A password will be e-mailed to you.

Yönetmenliğini Greta Gerwig’in yapmış olduğu, Noah Baumbach’ın senaryosunu yazdığı Barbie filmi (ilk olarak 1959 yılında yaratıldı); 21 Temmuz 2023 tarihinde sinema salonlarında yerini aldı. Filmin vizyona giriş tarihi, ünlü yönetmen Christopher Nolan tarafından yazılan\yönetilen ve biyografik bir film olan Oppenheimer’ın vizyona giriş tarihi ile aynı gündü. Bu nedenle de ister istemez her iki film arasında medyada\sosyal medyada çeşitli perspektiflerden karşılaştırmalı analizler yapıldı. Bu yazıda ise amacım, aynı gün vizyona giren bu iki filmi karşılaştırmaktan ziyade Barbie filmi üzerinde durmak. Filmin başrolünde Hollywood’un ünlü oyuncularından Margot Robbie, Barbie karakterini canlandırırken; Ken karakterini ise Ryan Gosling canlandırmaktadır. Karakterler, gerçek dünyanın gerçekleriyle yüzleşmektedirler. Bu gerçeklik; ataerkil bir dünyada, tek tip Barbie’den ziyade farklılıkları ile var olabilen -kısa, kilolu, siyahi, mutsuz, ölümü düşünen gibi- Barbie’lerin dünyasıdır.

Ancak Barbie filmi, seneler sonra tüketim çılgınlığına yeniden seslenerek hem pazarlamanın hem de ‘cinsiyet’ kavramının bugün hâlâ ne kadar önemli olduğunu gün yüzüne çıkmış oldu. Elbette ki bu bilinen bir gerçekti ve kusursuz Barbie bebeklerin varlığının -en azından film bazında düşünüldüğünde- alt üst etmesi hedeflendiği düşüncesi üretildi. Film boyunca bu fikrin oldukça ütopik olduğu ve esasen biyolojik cinsiyetin\toplumsal cinsiyetin yeniden üretimini mümkün kıldığı anlaşılmaktadır. Peki, nasıl oluyor da feminizmden, kadın gücünden, baskıcı toplumsal cinsiyet normlarında ve en nihayetinde ataerkil sistemin eleştirisinden yola çıkan bir film, cinsiyetçiliğin yeniden üretimine hizmet etmiş oldu? Üstelik tüketim toplumunun\kapitalizmin de lehine olacak biçimde unutulmaya yüz tutan -ama şüphesiz ki kız çocukları için hâlâ birincil önemde- Barbie’nin yetişkinlere de hitap etmesi, filmin önemli bir başarısıdır.

Sosyal medyada ‘Hi Barbie, Hi Ken’ akımıyla birlikte çocuklardan yetişkinlere kadar birçok kişinin pembe kıyafetlerle videolar\fotoğraflar çekmesi, tam da modernitenin tek tip anlayışından post modernitenin ‘farklılıkları’ yüceltmesine varılmaktadır ki zaten bu durum, her şekilde kapitalizmin lehine işlemektedir. Ne var ki Barbie furyası -bence bu noktada furya demek daha doğru bir kelime seçimi olur- büyük mağazalardan restoran zincirlerine; sosyal medya platformlarından pembe renkli kıyafetlere, aksesuarlara ve hatta pembe hamburgerlere kadar büyük bir memnuniyetle sahiplenildi.

Kimi eleştirmenlere göre, filmde deşifre edilmek istenilen gerçeklik, tek bir Barbie prototipinin olduğu bir evrenden Barbie’lerin olduğu evrene sembolik bir geçiştir. Başka bir deyişle idealize edilen beyaz, uzun boylu, sarı saçlı ve güzel Barbie’nin -film boyunca klişe Barbie olduğunun altı çiziliyor- sembolik varlığına ek olarak siyahi, kısa, kilolu veyahut başka bedenlere ve hatta kimliklere sahip Barbie’lerin olabileceğidir. Diğer yandan ‘barbie sendromu’ gibi oldukça tehlikeli olan bir sendromun varlığını da düşünürsek, Barbie filminde ters yüz edilmek istenen nedir? Barbie’lerin olabileceği fikri aslında toplumsal güzellik normlarını yeniden üretmiş oldu; zira film boyunca yer yer selülitlere ve topuklu ayakkabı giymeyen düztaban ayaklara karşı savaş açılmış olunsa da asıl mücadele, tekraren ‘güzellik’ üzerineydi. Şüphesiz ki normlara karşı eleştirel bir mesafeden savaş açmak için yine normlara başvurmak gerekir. Judith Butler’ın kaleme almış olduğu Çöz(ül)en Cinsiyet isimli kitabında tartıştığı üzere, normlar ile eleştirel bir mesafeden ilişki geliştirmek; oldukça zorlayıcı bir çabadır ama elbette böyle bir durum, kişinin, tümüyle normlardan sıyrıldığı anlamına da gelmemektedir. Kaldı ki normları bilinçli bir şekilde kavrayıp, bu normlarla yüzleşilmediği sürece ulaşılacak olan sonuç, cinsiyetçi ikiyüzlülüğe varmaktadır. Dolayısıyla belki de klişe Barbie’ye karşı yürütülen savaş; aslında normun kendisini güzellik, estetik, gençlik normları ile cinsiyet temelinde vuku bulan egemenlik ilişkilerinin, yüceltilmesidir.

