Çocukluğu 80’lere ve 90’lara gelenlerin yolu, o günlerde bir şekilde Ayvalık’a mutlaka düşmüştür. Kaş, Çeşme, Bozcaada’nın henüz parlamadığı zamanlar, orta sınıf tatilcilerin favori mekanı. Tam karşısında ise o zamanlarda zeytinliklerin ve kelek tarlaların hüküm sürdüğü Cunda… Neredeyse 30 yıl önce, yaşımı bile hatırlamadığım kadar küçüktüm ben de. Annem güneşlenirken onun bacaklarının altındaki kumu benimle birlikte karşı taraftan kazan şirin köpek yavrusunu, Ege hamsisi denen papalinaların tadını, bize hayatımın en güzel karpuzunu tarladan koparıp ikram eden yaşlı amcayı ve denize girerken değince bacaklarımı kaşındıran kara kara yosunları hatırlıyorum sadece. Ege kıyılarımız Yunan adalarına öykünmeye bile başlamamıştı henüz.
Eski Türkiye’nin huzurlu köyü, bugünün Bozcaada ile hipster tavlama yarışına giren Cunda’sı; sonsuz siteleri, bitmek bilmeyen inşaatları, yeni otoyolu ve pahalı restoranlarıyla bambaşka bir yere dönüşürken Ayvalık’ın merkezi ise zamanın ruhuna tamah etmemiş sanki. Tam bu sebepten midir yoksa bunu değiştirmek için midir bilinmez, Başka Sinema Film Festivali hayalini gerçekleştirmek için bu sakin köşeyi seçmiş.
Trier, Farhadi, Godard, Bunuel, Gilliam gibi imzaların havada uçuştuğu Başka Sinema Ayvalık Film Festivali bu yıl 5-10 Ekim tarihlerinde gerçekleşti. Hızlıca hazırlanmasına, ilk yıl olmasına rağmen neredeyse hiç aksaklık olmayan bir organizasyon çıkmasına ve seansların bazen fazlasıyla dolu olmasına bakılırsa gerisi de gelecek ve kesinlikle gelmeli…
Festivallerin genellikle İstanbul’dan ithal bir ekiple gerçekleşmesine rağmen çalışanların çoğunun bu kez yerli seçilmesi ve bunun belirtilmesi de doğru kararlardandı. Ancak 2017’de gösterilen filmlerden yönetmenlerden birine teşvik amacıyla verilmesi planlanan “Yılın Yönetmeni” ödülünün ve 100 bin liranın Nuri Bilge Ceylan’a verilmesini anlamakta güçlük çektim. Ayvalık’a dair beni hayal kırıklığına uğratansa yerel seyircinin yaş ortalamasının yüksekliği oldu. Özellikle üniversite öğrencilerinin okulların henüz açıldığı günlerde, dışarıda poyraz eserken yapacakları daha iyi ne vardı da gelmediler? Bu sorunun cevabı artık yüzlerce üniversitemiz olmasına rağmen üniversitelerimizdeki eğitim ve öğrenci kalitesinin 20 sene öncesinin lise mezunu seviyesinden bile geri kalması değilse ne olabilir?
Cannes, Berlinale, filmekimi‘nin beklenen filmlerini Başka Sinema ruhundaki başka filmlerle birlikte yer aldığı seçkinin geride bıraktıklarını özet geçmek gerekirse…
Herkesin favorisi
Festivalin açılışı son zamanların favori yönetmeni, üç filmde “usta” mertebesine layık görülen Yorgos Lanthimos’un çektiği “Sarayın Gözdesi” (The Favourite) ile yapıldı. Ayvalık amatörleri olarak açık hava sinemasında soğuk rüzgardan titreyerek izlediğimiz ve bir türlü bırakıp gidemediğimiz yapım, belki herkese beklediğini vermedi ancak beklemeye değerdi. Lanthimos’un şu ana dek çektiği en açık, en Hollywood film olan “Sarayın Gözdesi”, aslında“All About Eve” ve “Bebek Jane’e Ne oldu?” (What Ever Happened to Baby Jane?) gibi filmlerden tanık olduğumuz, kadının kadınla olan bitmez savaşını yeniden beyaz perdeye taşıyan, izlemesi kolay, buna rağmen sinemadan ödün vermeyen bir anlatıya sahip. Bu sefer oyunu Hollywood kurallarına göre oynadığı içinse ne yazık ki Lanthimos vahşiliğinin iğdiş edildiğini görüyoruz.
