Contemporary Istanbul 2018’in açılış filmi kurgu, belgesel ve çağdaş video sanatını birleştiren “Maskenin Ardı”, Berlin’de son derece hedonistik bir yaşam süren psikoterapist Harald ile Harald’ın ayakları yere sağlam basan asistanı Martina arasındaki günümüzde nadir bulunan türden bir ilişkiyi seyirciye sunuyor. İçerisinde Yaşam Şaşmazer’in 2010 tarihli “It’s So Complicated”, 2013 tarihli “Doppelgänger” ve 2015 tarihli “Metanoia” sergilerinde yer alan heykellerini ve yerleştirmelerine de yer veren filmin yönetmeni İsmail Necmi ile fuar açılır açılmaz filmi ve sineması üzerine sohbete başladık.
Her şeyden önce önceki filmlerinden bahsedelim. Bu noktaya nasıl geldin? Gerçek hikayeden yola çıkma takıntın yeni değil? Bu bir takıntı mı?
Takıntıdan çok bilinçli bir tercih diyelim. Önceki filmlerimde ve “Maskenin Ardında”da bu şekilde baştan bilinçli bir tercihti. Ama bedeli her anlamda oldukça yüksek. Bir daha bu şekilde bir filme kalkışır mıyım bilmiyorum. Çünkü gerçek hayattan insanlar üzerine an az iki üç senelik bir zamana yayılan çekimlerle bir film yapmaya kalktığınız vakit, ciddi anlamda güçlüklere göğüs germek ve çok sağlam durmak zorundasınız. Her hâlükarda film karakteriniz profesyonel bir oyuncu, onun bu süreçte -yani filmde- başına gelenler de klasik anlamda bir senaryo değil. Her ne kadar siz yönetmen ve yazar olarak kendi yorumunuzu, kurgunuzu dahil edip filmi gerçek hayattan farklı bambaşka yerlere çekip götürseniz de bu böyle. Öte yandan filmlerime fark ve anlam katan da işte tam bu husus.
Gerçeğe, “otobiyografik” ve “biyografik” dediğimize yüklediğin anlamları da konuşalım…
Ben filmlerimin biyografik olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar benim filmlerimin baş karakterleri gerçek hayattan olsa da yaptığım filmler bu karakterlerin öncesi ve sonrası ile ilgilenmiyor. Sadece belirli bir zaman diliminde o karakterin/kahramanın hayatına ve başına gelen gerçek ve kurgu olaylara odaklanıyor. Filmlerim de otobiyografik ögelerin olduğunu düşünen seyirciler, eleştirmenler de oldu. Hatta bir film festivalinde bir jüri üyesi önceki filmim “Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?”daki maskeli Herold karakterinin aslında yönetmen İsmail Necmi olduğunu düşündüğünü söyledi. Filmlerimin böyle farklı yorum ve anlamlara açık olması, benim en başından amaçladığım ve beni memnun eden bir durum. Hiçbir konuda, hiçbir sekilde filmlerime yönetmen olarak şu ya da bu anlamı yüklemiyorum. Filmlerim çok katmanlı, açık uçlu işler. “Gerçek nedir, seyrettiğiniz film başkarakteri ile bağlantılı ne kadar biyografik, ya da yönetmenden kaynaklı ne kadar otobiyografik ögeler barındırıyor” meselesi benim değil, seyircimin meselesidir.
“Senin filmlerin yüzde yüz gerçek ama yüzde yüz kurgu gibi” diyeceğim en yüzeysel deyişle…
Tespitin doğru. Bununla beraber benim filmlerimdeki bu neyin ne kadar gerçek, ne kadar kurgu olduğu konusu ve yüzdeleri izleyicinin yorumuna, birikimine, filmden yaptığı okumalara bağlı olarak çok ciddi farklılıklar gösterebiliyor. Bu da benim için başka bir memnuniyet verici bir durum diye düşünüyorum.
Bir hayatın yaşanmış katmanlarına izleyiciye de yer açarak ekstra katman açmanın sırrı nedir İsmail?
