Türkiye’deki sinema izleyicisinin, eleştirmenin (hatta fırsat düşmüşken edebiyat okuru ve eleştirmenin de diyelim) iki gözü birbirinden epeyce farklı bakar (Şehnaz da meslektaşı genç adama bir ara, “Senin bir gözün diğerinden çok farklı” der, hatırladınız mı?)
Gözlerden biri, başka dillerde çekilmiş filmlerdeki kadın kahramanı kıskıvrak kavramamaya (zaptetmenin ontolojik olanaksızlığına) rıza gösterirken (Verhoeven’in Elle’inde Isabelle Huppert’in canlandırdığı çok katmanlı karakteri, Almadovar’ın son filmindeki tüm kadınları anımsayalım, bu mevsimden…) diğer göz, çocukluğundan beri aşina olduğu dilde çekilmiş filmlerin kadın kahramanlarına karşı bir “Ben ciğerini bilirim bunların” önyargısı ve kibriyle neredeyse dolup taşar.
Yeşim Ustaoğlu’nun son filmi Clair-Obscur ya da Tereddüt’te, pek çok şeyin yanı sıra, iki kadının birbirine uzaklığını da sevdim. Birinin hayatında neler mevcutsa (arzu, cinsellik, sevilen bir meslek, hareket, seçim) diğeri, kısacık hayatında, onları neredeyse hiç tatmamış. Belki daha sonra da tadamayacak. Elmas’ın, henüz tam bilincine varmadığı alacakaranlıkta kalan hareketini (eylemini) ayrı tutuyorum…
İki kadının aşılamaz zıtlığını sevdim, çünkü hayatlarımızın belli ânlarında, hatta birçok ânında, her şey tam böyle gelişir. Aynı çerçeveye giren kadınlar (ve sadece kadınlar değil) birbirine öylesine uzaktır ki! Biri mesela ölmek üzere bir hastadır, diğeri hırslı, iştahlı, enerji ve projelerle dolup taşan bir genç doktor. O iki karakterin yan yanalığı, sinema izleyici gibi, hastane odasındaki yakını da kahredecektir: “Sen kimsin ki, sadece hasta diye bu insanla bu edayla konuşmaya cüret edebiliyorsun, sen kendini ne sanıyorsun, ah senin bu sesin, ah senin bu tavrın, ah o üstten yaklaşımın…” Keskin bir haksızlık duygusu, isyan, hiddet. Hepimizin aşina olduğu tepkiler bunlar.
Şaşırtıcı olansa; yüksek duyarlılığı, hakkaniyetli varsaydığı bakışıyla tezatları yakalayıp vurgulayan izleyiciye rağmen, o iki insanın boğuşması (şimdi bu benim hayatımı yemek istiyor, yiyebilir de, yiyecek, beni acısının içine çekecek, ben direneceğim, teslim olmayacağım, e ben de teslim olmayacağım) zor ama hakiki bir alışveriştir, sonuçta. Üçüncü kişilerin kolayca yer bulamadığı, vahşi, dengesiz, eşitliksiz, dramatik bir hakiki alış veriş. Üçüncü gözlere haksız görünmeye neredeyse baştan mahkûm bu iletişim türüne Yeşim Ustaoğlu’nun korkusuzca dalması beni etkiledi.
Filmdeki bir önemli tezat; cinsel hazla hiç karşılaşmamış, belki ömrünün sonuna dek karşılaşmayacak “küçük kadın”a (çocuk demeliyiz esasında) karşılık, Şehnaz karakterinin arzuyla da bağlı olduğu bir kocası var. Eviyle iş yeri iki ayrı kentte olduğu için kocasına ve kedisine sadece hafta sonları kavuşur. Yani çiftte “hareket hâlinde” olan kadın, evde fantazmaları ve kediyle baş başa kalarak karısını bekleyen, erkektir. Adam kendi “hayaller” dünyasına aşırı bağlıdır; onları hafta sonu da sürdürecek kadar. Ve Şehnaz’ın duyduğu şiddetli arzu, büyük ihtimal, kocasının paralel hayallerine rağmen değil, biraz da bilhassa onlardan ötürüdür.
Cem, karısı uzakta çalıştığı, kendisi tüm hafta yalnız kaldığı için mi cinsel fantazmalara böylesine dalmıştır, yoksa Şehnaz mı, en başından beri, belki biraz mesleki deformasyonla (rüyalar, zihinsel kurgular ve onların ifadeleriyle dopdolu bir evren), onun için hep ulaşılmaz, erişilmez (mutfakta ve yatakta) kalacak, libidosu hiçbir zaman “sade” ve “düz” olmayacak bir adama yönelmiş? Çiftin bu motivasyonlarıyla alakalı hiçbir şey bilmiyoruz. Bilmemiz de güzel. Böylece Yeşim Ustaoğlu’nun filmindeki en önemli alacakaranlık/Clair-obscur (yönetmen Türkçede Tereddüt’ü seçmiş), izleyiciyi saran, onu şahsi bir okumaya, olasılıklar arasında bir seçim eylemine zorlayan alacakaranlık oluyor.
Türkiye sinemasında alışılmadık bir kadın karakter
Sıra kendi okumamı aktarmaya geldi bile… Yüksek voltajlı seksin “bitiş” anlarında ortalıkta bir Sibirya rüzgârı esmesinden daha makul ne olabilir? Şehnaz’ın bu soğuk inişlerde kimi zaman daha fazla sarsılmasını, kocasına kızgınlık patlamalarını, onunla kapışmasını, hatta dövüşmesini, hatta başka biriyle (ve gene gayet de zevk alarak) sevişmesini, kendi hesabıma ondan vazgeçiş olarak algılamadım.
Şehnaz’ın uzun süre sadece kankası gibi gördüğü iş arkadaşını, ona arzu duyabilmek için sanki, (belki gene bir kankalık cömertliğiyle), âniden “fantazmalarla” donatmaya çalışmasını da bir yere kaydedelim: “Aa yeni fark ettim, senin sol gözün şöyleyken sağ gözün de böyleymiş…”
Karmaşıklığıyla zengin, ülke sinemasında alışılmadık bir kadın karakter yaratmış Yeşim Ustaoğlu, Funda Eryiğit’in canlandırdığı Şehnaz’da. Ağlatan şeyleri kısa süre sonra komik bulup gülebilmesi, hareket hâlinde, “yolda”(on the road) bir kadın olduğu için dalgacılığın özgür rüzgârını hissedip hissettirebilmesi, bu karmaşık zenginliğin bence en güzel vurgularından biri.