A password will be e-mailed to you.

Sevgili Beşir Fuat,

 

Sanat yazılarımı bir süredir kurgu metinler gibi düşünmek ve düşüncelerimi, eleştirilerimi farklı formlarda yansıtmak gibi bir kaygı taşıyorum.

Bir sergiye giderek sergi hakkında bir tenkit kaleme almaktansa tenkiti farklı, daha kurgusal, sembolik, çok zamanlı yazmak gibi bir arzu duyuyorum.

Yazı alanında haz ile eleştiriyi kavuşturmak, birleştirmek gibi bir gayem olduğundan bu gayemi de elden bırakmamak niyetiyle size bu mektubu 21. yüzyıldan, 2023’ün Mayıs’ından yazıyorum.

Seçim yaklaşıyor.

Çok önemli bir seçim hepimizi bekliyor.

Ya özgür ya da daha tutsak olacağız.

Bu tarihin, benim nerede olduğumun, hatta benim ne zaman doğduğumun -20. yüzyıl- her birinin mektubun mahiyeti açısından büyük ehemmiyeti var.

Size yazarken bilhassa seçtiğim bu eski kelimelerin biliyorum her biri kabak tadında.

Ama yine de eskiye mektup yazarken eski kelimeleri kullanmak istiyorum. Beni şimdiden bağışlayın.

3 Mayıs 1886 yılında Fazlı Necib’in size sorular yönelten mektubuna aylar sonra cevap yazdınız.

Bu cevapta önceliği sinir akımı süratine verdiniz.

Sinirlerde değişik iki sürate dikkat çektiniz.

Atların hareketlerine bağlı uyarılan sinirleri üzerine bir deneyi anlattınız.

Çünkü size göre zihnimizde hiçbir şey yoktur ki onun içine beş duyu aracılığıyla girmiş olmasın!

Sinir akımı sürati değil de benim size yazmamın nedeni aynı mektupta ele aldığınız şu konu.

Daha doğrusu Fazlı Necib’in size sorduğu şu soru:

“bir adama filozof derken yüzyılını mı yoksa vatanını mı kıstas almak gerekir?”

Siz, ikisini de dikkate almak gerektiğini yazıyorsunuz.

Fakat insanlığın geneli adına düşünülecek olursa yalnız yüzyılı dikkate almalı, diye de ekliyorsunuz.

Size göre Fransız ansiklopedisinin yazarı Littre ile Japonya’da oranın ölçülerine göre filozof sayılan bir kişi denk tutulamaz.

Ama Littre gibi Japon filozof da aynı vasıtalara sahip olsa Littre’yi geçe de bilir.

19. yüzyılın filozofu mesela Emile Zola da Victor Hugo da olabilir, diyorsunuz.

Ancak Ahmet Mithat Efendi Hazretleri size göre yüzyıl dikkate alınırsa filozof değil!

Fakat memleket gözetilirse filozof!

Hatta o bir Osmanlı Filozofu!

Sizi, o trajik ölümünüzden sonra ne diye anıyorlar biliyor musunuz?

Epey ilginç.

Genç yaşınızda intihardan ölümünüzü beş duyulara duyduğunuz inancı sorumlu tutan inançlılar da var, tam tersine size mistik diyen de.

Mektuplarınızı içeren kitabın üst başlığı ise, hoşunuza gidecek eminim, ilk Türk materyalisti.

İstanbul Modern terası, 2023

İstanbul Modern’in İtalyan mimar Renzo Piano tasarımı yeni binasının terastaki havuzuna ve orada konaklayan onlarca martıya bakarken sizi düşünüyorum.

Materyalizminizi katiyen! Türkiye’nin ilk mi ikinci mi, kaçıncı materyalisti olduğunuzu hiç!

Müze, tam da yapılırken hissettiğim hissi içindeyken daha çok şahlandırıyor.

Yeni mi yanaşmış yoksa limandan ayrılmak üzere olan gemi hissini.