Dahası filmde, Barbie evinin muhteşem ve kusursuz bir biçimde tasarlanmış olmasına ek olarak sürekli olarak tekrarlanan bir kadın gücü söylemi mevcut. Bunun temelinde ‘kadınlar güçlüdür, istediklerinde istedikleri her şeyi yapabilirler’ düşüncesi mevcuttur. Burada bir sorun olmamakla birlikte, Ken’in, Barbie dünyasını ataerkilleştirdiğinde eleştirilen söz konusu noktaya geri dönülür; zira kadınlar, ancak ve ancak sinsilik ve entrikalarla gücü yeniden ele geçirmişlerdir. Bu açıdan kadın-erkek dikotomik kurgusunda Ayşegül Yaraman’ın da altını çizdiği üzere biyolojik farklılıklar, kültüre bağlı farklılıklar olarak ön plana çıkmış ve bu dolayımla cinsiyetçilik aşılmak istenmiştir. Başka bir deyişle, filmde, kadınlar erkeklere hasredilen akıl ve zekâdan ziyade duygusallıklarını, sinsi düşünme yeteneğini ve -bence- bedenlerini nesneleştirerek iktidarı yeniden ele geçirmişlerdir. Böylelikle de güç dengesi ataerkiden alınmış olup, sinsi bir biçimde el değiştirerek Barbie’lere geçmiş; hem kültürel hem de toplumsal olarak erkek, zayıf gösterilmiştir. Barbie’ler ise ne kadar güçlü olduklarını hatırlamışlar ve ‘pembe’ hayatlarına kavuşmuşlardır.

Barbie’lerin eski huzurlu ve pembe hayatlarına kavuşması, bir bakıma kadınların daha ‘barışçıl’ olabileceği savını da destekler niteliktedir. Ne var ki bazı feminist çalışmalar, anaerkil toplumun barışçıl olabileceği üzerinde durur; çünkü tarih boyunca savaşları erkekler çıkarmışlardır. Heide Goettner-Abendroth’un Matriarchal Societies: Studies on Indigenous Cultures Across The Globe isimli eserine göre, anaerkil paradigma perspektifi, erkek ve kadın arasındaki düşmanlığı beslememekte aksine iyi bir annenin değerlerini içermektedir. Tarihsel açıdan da bazı çalışmalar, ataerkil sistemden önce anaerkil bir sistemin olduğunu iddia etmektedirler. Esasen bu noktada kadın\anne değerlerinin yüceltildiği ve bu değerlerin ataerkil değerlerden üstün olduğu fikri benimsenmiştir. Biyolojik cinsiyet temelli toplumsal cinsiyet temelleri üzerinden gücü birinden alınıp diğerine teslim edildiğinde özlem duyulan eşitliğin nasıl sağlanacağı, bu bağlamda düğümlenmektedir. Neticede Barbie filmi, özellikle tüketim toplumu\kapitalizm lehine mühim bir başarı elde etmiş; kadın gücünü de cinsiyetçi değerlerle yücelterek, cinsiyetçiliği yeniden üretmiştir.

 

Kaynaklar

Butler, J. (2020). Çöz(ül)en Cinsiyet. B. E. Aksoy (çev.). İstanbul: MonoKL Yayınları.

Yaraman, A. (2020). Cinsiyetçi İkiyüzlülük. İstanbul: Bağlam Yayınları.

Feminism and Relation. (16 Şubat 2020).  Matriarchies Are Not Just a Reversal of Patriarchies: A Structural Analysis by Heide Goettner-Abendroth                                                        https://feminismandreligion.com/2020/02/16/matriarchies-are-not-just-a-reversal-of-    patriarchies-a-structural-analysis-by-heide-goettner-abendroth/

Daha fazla yazı yok
2024-11-02 13:31:13