Yılın filmi?
Yılın yönetmeni ödülü Ceylan’a gidince festivalde özel gösterimi yapılan Ahlat Ağacı’nı da “yılın filmi” olarak analiz etmek gerekiyor. Nuri Bilge Ceylan’ın artık kapılardan sığmayan, arkasından ek bir tırla birlikte takibini yapan devasa egosu ne yazık ki filmi de kaplıyor. 3 saat 8 dakikalık filmin çoğu hiçbir şey söylemeyen, söyleyemeyen diyaloglardan oluşuyor. Artık ustası olduğunu hepimizin kabul ettiği kasabalı taşlamasının ötesinde ise konuşmakta da korkak ve cesaretsiz… Bize defalarca (nedense?) öğretmen olmayı tercih eden kişiyle, polis olmayı tercih eden kişinin aynı olduğunu ima ediyor. Yeni Türkiye’ye dair bir şey söyleyecek gibi oluyor, kaçıyor. Bir saati aşan ve sadece üç adamın yürüyüşünden oluşan din üzerine diyaloglarsa hiçbir yere varamıyor. İnsan sormadan edemiyor: Bu tutukluğun arkasında alınan TRT ve Kültür Bakanlığı yardımlarının ne kadar payı var acaba? NBC neden bu kadar korkuyor?
NBC’nin en büyük korkusunun, aslında fobisinin, kadınlar olduğunu da bu filmde bir kez daha görüyoruz. Resmettiği kasabalı gibi onun dünyasında kadına yer yok, varsa da o kadın mutlaka şeytani bir yaratık. Annesi ya da yakın arkadaşının sevgilisi olması bir şey değiştirmiyor. Evin küçük kızının bile bu kadar korkunç olması nasıl bir tesadüf?
Herkesin bildiği
Ceylan’ın ardından Farhadi filmi izlemek Ferhat Göçer’in ardından Grace Jones dinlemeye benziyor. Bu kez Farhadi’nin dünya sinemasına teslim olduğuna şahit oluyoruz. Kendini yok etmeden, çerçevesinden çıkmadan ama sinemasına yeni bir tuğla da koymadan. Herkes Biliyor’da (Todos lo saban) her şey olması gerektiği gibi, bir sinema filminde olması gereken her şey var. Sonuna kadar süren bir gizem, derinlikli karakterler, “sen olsan ne yapardın?” duygusu ve iyi oyunculuklar… Temel konusunun kayıp genç kız olması yönetmenin Darbareye Elly’sini (Elly Hakkında) hatırlatsa ve “herkesin bildiği sır” filmin başından tahmin edilse de özenle hazırlanmış lezzetli yemekler ve sunumu güzel bir sofradan kalkmış gibi çıkılıyor salondan…
Dikkat çeken “Güvercin”
Bir filmin bittiği an yeni bir filmin başladığı yoğun festival programında en dikkat çeken yerli film “Güvercin”di. Banu Sıvacı, ilk yönetmenlik denemesinde hem güvercinlerin bile yönetmenliğinin üstesinden geliyor hem de Adana’yı güncel bir distopya platosu olarak resmediyor. Seçtiği konu ve tema ile açıkça “ben kesinlikle ödül istiyorum” dese de hırsının ona iyi geldiği ve adını öyle ya da böyle çokça duyacağımız muhakkak. Film sayesinde öne çıkan diğer isimse başrol oyuncusu Kemal Burak Alper. Oyunculuk stiliyle rol arkadaşı Ruhi Sarı’yı fazlaca andıran Alper, 2010’ların Ruhi Sarı’sı olacak gibi…
“Onlar”ın hayal kırıklığı
Yakın İtalya tarihinin belki de en renkli figürü Silvio Berlusconi’nin biyografisini Paolo Sorrentino’nun çekeceği duyulduğunda bu herkes için iyi haberdi. Ortaya çıkan filmi görünler içinse tam tersi… Loro 1 ve Loro 2 adlı ikilemenin montajından oluşan Onlar (Loro) bir Berlusconi’nin biyografisi beklemeyen seyirci için bile hayal kırıcı. Filmin ilk yarısında kahramanı görmüyoruz, buna hiçbir itirazım yok ama bu ilk yarının onu yaratan ortamla, çevresiyle, özel hayatı ya da geçmişten anılarla da alakası yok. Videoklip estetiğinde ve hip-pop yüzeyselliğinde, kadınların bir erotik filmdeymişçesine sadece çıplak bedenlerinin kullanıldığı bir kolaj adeta. İkinci yarıya gelindiğinde filmin zayıflığı ne yazık ki ortadan kalkmıyor. Bir biyografide olması gereken yegane şey, özeleştiri bu filme uğramıyor bile. Berlusconi, Superman’den veya Örümcek Adam’dan bile daha süper kahraman ve onlar kadar bile hatalarından pişmanlık duymuyor…
Bir varmış bir yokmuş
“Tekerleme” bir eski Türkiye parodisi. 80 darbesinin hemen ertesinde Cihangir’deki Sormagir Sokak’ın adının Başkurt’a çevrilmesi neredeyse filmin özeti. İstanbul 80’ler entelijansiyası, içlerinde bulunduğu kısır döngü, değişen şehir, unutulan İstanbul kültürü… Bir ilk yönetmenlik denemesi olduğu için bolca eksiği var, fakat sırf bugünü doğuran ortamı anlamak için bile 34 yıllık bu siyah beyaz filmi izlemeye değer.