Işıklılığı, mekanların geçirgenliği, dışarıdaki liman hissini alabildiğince içine, kalıcı olmadığını

düşündüren bir uçuculukla taşıması ve size de taşıtması bahsettiğim.

Bu 20.yüzyılın mimarının olgunluk dönemi eseri.

Littre gibi vasıtalara sahipti o halde memleketini göz etmesek de olur.

Bana kalırsa olmaz. Liman kentinden gelen birinin bir diğer liman kentine ne yapacağı merak konusudur.

Son kitabımı yazarken Cenovalı Piano’nun 1968 ruhundan ne eser kaldığını merak ediyordum.

Şimdi, 1968 ruhunu muhafaza ettiğini, tasarımlarında daima merkeze aldığı insana ilave olarak bugün, yirmi birinci yüzyılda,

hayvanları, insan olmayan canlıları mesela İstanbul martılarını da, merkeze aldığını düşünüyorum.

Bugün belki en iyi bina, yüzyılın binası, insan olmayan canlıları da en rahat ettirendir.

Öte yandan Fazlı Necip’in sorusunu yenilemek ve yinelemek istiyorum.

Soruyu bir tür upcycle etmek!

Bir müzeye modern derken yüzyılı mı yoksa vatanı mı kıstas almak gerekir?

Koleksiyona daha dikkatli bakıyorum.

Yüksel Arslan, Ömer Uluç, Nejad Devrim, Selma Gürbüz, Tomur Atagök, Neşe Erdok’un önünden yanından geçiyorum.

Geçmişte bir Fransız müzesiyle aynı vasıtalara  sahip olduk mu?

Olsaydık Fransız müzesini geçer miydik?

Biz Japon muyuz?

İstanbul Resim ve Heykel Müzesi

İstanbul Modern’in hemen yanında bir süre önce açılan Devlet Resim ve Heykel müzesinde “kopyalar” var.

Erken Türk modernlerinin yaptığı Batı resminden nice kopyalar…

Kopyaları yapanlar, kopyalarını yaptıkları resimlerin orijinallerinin bulunduğu bir şehirde doğmadılar.

Öyle bir şehirde uzun uzun yaşamadılar da.

Bu resimlerin orijinalleri olan şehirlere kısa süreliğine resmi olarak gönderildiler.

Resmi ve borçlu olarak memleketlerine geri döndüler.

Peki İstanbul Modern, koleksiyonuyla içinde bulunduğu yüzyıl dikkate alınırsa modern mi?

Memleket gözetilirse yanındaki Resim ve Heykel müzesine kıyasla örneğin mi modern?

Öte yandan şehrin modern müzesinin, içinde bulunduğu yüzyıla karşı geç kalmış ya da geçtiğimiz yüzyılda bazı “vasıtalara” sahip olmadığı için mahcup hissetmemesi gerekmiyor mu?

Şehrin modern müzesinin bu yeni binasında, ne mahcup ne gecikmiş, içinde bulunduğu yüzyılın sanatının tek, tarihinin de bir defa ve evet onsuz yazılmış olduğunu artık kafaya takmaması gerektiğini savunuyorum.

Bir yandan geçtiğimiz yüzyılda yazılmamış tarihleri tekrar yazmak adına avantajlı olduğunu da.

Çağdaş Sanat’ın farazi birliğini ve neredeyse hegemonik metafizik otoritesini sorgulama şansı yakalayabileceğini de.

Şehrin modern müzesinin, bugün bu yeni, adeta “duvarsız”, ışıklı mekanında kendi zamanını dayatabileceğini de.

Hem geçmiş yüzyılda yaşanan ve yaşayanların boy gösterdiği bir müze hem de hegemonik Avrupa sanatını kuşatan nice boşluğu dolduran uzamlar yakalama gibi bir emel edinebileceğini, edinmesi gerektiğini de.