Bu işin bir sırrı olduğunu düşünmüyorum. Sırdan ziyade yazar ve yönetmen olarak kendi içgüdülerimi, iç sesimi takip edip, çoğu zamanda kendimi tamamen bırakıp beni alıp götürdükleri yere gidiyorum. Sözünü ettiğin katmanlar da bu süreçte oluşuyor. Senin vurguladığın bu “hayatın yaşanmış katmanları” hissi aslında filmin yapım sürecinden de kaynaklı, çok yoğun bir şekilde kendini seyirciye hissettiriyor, seyirciyi kendi katmanları içine alıyor. O katmanlar arasına başta girmeniz zor ama girdiğinizde de seyirci olarak sonrasında kendi payınızı düşünmemeniz, filmdeki katmanları kendi içinde bulunduğunuz hayat katmanlarınız ile kıyaslamamanız zor.
Sinema filmi yapma ihtiyacından öte edebiyatçı olarak da görüyorum seni bu anlamda… Hikaye peşinde koşan bir yazar gibi…
Aslında benim film yapma sürecim bir yazarın yazma süreci ile oldukça örtüşüyor. Şöyle ki klasik anlamda bütün film yapma pratiklerine aykırı olarak, ben aslında tipki bir yazar gibi kendi filmimi, öncesinde bir metin olmaksızın elimde kalem yerine kamera ile yazıyorum. Tabii ki teknik ve estetik olarak kamera ve montaj konusuna hakim olmam en büyük avantajım. Yoksa hiçbir şekilde bu kadar “tek başına” film yapamazsınız. Benim filmlerimin çekimlerinde asistan olmaz, ışıkçı olmaz, makyör, sanat direktörü olmaz. Sadece ben, elimde kameram ve onun önünde de “karakterim” olur. O kadar yalın. Filmlerimdeki bu profesyonel olmayan insanların bu kadar profesyonel gözükmesi meselesi de bu benim yarattığım “doğal ortam”dan, beni ve elimdeki kamerayı onlara unutturmamdan kaynaklanıyor. Ama daha önce de belirttiğim gibi meşakkatli bir süreç… Keşke sadece elimde kamera yerine bir laptop ile ses, ışık, oyun, montaj vs. düşünmeden sadece kelimelerle gerçekleştirebilseydim filmlerimi… Tıpkı bir yazar gibi!
Harald’a gelelim. Nasıl tanıştınız? Seni onun hikayesiyle ne kesiştirdi?
Harald’la Berlin’den ortak bir arkadaş vasıtası ile, ben daha Berlin’e yerleşmeden çok önce, İstanbul’a tatile geldiğinde tanıştık, iyi arkadaş olduk. Sonrasında önceki filmim “Bunu Gerçekten Yapmalı mıyım?” ın tamamen kurgu bölümlerinde yine benim yazdığım kurgu bir karakter olarak yer aldı. Oyuncu olmamakla beraber -kendisi profesyonel bir psikoterapist- çok iyi bir performans sergiledi. Bütün film boyunca filmde yüzü hiç gözükmedi, sadece siyah lateks maskeden görünen gözlerini ve etkileyici ses tonunu kullandı. Yeni filmim “Maskenin Ardında”da ise biz bu maskenin arkasına bakıyoruz, gerçek Harald’ı izliyoruz. Bu arada Harald adı, Ortaçağ Avrupasında devletler arası resmi ulak anlamındaki “messenger” geleneğine verilen “Herald”dan geliyor. Küçük bir harf oyunu ve gönderme ile gerçek Harald, referans “Herald” dan hareketle, kurgu Herold’a evriliyor.
“Beni her anlamda tüketti”
Süreçten de konuşalım…
Film 5 senelik belgesel ve kurgu çekimler, bir senelik montaj ve yine bir seneye yayılan post prodüksiyonu ile toplam yedi senede bitti. Önceki filmimi bu sayılarla, zaman olarak neredeyse ikiye katladı. Her iki film de zorlu süreçlerden sonra ortaya çıktı ama “Maskenin Ardı” beni fazlasıyla, her anlamda tüketti. Yedi sene boyunca çok zeki, entelektüel ama tamamen yoldan çıkmış, kaybolmuş bir terapistle Berlin’in en karanlık sokalarında, girip çıkmadığımız delik, başımıza gelmeyen olay kalmadı. Siz filmde bu sürecin ve yaşananların ancak ve belki yüzde onluk bir bolümünü seyrediyorsunuz. Ama her halükarda filmin içeriği kalan yüzde 90’lık kısımda ne olduğu, olabileceği konusunda da fazlası ile seyredene fikir veriyor.