İstisnalar “Kaide”yi bozmaz
Bu yılki Berlin Festivali’nde de gösterilen Tuzdan Kaide festivalin adındaki “Başka”nın hakkını veren, ancak tüm iyi niyetli çabalarına rağmen, çok fazla şeyi bir arada anlatma hevesiyle filmi bütünlükten, izleyiciyi de filmden koparan bir yapıya sahip. İstanbullu iki vampir kızkardeşin hikayesiyle yine avangart ve deneysel bir sinema deneyen 25 yaşındaki Burak Çevik, ilk uzun metrajındaki hatalardan ders çıkarırsa ondan çok daha iyi performanslar görebiliriz. Film 75 dakika olmasına rağmen, izlemesi gerçekten çok güç.
Görüntü var renk yok
Gulyabani, Godard’ın tam da bu festivalde gösterilen İmgeler ve Sözcükler’i (Le livre d’image) gibi farklı bir hikaye anlatıcılığı deniyor. Meteorlar ile yurtdışı festivallerde bolca ödül alan Gürcan Keltek, yer yer stok ve rastgele görüntülerin çekilen yeni arkaplan görüntülerle buluştuğu yarım saatlik deneysel biyografide doğa üstü güçlere sahip olduğunu düşünen Feride Sessiz’in (halası) hikayesini anlatıyor, hem de onu hiç göstermeden…
Bir düşünce filmi
Dört Köşeli Üçgen, Salâh Birsel’in aynı adlı kitabından yeğeni Mehmet Güreli tarafından uyarlanıyor. Tekerleme’de oyuncu kadrosunda gördüğümüz Güreli burada yönetmen koltuğunda. Türkiye edebiyatında benzeri olmayan bir düşünce romanının adaptasyonu olduğu için film de bir o kadar benzersiz. TV için Ferhan Şensoy’un Varsayalım İsmail’i ne ise Türkiye sinema sektörü içinde Dört Köşeli Üçgen o. Şensoy’un 1991’de yarattığı karakterde kitaptan esinlediğini görmek de mümkün.
Nazilerin sineması
“Hitler’in Hollywood’u”(Hitler’s Hollywood) Nazi dönemi Almanya’sındaki film sektörünü, o dönemde çekilen filmlerin nasıl propaganda amacıyla kullanıldığını ve dönemin karakteristikliklerini anlatırken arka planda; pek de suya sabuna dokunmadan, Nazilerin iktidara gelişinden çöküşüne Almanya’ya, politik iklime ve sıradan insanların tarihin en büyük insanlık suçlarından birine ortak oluşuna değiniyor. Konusunun ilginçliğine rağmen böyle bir dönemin bu kadar naif bir anlatışla beyaz perdeye taşındığını görmek de yaşananların korkunçluğunu temize çekmek değil mi?
Kalp çalan soygun
Alonso Ruizpalacios muhteşem bir soygun filmiyle kalbimizi çalıyor. Ocean’s Eleven’ın sonsuz ve sevimsiz bir seriye dönüştüğü; Italian Job, Bank Job gibi hepsi birbirinin aynı soygun işlerinin arasında derin bir nefes Müze (Museos). Soygundan çok soygunu yapacak karakterlerin öyküsü içine alıyor seyirciyi. Gerçek bir hikayeden uyarlama ve gerçek bir drama sunuyor. Artık bu rollerde görmeye çok alıştığımız Gael Garcia Bernal zaten kendinden emin bir şekilde görevini başarıyla yerine getiriyor.