etkilendiğim besteciler. Yorumcu olarak da Müzeyyen Senar’ı tek geçerim. Onu çok devrimci buluyorum.
Sarp Keskiner: Parçaların düzenlemelerine de hayran olduk. Her ses, her tını sanki sonsuz bir boşluğun içine nakşedilmiş gibiyken aynı zamanda şenlikli ve nikbin bir gürültücülük söz konusu…
Gaye Su Akyol: Öyle olageldi. Fikirler çarpıştı ve şarkılar kendi kendine yolunu buldu. En başından itibaren hücum kayıt anlayışını korumaya karar vererek çalıştık. Düşündük ki, önce altyapıları canlı çalalım; sonra neyi istersek üzerine ekleriz. Buna böyle karar verince Can Aykal ile çalışmaya karar vermiş olduk. Çok iyi bir ekipmanı var Aykal’ın ve bu tür yaklaşımları hakkı ile kayda geçirebilecek sayılı isimlerden kendisi. Albümde davulları ben çalıyorum ama davulcu falan değilim. Davul çalmaya dair ne bir eğitimim var; ne de daha önce herhangi bir projede, grupta davul çalmışlığım var. Baştan bunda ısrarcı oluğumda, Ali Güçlü ve Barlas biraz huzursuz oldu ama üçlü olarak parçaları prova etmeye başladığımızda bu kararın, albüm için tasarladığımız atmosferi yaratmak adına ne kadar doğru olduğu ortaya çıktı. Çünkü eğer davulları bir başkası çalsaydı, söz konusu ettiğin türden bir boşluk duygusu ve beğendiğin bu kurgu ortaya çıkmayacaktı veya herşey bir başka tınlıyor olacaktı. Bir davulcu ile çalışmış olsaydık, işi berbat ederdik gibime geliyor. Kayıtta da hepimizin kendini ait hissettiği, sevdiği bir yol izledik: Davulu tek mikrofonla kaydettik; bas ve gitarın ampflikasyonunda çok sade bir yaklaşımı tercih ettik. Altyapıların kayıt sürecini tamamlayınca da bir ay boyunca diğer enstrümanları ekledik. Hiçbir parçaya üç günden fazla vakit harcamadık. Ali Güçlü ile beraber yaptığımız “Cehennem Meyhanesi” istisnadır; ayrıca albüme son giren parçadır. O parçayı ikimiz bestelediğimiz için, kafamızdaki hâlini bulmak bizi biraz kanırttı. Albümü yedi parça olarak tasarlamıştık ama Olmadı Kaçarız Plakçılık’tan dediler ki, “iki parça daha olsun”. Böylece otuz yedi dakikayı buldu albümün süresi.
Sarp Keskiner: Bu albüm sürelerinin kısalması konusu, son zamanlarda bizim camianın favori muhabbet konularından biri. Sanki çoğunluk artık öyle on iki parçalık albümler dinlemek istemiyor gibi bir kanı var. Albümün hikâyesini, anlatmak istediğini altı veya en çok yedi parçada gayet özü yüksek bir şekilde anlatmanın daha geçerli olduğunu dile getiriyor insanlar. Ne dersin?
Gaye Su Akyol: Aslında bu çok ilginç birşey; değil mi? Ben buna pek katılmıyorum. Yüz parça da koyabilirsin albüme, üç parça da. Dijital dünya bize bu olanağı veriyor. Vermekle kalmayıp, bunu lanse de ediyor. Bir ara albüme parçaların stüdyo versiyonlarını koyalım; internetten de uzun uzun takılmalı hâllerini paylaşalım diye bir fikir gündemdeydi ama o da zor. O hâllerini kaydetmek, ayrı bir iş. İleride kesin böyle şeyler yapmayı düşünüyorum gerçi; plak formatında da ısrarcı olacağım. Dinleyici artık konserlerde çok çabuk sıkılıyor; siz de yaşıyorsunuz bunu, değil mi?
Sarp Keskiner: Evet, aynen öyle diyebilirim. İlk üç şarkıda veya ilk on dakikada diyelim, dinleyicinin konsantrasyonunu inşa ediyorsun ama hemen ardından bu konsantrasyon dağılmaya başlıyor. Her ne kadar seni dinlemeye odaklı ve hevesli gelseler de bir noktada ilgi dağılmaya başlıyor gibi.
Gaye Su Akyol: Sıkıştırılmış albümler dönemindeyiz işte… Konser mekânlarının tasarımı, konser ve etkinlik politikaları da bu alışkanlığın oluşmasına katkı sunuyor. Çoğu mekân, bizleri içki satmak için kullanıyor: “Kaç bilet kesersiniz” veya “bunlar bana ne kadar ciro yaptırır” falan… O yüzden, Moda Sahne (Kadıköy) ve Külah gibi mekânların çoğalması gerekiyor. Tıpkı 50’lerdeki ve 60’lardaki gibi. Bağımsız sahnelere destek olmak ve bu sahnelerin sayıca artmasını sağlamak zorundayız.