İnanılmaz özgün bir figür ve bence filmin kıta Avrupası modernitesi eleştirisi yapıyor. Son derece radikal bir şekilde bir karakterin üzerinden…. Ne dersin?
Film hakkında yorum yapmak filmin seyircilerinin, eleştirmenlerin, siz küratörlerin işi. Açıkçası ben, bittikten sonra, kendi filmim hakkında yorum yapmayı sevmiyorum. Filmin yaratım ve yapım süreci üzerine konuşmayı tercih ediyorum. Öte yandan tabii ki bu tip yorumlar geldiğinde mutlu oluyorum. Filmin kıta Avrupa modernitesi ile olan ilişkisini ve yaptığın diğer okumaları belki sen ayrı bir yazı ile yazarsın, biz de zevkle okuruz.
Sen onun özgünlüğüne zarar vermeyip özgünlük katmayı nasıl başardın peki?
Bu sorunun cevabı da bir önceki sorunun cevabı ile ilişkili, senin filmi nasıl okuduğunla ilişkili. Filmin yaratım sürecinde filmin ana karakterinin özgünlüğüne zarar vermeden ona ayrı bir özgünlük katmak yine senin film ile ilgili yaptığın güzel bir okuma, teşekkür ederim.
Martina gibi yan karakterleri de güçlendirerek bunu yaptığını düşünüyorum. Harald onlarla da karakter kazanıyor….
Martina çok kendine özel bir karakter ve aslında filmin denge unsuru. Martina olmasaydı açıkçası bu film her anlamda hiç çekilmezdi. Aslında bütçe, imkan ve motivasyon bulsam üçüncü filmi Martina ve ailesi hakkında çekmem lazım ki Martina yeni bir filmin başkarakteri olmayı her anlamda yüzde yüz hakediyor.
“Görür görmez öylece kalakaldım”
Yaşam Şaşmazer ile yollarınız nasıl kesişti?
Yaşam Sasmazer ile Berlin’de aynı dönemde aynı galerinin sanatçıları olarak çalıştık. İnanılmaz bir şekilde Yaşam’ın işleri gelip benim filmimin dramatik yapısı içine -biz öncesinde hiç planlamadığımız halde- gelip yerleşti, yerini buldu, benim filmime anlam kattı. Yaşam’a bu konudan ötürü çok müteşekkirim. Yollarımızın kesişmesi hikayesine gelince; Yaşam’ın 2010 tarihli “It’s So Complicated” Berlin sergisindeki “The Guardian” işini görür görmez öylece kalakaldım. Çünkü gördüğüm, o an çekmekte olduğum filmin başkarakteri, yani Herold’un çocukluğu idi! Yaşam için de sözkonusu benzerlik şoke edici oldu. Ne benim önceki filmimi seyretmişti, ne de yeni filmimden ve Herold karakterinden haberdardı. Sonrasında Yaşam’ı ikna edip Herold’u aldım, sergide çekim yaptım ve kenara koydum. 3 sene sonra yine Yaşam’ın 2013 tarihli “Doppelgänger” sergisi açıldığında çekim yapmak istedim.
Çekimden bir önceki gün Harald bisiklet kazası geçirdi ve bütün vücudu sıyrıldı, yara bere içinde kaldı, tıpkı sergideki Yaşam’ın yara bere içindeki heykelleri gibi. O sahnelerde hiçbir vücut makyajı yoktur. Yine aynı sahnede yer alan Yaşam’ın, Harald’a bakarken yüzündeki ifadeden durumun ciddiyetini anlayabilirsiniz. Harald’ın bütün yara bereleri gerçektir. Ve iki sene sonrasında Yaşam’ın 2015 tarihli “Metanoia” Berlin sergisinde yine Yaşam ile beraber son çekimi yaptık ki o da filmde çok keskin bir şekilde gelip kendi yerini aldı. İlgili sahnede Harald’ın başını okşayan el, Yaşam’ın şefkatli elleridir ki o sahnenin çekim hikayesi de ancak başka bir yazının konusu olabilir.