Birilerini geçmeden ya da ezilmeden artık hangi vasıtalara sahip olduğumuzu, hangi vasıtalara sahip olsaydık ne kadar farklı olabileceğini düşünmeden, o vasıtalara sahip olmadan, o vasıtalara sahipmiş gibi yapmadan.

İstanbul Modern, çağdaşlığı şüphe götürmez yeni binasıyla, kendiliklerimizin tarihsel, kültürel anlamda yeniden üretiminin müzesi olabilecek mi?

Farklılıkları, sadece kendi küresel sanat ve kurumlarında, kendi denetimleri dahilinde kaldıkları sürece kabul eden büyük harfle yazılan ve bir tane olduğu varsayılan Çağdaş Sanat Dünyası’na bazen yanaşıp bazen onun açığına demirleyip bazen de tamamen uzaklara doğru seyir edecek mi?

Bugüne kadar dışarıda kalanları içeriye, güverteye alarak yolcularına Batı’ya, en Batı’ya götürme vaadi vermeden onları sadece taşıma sözü veremez mi?

Yüzyılın sanatçısı olduğu konusunda çok az şüphemin olduğu, yazı ve resmi birbirine denk bir biçimde eserlerinde kullanan Raymond Pettibon da sizin gibi Victor Hugo çok severmiş.

Sizin gibi bağlıymış ona.

Ama yazdıklarından çok çizdiklerine. Kahve ve mürekkeple yaptığı tüm o soyut lekelere sahip resimlerine.

Hugo’nun kaleminin ondan damlayan mürekkebinin birer uzuv gibi vücudunun uzantısı olduğunu söylüyor bir mülakatında hatta.

O da benim size yaptığımı yapıyor bir bakıma.

Kendi zamanından Victor Hugo’ya mektup atıyor.

Hugo’nun hem çizim tekniğini hem de o çizimlerle birlikte gelen özgürlük duygusunu resim yaparken uyguladığını anlatıyor.

Sizin canınıza kıyarak terk ettiğiniz yüzyılınızın sanatçısı Hugo, yetenek kadar şans, şans kadar yetenek de önemli, dermiş.

Pettibon bunu da alıntılıyor.

Doğduğumuz yüzyıl kadar nerede doğduğumuzun önemli olduğu gibi.

Televizyonun Amerika için neler ifade ettiğiyle Avrupa için aynı şeyleri ifade etmediği gibi de.

Sevdiğim bir eleştirmen örneğin duvar kağıtlarıyla buna benzer bir şeyi iddia ediyor:

Amerika’da duvar kağıtları, Avrupa’daki duvar kağıtlarının çağrışımlarına sahip değil.

Duvar kağıtları, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluş mitolojisindeki o Kalvinist düzlüğün kutsanması, diyor.

Avrupa’daki duvar kağıtları gizlerken Amerika’dakiler kutsuyor gibi bir şey.

Bu resmi de etkiliyor. Amerikan resmini. Tüm tuval ve tuval dışı düzlükler birbirini etkiliyor.

Sema ve Feza kelimeleri arasındaki fark gibi. Eğer bir fark varsa…  Bir mektupta bunu soruyor. Yanıtsız bırakıyorsunuz.

Bu arada artık bilgi içeriğinin birimi digit veya bit.

Mesela bir yazılı harf 4.5 bit, bir kitap sayfası ortalama 1000 bit. Bir sayfa 20 saniyede okunuyorsa, bilgi alış hızı 1000/20=50 bit/saniye.

Nöronların işini işlemci elemanları aldı.

Sinir akımları artık sadece bize ait değil.

Makine öğreniyor. Bize de öğretiyor. Ve bizimle şimdilik işbirliği halinde.

Sevgi, saygı ve mektup yazdıktan sonra size daha çok duyduğum

tüm merakımla

Ayşegül Sönmez

Daha fazla yazı yok
2024-12-25 13:42:09