Murat Lu: Ben hem otuz beş dakikalık şarkıların hastası, hem de punk muhibi bir adam olarak bu sıkıntıdan çift yönlü muzdaribim. Mekânlar böylesine uzun performanslardan hiç hoşlanmamakla birlikte, sadece çıkıp EP’sini çalacak adamın kısa setine karşı da tahammülsüzlük gösteriyor.
Gaye Su Akyol: Tamamen katılıyorum. Bir ara işletmesini üstlendiğimiz Gram (Kadıköy), aslında tam da bu kodları kırmayı hedefleyen bir girişimdi. Tabii orada da kapitalist düzenin sillesini yedik; yemedik değil. Mekân sahibinin tek önceliği ay sonunda ne kadar ciro yaptığınız olunca, işler önünde sonunda hayal ettiğiniz gibi gitmemeye başlıyor. Söz ettiğimiz bu duruşa katkı sağlayan pek çok etkinlik yaptık zamanında, Gram’da: Sergiler, kısa konserler, deneysel performanslar, yeni fikirler getiren DJ setleri…
Sarp Keskiner: Özellikle Gezi deneyiminden yepyeni sonuçlar çıkartmamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bağımsız mekânlara destek vererek onların sayısını çoğaltmak gerekirken, performans mekânı olmayan veya daha önce böyle bir alan açmamış olan noktaları da performans mekânı hâline getirerek çoğalmak gerekiyor. İşler, yaratıcı bir imece ağı kurmakla başlıyor herşey. Gerek müzisyenlerin, grupların İstanbul’da farklı mekânlarda sahne alabilmek ve diğer şehirlere gidebilmek adına birbiri için konser şansı yaratmasının; gerekse birbirlerine konser bağlantısı konusunda yardımcı olmasının bu açıdan çok şeyi değiştireceğine inanıyorum. Sosyal medyanın ortaya koyduğu bir tansiyon daha var: “İstanbullu gruplar zaten diğer şehirlere gitmek istemiyor” gibi bir kanaat yayılıyor gittikçe… Belki bunları aşmak adına beraber turne yapmak, lojistik gereksinimleri ve maliyetleri paylaşmak gibi yollar bulmak gerekiyor. Ki böylece, müziğimizi daha çok şehre ulaştırabilelim. Zira; her müziğin, her grubun ve her projenin her şehirde az veya çok ama hazır bir dinleyicisi var artık.
Murat Lu: Tarih boyunca temel yöntemler değişmedi ki… Sadece paket değişti. Vakt-i zamanında Elvis Presley veya Little Richard ne yapıyormuş? Bir otobüse doluşup şehir şehir geziyormuş; üstelik konser bağlantılarını kendileri yaparak ve turne rotasını kendileri belirleyerek. O adamların da derdi aynıydı. Ray Charles’ın o sözü var ya; sormuşlar: “Kör bir müzisyen olmak nasıl birşey?”. O da cevap vermiş: “Onu bırakın da ya zenci olsaydım? (nigger – e.n.)”. Irkçılığın en korkunç yıllarında bile adamlar kasaba kasaba geziyormuş. Tabii sana yol açmıyorlarsa, sen de kafa atarak yol açacaksın.
Gaye Su Akyol: Aynen öyle. Ben de her yerde bunu söylüyorum. Olmadı Kaçarız Plakçılık da tam bunu yapmak istiyor. Bizim ürettiğimiz çerçevedeki müziklerin sadece İstanbul’da çalınabilir olduğuna dair yanlış bir algı var diğer şehirlerde. Bunu biraz da sistem pompalıyor ve İstanbul’u markalaştırmak bahanesi ile bu imajı tüm Türkiye’ye lanse ediyor. “Sadece İstanbul var ve diğer şehirler kasaba, köy” gibi… Mesele köy, kasaba olmaya kalırsa Avrupa’ya bakıyorsun; her şehrin, kasabanın, köyün kendi küçük festivali var. Anadolu şehirlerine bakınca aslında performans mekânı olarak değerlendirilebilecek venue’ler yok değil ama onlar da genellikle nargileci zihniyeti ile işletiliyor. Belki bu konuda dinleyicilerin sevdikleri ve kendi şehirlerinde görmek istedikleri müzisyenler için performans mekânı önermesi gerekiyor. Mücadeleye dur duraksız devam etmek gerekiyor.